ebook img

Yabancı (Varlık Yayınları) - Albert Camus PDF

117 Pages·1960·0.58 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Yabancı (Varlık Yayınları) - Albert Camus

varlık / anlatı Yabancı, çağdaş Fransız yazarlarının en ünlülerinden biri olan Camus’nün adı dünyayı tutmuş bir yapıtıdır. Nobel ödülünü aldıktan ve öldükten sonra büsbütün genişleyen ünü, onu çağımız dünya edebiyatının başköşesine oturtmuştur. Ne yapmak istemiştir bu yapıtında Camus? Kendi felsefesi olan, dünyanın ve yaşamın anlamsızlığı açısından bir olay anlatır bize. Dostoyevski’nin iradesiz insanlarını anımsatan bir kişidir kahramanı. Ne yaptığının bile farkına varmadan adam öldürür, pek de suçlu olmadığı halde kendini savunmaya kalkışmaz ve ölüme mahkûm edilişini olağan bir şey gibi karşılar. Bu uyuşuk ruhlu adamın serüveninde şaheserlere özgü bir ustalık vardır. Anlatı Dizisi: 16 Varlık Yayınları, sayı: 233 Dokuzuncu basım: 1991 ISBN 975-434-023-4 © VARLIK YAYINLARI A.Ş. Cağaloğlu Yokuşu 40/2, 34440 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 522 69 24 - Faks: 512 95 28 Kapak deseni: Sait Maden Dizgi: Varlık Yayınları/Moonstar Grafik Baskı: Kurtiş Matbaası Cilt: Güven Mücellithanesi ALBERT CAMUS Yabancı Çeviren: Samih Tiryakioğlu BİRİNCİ BÖLÜM I Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu’ndan bir telgraf aldım: "Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak. Saygılar." diyordu. Bundan pek bir şey anlaşılmıyor. Belki dün ölmüştür. İhtiyarlar Yurdu, Cezayir’den seksen kilometre uzakta, Marengo’dadır. Saat ikide otobüse bineceğim ve öğleden sonra oraya ulaşacağım. Böylelikle geceyi annemin tabutu başında geçireceğim, yarın akşam da dönmüş olacağım. Patrondan iki gün izin istedim. Böyle bir mazeret yüzünden bunu bana vermemezlik edemezdi. Ama pek de memnun görünmüyordu. Hatta ona: "Suç bende değil," dedim. Yanıt vermedi. O zaman, "keşke böyle demeseydim" diye düşündüm. Alt tarafı ondan özür dilemeye zorunlu değildim ki. Hatta işin doğrusu, onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. Fakat bunu herhalde öbür gün, beni yas tutmuş görünce yapacak. Şimdiyse annem sanki ölmemiş gibi. Gömüldükten sonra ise, aksine olarak, bu iş sona ermiş ve daha bir resmiyete kavuşmuş olacak. Saat ikide otobüse bindim. Hava çok sıcaktı. Her zamanki gibi Çéleste’in lokantasında yemek yedim. Herkes bana çok acıyordu. Céleste: "Ana gibi yâr olmaz," dedi. Gideceğim sırada beni kapıya kadar geçirdiler. Emmanuel’in odasına kadar gidip ondan bir siyah kıravatla bir de siyah pazubend ödünç almak gerektiği için, biraz sersemledim. O da birkaç ay önce amcasını kaybetmişti. Otobüsü kaçırmamak için koştum. Herhalde bu acele koşuş yüzünden, üstelik buna otobüsün sarsıntısı, benzinin kokusu, yolla gökyüzünün güneşten parıldayışı da eklenince, içim geçti. Hemen hemen bütün yol boyunca uyumuşum. Uyandığım zaman bir askerden yana yığılmıştım. Bana gülümsedi: "Uzaktan mı geliyorsunuz?" diye sordu. Fazla konuşmamak için: "Evet," dedim. Yurt, köyden iki kilometre uzaktaydı. Yolu yaya olarak aldım. Hemen annemi görmek istedim. Fakat kapıcı bana: "Önce müdüre çıkmanız gerek," dedi. Müdürün işi olduğu için biraz bekledim. Ben beklerken kapıcı boyuna konuştu, sonra müdürün karşısına çıktım. beni bürosunda kabul etti. Ufak tefek bir ihtiyardı, yakasında Légion d’Honneur nişanının rozeti vardı. Berrak gözleriyle bana baktı. Sonra elimi sıktı, ama o kadar uzun zaman tuttu ki nasıl geri çekeceğimi bir türlü bilemedim. Bir