ebook img

Sonsuzluğa Nokta - Hasan Ali Toptaş PDF

204 Pages·2009·1.07 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Sonsuzluğa Nokta - Hasan Ali Toptaş

HASAN ALI TOPTAŞ 1958 yılında Denizli’nin Çal ilçesinde doğdu. İlk öykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği 1987de, ikinci öykü kitabı Yoklar Fısıltısı 1990’da yayımlandı. Ölü Zaman Gezginleri adlı öykü dosyasıyla 1992 yılında Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülü aldı. Aynı yıl Sonsuzluğa Nokta adlı yayımlanmamış romanıyla Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği yarışmada mansiyon aldı ve Sonsuzluğa Nokta Kültür Bakanlığı tarafından yayımlandı. 1994’te Gölgesizler adlı yayımlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. Bin Hüzünlü Haz adlı romanı ise 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Yazarın ayrıca Yalnızlıklar adlı şiirsel metinlerden oluşan bir kitabı, Kayıp Hayaller Kitabı adlı bir romanı, Ben Bir Gürgen Dalıyım adlı bir çocuk romanı ve Harfler ve Notalar adlı bir deneme kitabı vardır. Toptaş’ın son romanı Uykuların Doğusu 2005’te yayımlandı. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993 (1 baskı) Doğan Kitap, 2006-2007 (5 baskı) İletişim Yayınlan 1416 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 198 ISBN-13: 978-975-05-0702-1 © 2009 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2009, İstanbul EDİTÖR Belce Öztuna KAPAK Suat Aysu KAPAK RESMİ Kornet UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Begüm Güzel BASKI ve CİLT Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21 İletişim Yayınlan Binbirdirek Meydanı Sokak iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr HASAN ALİ TOPTAŞ Sonsuzluğa Nokta Otobüsün ön koltuğuna yorgun bir tavşan gibi büzülmüş, öylece bakıyordum. Çantam dizlerimin üstündeydi; onu tepemdeki rafa ya da aşağıdaki bagajın karanlığına, onca sepetin, naylon torbanın ve içlerinde ne olduğu bilinmeyen eciş bücüş bavullarla çuvalların arasına koyamazdım. İçinde kitaplarım vardı çünkü, kimselere göstermediğim, herkesten köşe bucak sakladığım şiirlerim vardı ve annemin babamın uykuya gömüldüğü, kardeşimin kolunu bacağım dağıtarak ölü gibi kalakaldığı ve evdeki sessizliğin kalemimin cızırtısına doğru eğilip eğilip duvarlarda yankılandığı saatlerle doluydu o şiirler; kendimi kalem ucuyla deşmelerimle, kendimi gizli gizli kanatmalarımla, ruhumun çıplaklığı ve çıplaklığımın yorgan altlarında küflenen acemiliğiyle doluydu. Ayrıca, o şiirlerde ben, birkaç yıldır içimde yaşadığını hissettiğim oldukça sinsi ve silik bir hayvanın varlığını da seziyordum. Her dizede tüyleri vardı sanki, dizeler arasında belli belirsiz ayak izleri ve o gibi, ö gibi ya da a gibi yuvarlak harflerin ortasında da kocaman kocaman bakan, derin derin gözleri vardı. Şiirlerimi kimsenin okumasını istemiyordum bu yüzden, onlar elimin altında oldukları sürece kendimi de elimin altında hissediyordum. En önemlisi de, içimdeki o silik hayvana hâlâ sahip olabildiğimi görmenin mutluluğunu duyuyor ve o anda, çantamı dizlerimden indirip yere bırakırsam birdenbire eksileceğimi