SALMAN RUSHDIE UTANÇ SALMAN RUSHDIE UTANÇ ROMAN İngilizce aslından çeviren Aslı Biçen SALMAN RUSHDIE, on roman, bir kısa öykü derlemesi ve dört edebiyat dışı yapıtın yazarı ve Mirorwork adındaki çağdaş Hint edebiyatı antolojisinin iki editöründen biridir. Yazarın Geceyarısı Çocukları adlı romanı 1981’de Booker Ödülü’nü, 1993’te Booker of Bookers ve 2008’de Best of the Booker ödüllerini aldı. The Moor’s Last Sigh (Magriplinin Son İç Çekişi), 1995’te Whitbread Ödülü’nü ve 1996’da Avrupa Birliği Aristelon Edebiyat Odülü’nü kazandı. Salman Rushdie, edebiyata yapağı katkılardan dolayı 2007 yılında “Şövalye” unvanıyla ödüllendirildi Ayrıca, İngiltere Kraliyet Edebiyat Derneği üyesidir ve Fransa Kültür Bakanlığı tarafından verilen Commandeur des Arts et des Lettres ünvanına da sahiptir. ASU BİÇEN, 1970’te Bursa’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Çeviri yapmaya öğrencilik yıllarında başladı. 1990’dan beri sürdürdüğü meslek hayatında kırk küsur kitap çevirdi. Faulkner’ın Abşalom! Abşalom!, Dickens’ın Müşterek Dostumuz ve Kasvetli Ev, Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları, Utanç, Kennedy’nin Cennet, Fuentes’in Doğmamış Kristof, Djuna Barnes’ın Geceyi Anlat Bana, Fowles’un Fransız Teğmenin Kadını gibi eserlerini Türkçeye kazandırdı. Çevirmenlerin maruz kaldığı haksızlıklara karşı mücadele veren Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği’nin kurucularındandır. Çevirilerinin yanı sıra şu âna kadar yayımlanmış üç romanı vardır: Elime Tutun, İnceldiği Yerden ve Tehdit Mektupları. İçindekiler I Anavatandan Kaçışlar 1 Servis asansörü 2 Ayakkabılardan bir gerdanlık 3 Eriyen buzlar II Düellocular 4 Paravanın ardında 5 Yanlış mucize 6 Şeref meseleleri III Utanç, müjde ve bakire 7 Kızarma 8 Güzel ve çirkin IV XV. yüzyılda 9 Büyük İskender 10 Peçeli kadın 11 Asılmış bir adamın monoloğu 12 İstikrar V Hüküm günü Teşekkürler I ANAVATANDAN KAÇIŞLAR 1 Servis asansörü Havadan bakıldığında her şeyden ziyade kötü orantılı bir hal teri andıran ücra sınır kasabası K.da bir zamanlar üç sevimli, sevgi dolu kız kardeş yaşardı. İsimleri... ama gerçek isimleri asla kullanılmazdı, tıpkı evdeki en iyi porselenler gibi; üçünün de yaşadığı o trajedi gecesinden sonra porselenler zamanla yeri unutulan bir dolaba kilitlenmiş, böylece Çarlık Rusyası’nda Gardner Seramik Fabrikası taralından üretilen büyük bin parçalık takım, gerçekliğine neredeyse İnanmaz oldukları bir aile efsanesine dönüşmüştü... Lafı daha fazla uzatmadan üç kız kardeşin Şakil soyadını taşıdıklarını ve herkes tarafından (yaş sırasıyla) Çanni, Manni ve Banni diye bilindiklerini söylesem iyi olacak. Günün birinde babaları öldü. Öldüğünde on sekiz yıldır dul olan İhtiyar Bay Şakil’in, yaşadığı kasabaya “cehennem çukuru” demek gibi bir huyu vardı. Son hezeyanı sırasında büyük bolümü anlaşılmayan dur durak bilmez bir monoloğa kaptırmıştı kendini, bu monoloğun bulanık akışı esnasında hizmetkârlar uzun müstehcen bölümler, yatağının etrafındaki havayı fokur fokur kaynatan küfürler ve lanetler seçer gibi olmuşlardı. Bu son söylevinde, ihtiyar münzevi, ömrü boyunca kasabasına duyduğu nefreti baştan almış, kâh pazarın etrafındaki alçak boz renkli “kambur zumbur” binaları yok etmeleri için iblislere seslenmiş, kâh ölüme bulanmış sözleriyle Kışla Mahallesi’nin serin, kireç badanalı kibrini lanetlemişti. Halter biçimli kasabanın iki ucundaki kürelerdi bunlar: Eski şehir ve Kışla, eski şehirde sömürgeleştirilmiş yerli halk otururdu, Kışla’da yabancı sömürgeciler, Angrez yani İngiliz sahib’ler. İhtiyar Şakil iki dünyadan da tiksinirdi ve yıllar boyu, kuyu gibi ışıksız bir avluya bakan, yüksek, kaleye benzer, devasa malikânesine kapanmıştı. Ev açık bir meydanın kenarındaydı ve pazarla Kışla’ya eşit mesafedeydi. İhtiyar Bay Şakil ölüm döşeğinde, binanın dışarı bakan üç beş penceresinin birinden, Rönesans üslubunda yapılmış büyük kubbesini görebiliyordu; katlanılmaz Kışla Mahallesi sokaklarından bir serap gibi yükseliyordu otel ve içinde altın tükürük