ebook img

SIMONE DE BEAUVOIR BĐR GENÇ KIZIN ANILARI OCAK 1908 günü sabahın dördünde, Raspail PDF

252 Pages·2009·1.78 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview SIMONE DE BEAUVOIR BĐR GENÇ KIZIN ANILARI OCAK 1908 günü sabahın dördünde, Raspail

SIMONE DE BEAUVOIR BĐR GENÇ KIZIN ANILARI OCAK 1908 günü sabahın dördünde, Raspail bulvarına bakan, beyaz lake mobilyalarla donatılmış bir odada doğdum. Ertesi yaz çekilmiş aile fotoğraflarında, tatlı gülücüklerle bir bebeğe bakmakta olan uzun etekli, şapkaları devekuşu tüyleriyle süslü hanımlarla, kimi hasır, kimi panama şapkalı beyler görülür: Annem, babam, dedem, teyzeler, amcalar, ortalarındaki bebek de ben. O resim çekildiğinde babam otuzundaydı, annem yirmi bir yaşını sürüyordu ve ben, ilk çocuklarıydım. Albümün sayfasını çeviriyorum; bir başka resim: Annemin kucağında benden başka bir bebek. Ben ise, iki buçuk yaşındayım, başımda berem, üstümde pilili bir eteklik; kız kardeşim de yeni doğmuş. Bugün bakıyorum da, bayağı kıskanmışım kardeşimi; ama pek de uzun boylu değil. Anımsayabildiğim kadarıyla, abla olmaktan, evin ilk gözağnsı olmaktan hep böbürlenmişimdir. Kırmızı şapkalı kız kılığına bürününce, elime de çörek dolu bir sepet aldım mı, beşiğe mahkûm bir bebekten çok daha ilgi çekici bulurdum kendimi. O, bana getirilmiş bir küçük kardeşti; oysa ben, o yapma bebek kılıklı yaratığa getirilmiş bir şey değildim. Çocukluğumun ilk yıllarından sadece bir tek izlenimi, o da ancak hayal meyal anımsıyorum. Kırmızı renkler içinde bir anı bu: kıpkırmızı, kara ve sıcacık. Baştan aşağı bir kızıllığa bürünmüştü evimiz. Kırmızı kadife kaplı koltuklar, kırmızı Rönesans stilinde yemek odası, renkli camdan kapıların üzerinde yine kırmızı desenli ipek tüller ve babamın çalışma odasında kırmızı kadifeden perdeler. Evin kutsal bir köşesiydi babamın odası. Bu ürkütücü yer, kara armut ağacından mobilyalarladöşeliydi. Yazı masasının altındaki boşluğa süzülür, bu tozlu, kasvetli köşede büzülüp otururdum. Karanlık ve sıcak bir yerdi. Halının kırmızısı gözlerimi okşardı. Çocukluğumun ilk dönemlerini işte böyle geçirdim. Tüm tehlikelerden uzak, köşeme gizlenmiş; her şeye merakla bakarak, her şeyi merakla elleyerek dünyayı öğreniyordum. Şaşmaz güven duygumun nedeni, Louise'in varlığıydı. Sabahlan beni o giydirir, akşamlan o soyar, benimle aynı odada yatardı. Gençti, alımsız, silik bir kızcağızdı. Gizli kapaklı bir yanı da yoktu; çünkü benim aklımca, Louise'in varolmasının tek nedeni kardeşimle bana bakmaktı. Durup dururken bağırmaz; hele hiç yoktan azarlamazdı beni. ister Luxembourg Parkı'nda kumlarla oynayayım, ister bir Noel akşamı tüm giysileriyle birlikte cennetten inen bebeğim Blondine'e ninniler söyleyeyim: nerede olursak olalım Louise'in telaşsız, güvenli bakışlarıyla beni koruduğunu duyardım. Gün kararmaya başlayınca, yanı başıma oturur; bana rengârenk resimler gösterir, binbir çeşit masal anlatırdı. Onun varlığı ayağımın altındaki toprak kadar gerekli ve doğal geliyordu bana. Bana daha uzak ve daha kaprisli görünen annem, içimde köklü bir sevgiyi bütünlüyordu. Annemin dizlerine oturur, kollarının güzel kokulu