ve kente, yolculuk boyunca yüreğinde bir çantalık boşluk taşıyan, yarım yamalak bir Bedran götüreceğimi düşünüyordum. Otobüs, küçük, loş ve tozlu dükkânlarla çevrili kasaba meydanını geride bırakıp da tek katlı evlerin bahçeleri arasından kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladığında, içimde başka boşluklar açılmıştı oysa ve bu boşluklar, önümde pofur4 pofur sigara içen şoförün vitesi her değiştirişinde biraz daha genişlemişti. Kayalıklar arasından çıkıveren uçsuz bucaksız bir deniz gibi tıpkı, ya da, tepeden tırnağa yeşile kesmiş alacakaranlık bir ormanda yürürken yürürken ağaçların gerisinde beliriveren, sonsuzluğu parçalanmışlığında saklı, bulutlu bir gökyüzü gibi. Öyle ki, gitgide genişleyen bu boşluklara bakmamak için ben gözlerimi solumdaki dikiz aynasına çevirmiştim artık ve çevirir çevirmez de, sanki başka bir boşlukla karşılaşmışım da ansızın düşecekmişim gibi, buyandan sırtımı koltuğa yapıştırırken bir yandan da sımsıkı dizlerimin üstündeki çantaya sarılmıştım. Aynada hâlâ kasaba vardı o sırada ve otobüs ilerledikçe, yol boyunca sıralanan kırmızı kiremitli evleri, iğde kokulu bahçeleri, bahçelerden taşan sessizlikleri ve bu sessizliklerin içinde yüzen, çiçek saksılarıyla dolu, tekdüze pencereleriyle yavaş yavaş geride kalıyordu. Kimi zaman, yüzleri dikiz aynasının sarsıntısıyla bozulup dağılmış çocuklar görüyordum bahçe duvarlarının dibinde. Her biri ayrı ayrı zamanlarda yaşıyor gibiydi bu çocukların; kimisi beş, kimisi on, kimisi de on beş yıl öncesinin çizgilerini, renklerini ve duruşlarını taşıyordu. Onları tanımamam imkânsızdı; kırmızı çamurdan testiler yapan Mehmet Ali’nin, şimşir tarak yardımıyla testilerin bellerine desen çizen uzun parmaklı ellerine bakıyorlardı çünkü; emekli postacının gelip okul önlerine özene bezene sıraladığı ve aman rüzgâr uçurmasın diye uçlarını küçücük taşlarla bastırdığı, her biri birbirinden heyecanlı masal kitaplarının kapaklarına bakıyorlardı. Sonra, Mehmet Ali küpleri, testileri, bardakları ve kulplu taslarla saksıları fırına dikkatle döşeyip kızılcık harmanını ateşe verince, pişen toprak kapların iniltisini işitirmişçesine korkuyla oradan uzaklaşıyordu bu çocuklar; göğe yükselen kapkara dumanların ortasında türküler söyleyen Mehmet Ali’nin kızılcıkları dirgenle eğile doğrula aktaran bulanık görüntüsünü geride bırakarak, emekli postacıdan satın aldıkları “Konuşan Katır” masalının ürpertili dünyasına gömülüyorlardı. Duruşlarında bir İngiliz anahtarını babama zamanında ye tiştirememenin, bir tornavidayı bulamamanın ya da anahtar çantasının paslı mandallarını açamamamın sıkıntısını taşıyan dikiz aynasındaki bazı çocukların ellerindeyse, motor yağma batmış kirli bezler vardı. Sonra, ansızın şaklayan bir tokadın ardından, alev alev yanan yüzlerini üzüm bağlarının yeşillikleri arasına saklıyordu bu çocuklar; ya da gidip bir evin alacakaranlık odalarında geziniyorlar, sık sık yeri değiştirilen tabancayı buluyorlar ve onu hayal meyal dokunuşlarla, korka korka okşuyorlardı. Derken, köpüre köpüre akan ve aynada apaçık gözükmeyen uzun mu uzun bir zaman geçiyordu çocukların