hokkaları, pirinç düğmek üniforma giymiş, komi şapkası takmış evcil örümcek maymunları, her gece muhteşem bitkilerin, sarı güllerin, beyaz manolyaların ve tavana uzanan yeşim rengi palmiyelerin enerjik başkaldırısı ardında kartonpiyerli balo salonunda çalan tam tekmil bir orkestrayı bulmak mümkündü -kısacası Flashman’s Hotel’in, daha o zamandan çatlamış olan büyük yaldızlı kubbesi, kısa olmaya yazgılı ihtişamının usandırıcı kibriyle parlıyordu; o kubbe altında üniformalı, postallı Angrez subayları, beyaz kravatlı siviller ve aç bakışlı, saçları lüle lüle hanımlar her gece toplanır, bungalovlarından çıkıp dans etmeye ve renkli olma yanılsamasını paylaşmaya gelirlerdi- hâlbuki aslında sadece beyazdılar, hatta amansız sıcağın, bulut altında gelişmiş soluk tenleri üzerindeki zararlı etkileri yüzünden ve tabii bir de karaciğerlerini hiçe sayarak güneşin öğle vakti ifratında kırmızı Burgonya şarabı içme alışkanlıkları yüzünden gri. İhtiyar adam emperyalistlerin altın otelden yayılan, umutsuzluğun neşesinden ağırlaşmış müziğini duydu ve rüyalar oteline yüksek, net bir sesle küfür etti. “Kapatın şu pencereyi,” diye bağırdı, “yoksa bu gürültüyü dinleye dinleye öleceğim.” İhtiyar hizmetkâr kadın Haşmet Bibi, pencereyi kapattığında birazcık rahatladı ve son enerjisini toplayarak ölümcül hezeyan selinin istikametini değiştirdi. “Yetişin” diye ihtiyar adamın kızlarına seslenerek odadan fırlamıştı Haşmet Bibi, “babanız kendini Şeytan’a teslim ediyor” Dış dünyayı def eden Bay Şakil ölüm monoloğunun öfkesini kendine çevirmiş, ruhunun sonsuza kadar lanetlenmesini istiyordu. “Allah bilir sinirine ne dokundu,” dedi Haşmet esefle, “ama tuttuğu yol, yol değil.” Dul adam çocuklarını Parsi sütannelerle, Hıristiyan ayah’larla ve çoğunlukla Müslümanlıktan gelen demirden bir ahlakla büyütmüştü, gerçi Çanni babasını asıl güneşin katılaştırdığını söylerdi. Üç kız, onun öldüğü güne kadar bu labirentvari malikâneden hiç çıkartılmamıştı; hemen hemen hiç eğitim görmeden 1 zenan’da hapis tutulmuş, birbirlerini eğlendirmek için kendilerine has lisanlar icat etmiş, çıplak bir adamın nasıl göründüğü üzerine kafa yormuş, ergenliğe ulaşmadan önce tuhaf cinsel organlar hayal etmişlerdi, mesela erkeklerin göğsünde kendi memelerinin oturacağı oyuklar, “o zamanlar öyle cahildik ki,” diye hatırlatacaklardı yaşları ilerledikçe hayretle birbirlerine, “döllenmenin memelerden olduğuna inanabiliyorduk.” Bu uzun mahpusluk üç kız kardeş arasında asla tam olarak kopmayacak çok güçlü bir bağ oluşturmuştu. Kafesli bir pencerenin önünde durup büyük otelin yaldızlı kubbesine bakarak ve gizemli dans müziğinin nağmelerine göre salınarak geçirirlerdi akşamlarını... Söylentiye bakılırsa ikindilerin tembel mayışıklığında birbirlerinin vücutlarını keşfederlerdi uyuşuk uyuşuk; geceleri de babalarının ölümünü hızlandırmak için büyüler yaparlardı. Ama kem dillerin söylemeyeceği yoktur, özellikle de erkeklerin soyan gözlerinden uzakta yaşayan güzel kadınlar hakkında. Kesinlikle doğru olan bir şey varsa o da, bebek rezaletinden çok önce, bekâretlerinin soyut tutkusuyla çocuk özlemi çeken üç kız kardeşin çocukları doğduktan sonra bile üçlüyü bozmamak, sonsuza kadar gençliklerindeki yakın bağı korumak için gizli bir anlaşma yapmış olmalarıydı: yani bebekleri paylaşmaya karar vermişlerdi. Bu akdin, yalıtılmış üçlünün birbirine kattıkları âdet kanlarıyla yazıldığı ve imzalandığı, sonra yakılıp kül edildiği ve sadece belleklerinin hücrelerinde saklandığı yolundaki menfur hikâyeyi kanıtlama ya da yalanlama imkânım yok. Ama yirmi yıl boyunca tek bir çocukları olacaktı. Adı Ömer Hayyam olacaktı. Bütün bunlar XIV. yüzyılda meydana geldi. Doğal olarak hicri takvimi kullanıyorum, sanmayın ki böyle hikâyeler hep çok uzun zaman önce vuku bulmuş. Zaman süt gibi kolayca homojenleştirilemez; dünyanın o bölgesi, yakın zamana kadar, hala bin üç yüzlerdeydi. Haşmet Bibi onlara babalarının son anlarını yaşadığını söylediğinde kardeşler en renkli kıyafetlerini giyip onu görmeye gittiler. Onu utancın boğucu