yumuşaklığına gömülüp, taze diri tenini öpücüklere boğardım. Bazı geceler odama gelir; tek bir leylakla süslü yeşil tül elbisesi, ya da ışıl ışıl yanan pullu siyah kadife tuvaletiyle bakmaya doyulmayacak bir resim kadar güzel, başucumda dururdu. Bana kızdığı zamanlar, kaşlarını çatar, gözleri öfkeden çakmak çakmak www.cizgidiyari.com olurdu. O güzel yüzüne hiç yaraşmayan bu bakıştan ürker, hep gülümsesin isterdim. Babama gelince, onu pek az görürdüm. Her sabah erkenden çıkar, elinde, dosya dedikleri, dokunulması yasak nesnelerle dolu bir çanta ile Adliyeye giderdi. Ne sakal bırakırdı başkaları gibi, ne de bıyık. Maviş gözlerinin içi gülerdi. Akşamlan gelirken anneme menekşeler getirirdi. Sanlıp öpüşürler, kahkahalarla gülerlerdi. Babam, ilgilendiği zaman benimle de eğlenirdi. Bana C'est üne auto grise'yi ya da Elle avait üne jambe de bois'yı söyletir; türlü hünerler gösterip, burnumdan para çıkarır, avucunda kaybederdi. Pek hoş, pek eğlendirici bulurdum babamı. Benimle oynadığı zaman bayağı sevinirdim; ama yaşamımda çok belirgin bir rolü yoktu. Louise ile annemin başlıca dertleri bana yemek yedirmekti; pek kolay bir iş değildi bu doğrusu. Ağzıma tıkıştırdıklan yiyecekler, dünyayı, gözlerim ya da ellerimle tanıdığımdan daha iyi belletiyordu bana. O muhallebilerin tatsızlığı, yulaf çorbalarının yavanlığı, tereyağıyla ezilmiş ekmeklerin biçimsizliği gözlerimden oluk gibi yaşlar boşandırıyor; etlerin vıcık vıcık yağı, istiridyelerin sümüklü kayganlığı cinleri tepeme üşüştürüyordu. Ağlıyordum, bağırıp ter ter tepiniyor, daha da olmadı, kusuyordum. Sonunda, bu iç bulandırıcı şeyleri yedirmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. Bir yandan da, yenebilecek şeyleri bir güzellik, bir lüks, bir mutluluk haline getiren çocukluğun o ayrıcalığından yararlanmaktan da geri durmuyordum. Vavin Caddesi'nde giderken, şekerci dükkânlarının önünde taş kesilir; camekânlara yapışıp şekerlemelerin ışıltısını, jölelerin buğulu parıltısını, bonbonların rengârenk görünüşünü kendimden geçmişçesine seyrederdim: Yeşiller, kırmızılar, turuncular, morlar; şekerlerin tatlan kadar, renkleri de çekiyordu beni. Annem badem şekerlerini ezer, san bir krema ile karıştırıp bana yedirirdi; şekerlemeleri pembemsi, sayısız tonlara ayrışır, bense bir gurup vaktinin parlaklığını anımsatan bu kremaya coşkuyla kaşığımı daldırırdım. Eve konukların çağırıldığı akşamlarda, oturma odasındaki aynalar, kristal avizenin çevreye saçağı kıvılcımları çoğaltır, bir sonsuzluğa ulaştırırlardı. Annem, keman çalan ve bulut gibi tüllere bürünmüş bir hanımla, çello çalan kuzenine eşlik etmek için piyanonun başına geçerdi. Ben de, ağzımdaki şekerlemenin kabuğunu dişlerimle çıtlatır; damağımı ışıltılara boğan kara frenk üzümünün, ya da ananasın tadını çıkarırdım, îşte o anda, bütün renklere, ışıklara, renk renk eşarplara, bütün mücevherlere, işlemeli dantelaların tüm çeşitlerine sahip olduğumu düşünerek sevinirdim. Bütün şenliğin, bütün şölenin tadını damağımda duyardım. Çeşmelerinin bir oluğundan süt, bir oluğundan bal akan cennet masallarına pek rağbet etmezdim de, Hansel ile Gretel'in pandispanyadan