üstünden ve çocuklar, bahçe duvarları, yola taşan iğde dallan ve onların yere düşen gölgeleri kendi zamanlarında yaşlanır, kendi zamanlarında oyalanır ve biraz biraz eksilirken, değişmemenin o şaşılası hızıyla birdenbire değişiyorlardı. İşte o zaman, göğüs ceplerinde taşıdıkları, arkaları bir kayanın üstüne konmuş çil keklik ya da kan kırmızı ibiklerini titreterek gagalarını iki yana sallayıp duran horoz resimleriyle süslü aynalarınm ışıltısı düşüyordu üst dudaklarına ve kaşıklan tatlı tatlı karıncalanmaya başlarken, bakışlarına yakıcı, yırtıcı, hatta öldürücü bir anlam oturtmaya çalışıyorlardı. Giderek kendilerini denemenin, kendilerini görmenin, kendilerini var etmenin sabırsızlığı bulaşıyordu seslerine; sözcükleri sağa sola bıçak niyetine savuruyorlardı, sözcükleri tabanca gibi doğrultuyorlardı boşluğa ve dişileştiriyorlardı onları, dişlerini hırs ve iştahla batırıyorlardı sözcüklerin tenine ve kendi teinlerinin yankısını arıyorlardı sonra; dokunduklan şeylerde arıyorlardı, baktıkları şeylerde, işittikleri, düşledikleri, bildikleri, bilmedikleri şeylerde... Arayışın büyüsüne kapılıyorlardı aradıkça ve aradıkça, dikiz aynasının tozlu derinliğinde gitgide kayboluyorlardı. Onlann hepsi birer Bedran’dı hiç kuşkusuz; zamanlan ay n, özlemleri ve tutkulan ayn, binlerce, milyonlarca Bedran bırakıyordum kasabada. Beni tanıyan herkesin gözünde, o gözün derinliğiyle biçilmiş bir Bedran... Kasabanın her gününe, her saatine, her dakikasına ve her saniyesine kimi yürüyen, kimi duran, kimi ağlayıp kimi gülen birer Bedran... Herkesin gördüm, bildim, dokundum, konuştum ya da büyüttüm sandığı, ama kimsenin göremediği, bilemediği ve dokunamadığı gerçek Bedran’ıysa kente götürüyordum tabii; en gizli yerimdeydi o; belki de, zaman zaman kıpırtılan nı hissettiğim o silik hayvanın uykulannda saklıydı, gölgesinde ya da, kıpırtılarında, bana sessizlik tadında gözüken seslerinde saklıydı. Gene de ben, dikiz aynasında yavaş yavaş kaybolan Bed ranlardan en güçlü olanının (sözgelimi, bir bayram sabahı kasaba meydanındaki minibüsün içine gizlenerek akşama dek sessiz sessiz ağlayanın) peşime takıldığını düşünmekten kendimi alamamıştım kasabadan çıkarken. Onun önünde bir av gibi hissetmiştim kendimi. Hatta, kasaba tarihinin alacakaranlığında kalan o avcının, kendini onlarca parçaya bölerek bir otobüs dolusu yolcuya dönüştüğünü ve beni şoförün hemen arkasındaki koltuğa kadar kovaladığını düşünmüştüm. Bu yüzden, denetleyemediğim bir irkilişle ikide bir gözlerimi şoförün tepesindeki aynaya dikerek, uzun uzun yolcuları süzüyordum o gün. Doğrusu, ellerindeki gazeteleri hışırtıyla katlayan, camlardan dışarı bakan, mırıltıyla konuşan, başlarını koltuklardan sarkıtarak yolu gözetleyen, ya da uyumaya çalışan yolcuların hiç de avcıya benzer yanlan yoktu. Tedirgin değildiler bir kere, duruşlarını koltukların duruşuna ekleyerek asla gizlenmeye çalışmıyorlardı ve yüzlerinde, avlarından yansıyan buruk gölgeler dolaşmıyordu. Hatta, hiçbirinin bakışı tetikte bile değildi ve hiçbirinin ağzından avcı susuşu sarkmıyordu. Kimilerinin bakışlarında ileriye doğru atılma hazırlığı