dosyaya baktı: "Mme Meursault buraya üç yıl önce girdi," dedi. "Onun tek dayanağı sizdiniz." Bana serzenişte bulunduğunu sandım, ona açıklamada bulunmaya başladım. Ama sözümü kesti: "Kendinizi haklı göstermeye çalışmanıza gerek yok evladım," dedi. "Annenizin dosyasını okudum. Onun gereksinimlerini karşılayacak kadar paranız yoktu. Annenizin bir bakıcıya ihtiyacı vardı. Aylığınız az. Sonra, üstelik o, burada hayatından daha memnundu." Ben: "Evet, Müdür Bey," dedim. Konuşmasını sürdürdü: "Hem biliyor musunuz, onun arkadaşları da vardı burada, kendi yaşında kimselerdi bunlar. Anneniz onlarla eski zamana ait şeyler hakkında konuşmak imkânını buluyordu. Siz gençsiniz, sizinle canı sıkılırdı." Gerçekten de öyleydi. Evdeyken annem, bütün zamanını hiç ses çıkarmaksızın peşimden bakmakla geçirirdi. Yurda gelişinin ilk günlerinde sık sık ağlamıştı. Fakat alışkanlık yüzündendi bu. Birkaç ay sonra da, onu yurttan çıkarsalar bu yüzden ağlayacaktı. Hep alışkanlık yüzünden. Biraz da bu nedenledir ki, son yıl içinde yurda hemen hemen hiç gitmez oldum. Sonra, bütün pazar günüm boşa gidiyordu. Üstelik otobüse binmek, bilet almak, iki saat yol tepmek de caba. Müdür bana başka şeyler de söyledi, ama artık onu hemen hemen dinlemiyordum. Sonra: "Annenizi görmek istersiniz herhalde?" dedi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım, o da kapıya doğru önümsıra yürüdü. Merdivende: "Ölüsünü bizim küçük morga kaldırdık," diye izah etti. "Ötekiler üzülmesinler diye yapıyoruz bunu. Yurttakilerden biri öldü mü, ötekiler iki veya üç gün sinir içinde kalırlar. Bu da işlerimizi güçleştiriyor." Bir avludan geçtik. Orada bir sürü ihtiyar vardı. Küçük gruplar halinde toplanmışlar, konuşuyorlardı. Biz geçerken susuyorlardı. Arkamızdan konuşmalar yeniden başlıyordu. Boğuk papağan ötüşlerini andıran seslerdi bunlar sanki. Küçük bir binanın kapısına geldiğimiz zaman, Müdür benden ayrıldı: "Bana müsaade Monsieur Meursault," dedi. "Bir arzunuz olursa büromdayım. Cenaze törenini yarın saat on’da yapmayı kararlaştırdık. Böylelikle geceyi rahmetlinin başında geçirebilirsiniz diye düşündük. Ha, az daha unutuyordum: Anneniz galiba arkadaşlarına sık sık dinî törenle gömülmek istediğini söylermiş. Ben bunun için gereken her şeyi yaptım ama, size de bir kere söyleyeyim dedim." Müdüre teşekkür ettim. Annem zındık bir kadın değildi ama, sağlığında dinle uzun boylu alış-verişi yoktu. İçeriye girdim. Burası, çok aydınlık bir salondu. Duvarlar beyaz badanalıydı. Salonun tavanında bir camekân vardı. Eşyası sandalyelerle X biçimi sehpalardan ibaretti. Bu sehpalardan iki tanesi ortada duruyordu. Üstünde de kapağı kapalı bir tabut vardı. Ceviz rengine boyanmış tahtaların üzerinde, yalnız yarı yarıya gömülü parlak vidalar görülüyordu. Tabutun yanında sırtına beyaz gömlek giymiş, başına alacalı bir örtü örtmüş bir Arap hastabakıcı kadın vardı. O sırada kapıcı da peşimsıra içeriye girdi. Koşmuş olmalıydı herhalde. Biraz kekeleyerek: "Tabutu kapadık ama, vidaları çıkarayım da annenizi görün," dedi. Tabuta yaklaşıyordu ki, ben onu durdurdum. "Görmek istemiyor musunuz?" diye sordu. "Hayır." dedim. Durdu, ben de bozuldum. Çünkü böyle bir şey söylemenin hiç doğru olmadığını anlıyordum. Az sonra yüzüme baktı: "Neden?" diye sordu bana, ama sesinde sitemli bir hal yoktu, sırf sebebini öğrenmek istiyor gibiydi. Ben: "Bilmem," dedim. O zaman beyaz bıyığını burdu, yüzüme bakmadan: "Anlıyorum," dedi. Adamın açık mavi gözleri, biraz kırmızıca bir teni vardı. Bana bir iskemle verdi, kendisi de benim biraz gerimde oturdu. Hastabakıcı kadın ayağa kalkıp kapıya doğruldu. O sırada kapıcı: "Frengisi var," dedi. Ben anlıyamadığım için hastabakıcıya baktım, gözlerinin altında başını çepeçevre dolaşan bir sargı bulunduğunu gördüm. Burun hizasında sargı yassıydı. Yüzünde yalnız sargının beyazlığı görülüyordu. Kadın gidince, kapıcı: "Sizi yalnız bırakayım bari," dedi. Ne türlü bir hareket yaptım, pek bilmiyorum ama, gitmedi, yine arkamda ayakta durdu. Böyle ense kökümde durması beni sıkıyordu. Salonu güzel bir öğle sonu ışığı doldurmuştu. İki tane eşekarısı camekâna doğru uçup uçup vızıldıyordu. Yavaş yavaş uykumun geldiğini hissetmekteydim. Kapıcıya doğru dönmeden, ona: "Siz buraya geleli çok oldu mu?" dedim. Sanki benim bu sorumu bekliyormuş gibi, hemen cevap verdi: "Beş yıl oluyor." Sonra da uzun uzun gevezelik etti. Birisi çıkıp da ona günün birinde Marengo İhtiyarlık Yurdu’nda kapıcı olacağını söylese çok şaşarmış. Altmışdört yaşındaymış. Parisliymiş. O sırada sözünü kestim: "Ya, buralı değilsiniz demek?" dedim. Sonra da onun beni müdürün yanına götürmezden önce annemden bahsetmiş olduğunu hatırladım. Bana: "Annenizi hemen gömmek lâzım," demişti. "Çünkü hele burada, ovada hava çok sıcaktır." İşte o zaman bana Paris’te kaldığını, orayı bir türlü unutamadığını söylemişti. "Paris’te ölüler üç, bazen dört gün gömülmeden durur. Burada ise vakit yoktur, insan daha ölüm düşüncesine alışmadan cenaze arabasının peşine takılmak zorunda kalır." demişti. O zaman karısı ona: "Sus, Monsieur’ye söylenecek şeyler değil bunlar," diye çıkışmıştı. Bunun üzerine ihtiyar kızarıp bozarmış, özür dilemişti. Ben de söze karışarak: "Yok canım, yok canım" demiştim. Adamın anlattıklarının doğru ve ilgi çekici olduğu fikrindeydim. Küçük morgta, ihtiyar bana yurda yoksul sıfatıyla girdiğini söylemişti. Eli ayağı tuttuğu için bu kapıcılık işine talip olmuştu. Ona: "Siz de aşağı yukarı buranın sakinlerinden biri sayılırsınız." dedim. "Hayır," dedi. Yurt sakinlerinden söz ederken, "onlar", "ötekiler" ve daha seyrek olarak "ihtiyarlar" deyişindeki edayı görerek şaşırmıştım. Halbuki bunların bazıları ondan yaşlı da değillerdi. Fakat tabiî aynı şey değildi bu. O kapıcıydı ve bir dereceye kadar ötekiler üzerinde bazı haklara sahipti. O sırada hastabakıcı kadın içeriye girdi. Birdenbire akşam olmuş, camekânın üzerinde gecenin karanlığı koyulaşıvermişti. Kapıcı düğmeyi çevirdi ve ışığın ani fışkırmasıyla gözlerim kamaştı. Kapıcı akşam yemeği için beni yemekhaneye çağırdı ama, karnım aç değildi. O zaman: "İsterseniz size bir fincan sütlü kahve getireyim" dedi. Sütlü kahveyi çok sevdiğim için kabul ettim, kapıcı da biraz sonra bir tepsiyle geri geldi. Kahveyi içtim. O zaman canım sigara içmek istedi, ama çekindim, çünkü annemin başucunda böyle bir şey yapmak doğru olur mu, bilmiyordum. Sonra düşündüm: Hiçbir önemi yoktu bunun. Kapıcıya da bir sigara ikram ettim, beraberce içtik. Bir ara bana: "Biliyor musunuz," dedi, "annenizin arkadaşları da gelip onun cenazesini bekleyecekler. Adet böyledir. Gideyim de iskemle, kahve getireyim." O zaman kapıcıya: "Şu lambaların birini söndürsek," dedim. Işığın beyaz duvarlar üzerindeki parıltısı beni yoruyordu. "İmkân yok," dedi. "Tesisatı böyle yapmışlar: Lambaların ya hepsi yanar, ya hepsi söner." Ondan sonra da artık aldırmadım ona. Dışarıya çıktı, geri geldi, iskemleleri sıraladı. Bunlardan

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.