varmış gibi görünüyorsa da, bu, otobüsün o yöne doğru hızla gidişindendi. Gene de ben, belki de bilmeden kovalıyorlar beni, diyordum içimden; avcı olduklarından habersizdiler yani, ya da otobüsün ön koltuğunda uzun süre tavşan konumunda kalmakla, avcı olmaya ben zorlayacaktım onlan... İçlerinde uyuyan avlanma tutkusu, bir yığın tutkunun arasından sıyrılıp merakla başını kaldırdığında, ister istemez silah kuşanmak zorunda kalacaklardı tabii. Bir türlü dağılmak bilmeyen sıkıntılarını kuşanacaklardı sözgelimi, kemikleşmiş bakışlarını, aynı boşlukta aynı dalgalanışlarla tekrarlanan kıpırtılarını, ter kokularım, ten kokularım, dillerini, seslerini ve seslerinde yankılanan kuşkularım kuşanacaklardı; sonra gülünesi yengilerini, gülünesi yenilgilerini, ardından anılarını, deneyimlerini ve aksayanlarını ve bozulanlannı ve kokuşanlannı ve unutulanlarını kuşanacaklardı... Bütün bunlardan önce de, evet en önce, birincil silahlan olan görüntülerini kuşanacaklardı hiç kuşkusuz. Sonra da, daha nelerini kuşanacaklardı kim bilir? İnsanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi çünkü. En çok da sevgiyi elbette, alışılan yaşam biçimlerini, alışılacaklan... Ava hazırlandıklarında, silaha dönüştürdükleri şeylerin geride kalan izlerinden, belki durumlarına uygun birer gerekçe yaratacaklardı daha sonra bu yolcular; gerekçelerin gölgesinden de çeşitli yetkiler çıkaracaklardı kendilerine ve böylece, bütün silahlar dosdoğru bana yönelecekti. Sigara yakmıştım... Parmaklarımın arasından yükselen duman mavi bir tel gibi kıvrıla büküle havada dans ediyor, kimi zaman kaskatı kesiliyor, kimi de ani bir kararla önümdeki şoförün kırışık ensesine doğru yaklaşıp onu boğmaya hazırlanmasına duraksıyordu. İçimde hissettiğim o silik ve sinsi hayvan yavaş yavaş derin bir uykudan uyanıyordu sanki, şimdiden sigaramın dumanını ele geçirmiş, şoförü onunla boğmaya çalışıyordu. Sonuna kadar içmediğim halde, şoför boğulacakmış da otobüs yolculann çığlıkları eşliğinde peş peşe taklalar atacakmış gibi, hemen söndürdüm sigarayı. Kasaba gerilerde kalmıştı artık; şimdi uçsuz bucaksız bir bozkırda, ahlat karaltılarının seyrekleşe seyrekleşe uzaklaştığı, toprağın ölü gibi yattığı ve kuşlann gökyüzünde savrula savrula kaybolduğu sapsan bir bozkırda, uğultuyla ilerliyorduk. Kimi zaman, yolun iki yanında toprak damlı ıssız köyler görüyorduk ve bu köyler, kavakların arasından yükselen küflü minareleri, başıboş gezinen ya da güneşli bir duvar dibinde unutulmuş post karaltısıyla yatan köpekleri ve tezek yığmlanyla birlikte arkamızda kalıyorlardı hemen; boz kmn yüzünde, küçük küçük noktacıklar halinde kaybolup gidiyorlardı. Hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan ve güneşin altında ince ince tüten kapkara bir asfalt yol kalıyordu geriye; bir de eğri büğrü duruşlanyla, haberleşme kolaylığına duyulan güveni zayıflatan telgraf direkleri... Yolculann birçoğu yüzünü dışanya dönmüştü. Bunun bir nedeni, herhangi bir şeyin içinde bulunmanın verdiği güdüyse; bir nedeni de, telgraf direklerinin camdan geçişine

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.