evlerini hasetle düşlerdim. N'olurdu, içinde yaşadığımız şu evrenin tümü yenilecek bir nesne olsaydı, nasıl güçlü olurduk, diye düşünürdüm. Büyüdüğüm zaman, çiçeğe kesmiş badem ağaçlarını çıtır çıtır yemeyi, gün batımının yedi renkli şekerini dişleye dişleye emmeyi kurardım. New York gecelerinin gökyüzüne uzayan neon lambaları, gözüme kocaman şekerlemeler gibi görünür, ağzımı sulandırırdı.Yemek yemek, salt bir öğrenme, bir araştırma ve bir basan, yani sözün tam anlamıyla bir tat alma değil, aynı zamanda da en şakaya gelmez bir görevdi benim için: "Hadi, bir kaşık anneciğinin hatırı için; bu da anneannenin hata için... Eğer doğru dürüst yemezsen, büyüyüp genç kız olamazsın." Beni kapının yanına dikerler, pervaza kalemle boyumu işaretler sonra yeni çentiği bir öncekiyle karşılaştırırlardı, îki üç santim boy atmış olurdum. Hemen pohpohlarlardı, ben de hindi gibi kabarırdım kurumumdan. Ama bu büyüme zaman zaman korkular salardı içime. Güneşin ışıklan cilalı parkeleri oynaş tutup, döşemelerin beyaz lakesini alazladığında gözümü annemin koltuğuna daldınp düşünürdüm: "Boyuna büyüyüp gidersem böyle annemin kucağına oturamam bir daha." Gelecek, bir anda olanca ağırlığıyla çökerdi omuzlarıma. Önümüzdeki yıllar, beni bir başka varlığa dönüştürecekti; bu başka varlık yine "ben" olacak, "benim" gibi olmayacaktı. Gelecekteki bütün ayrılıkları, itilmeleri, yenilgileri, bütün terkedilmişlikleri ve üst üste, çeşit çeşit ölümlerimin yıllar yılı www.cizgidiyari.com birbirini kovalayışını algılardım. "Dedenin hatırı için bir kaşık daha al hadi..." Bütün kuruntular bir yana, önünde sonunda yemekleri mideye indiriyor, aslında büyüdüğüm için de bayağı böbürleniyordum. Bütün ömrümce bebek olarak kalmaya hiç de niyetli değildim doğrusu. Bu ikilem, bu içimdeki çatışma belleğimde öylesine yer etmiş ki, Louise'in anlattığı Charlotte masalı bugün bile en ince ayrıntılarına dek aklımda. Günlerden bir gün, bu Charlotte uyanınca bir de bakmış ki, başucunda kocaman, nerdeyse kendisi kadar bir yumurta. Hem de pembe şekerden yapılma. Bu yumurta, benim de aklımı çeliyordu. Şişkin bir kann gibi, koca bir beşik gibi, üstelik de yenebiliyor. Charlotte, bu yumurtadan başka bir şey yemem de yemem diye tutturmuş; günden güne gül gibi solup, mum gibi eriyerek, parmak kadar kalmış. Öylesine küçülmüş öylesine küçülmüş ki, kâselere düşüp boğulmasına ramak kalmış; hizmetçi yanlışlıkla faraşa süpürdüğü parmak kızı çöp tenekesine boca edivermiş; bir keresinde de, bir fare çekip götürmüş Charlotte'u. Kurtarmışlar. Bütün bunlardan ödü patlayan Charlotte'cuk, başlamış ha babam de babam yemeye. Bir yemiş bir yemiş ki, kimseler yiyecek da-yandıramaz olmuş. Sonunda oburluktan şişmiş de şişmiş, balon gibi bir şey oluvermiş. Anası almış, bu dokunsan patlayıverecek balon fazı, götürmüş doktora. Masal kitabında, doktorun Charlotte'a öğütlediği 10 yiyeceklerin resmine bakarken ağzım sulanırdı: Bir fincan sıcak çikolata, haşlanmış taze yumurta, az pişmiş bir kemik pirzola. Charlotte, bunları yiyince eski haline dönmüş. Masal burada biter, ben de Charlot-te'la birlikte yaşadığım serüvenden, bir parmak çocuk, ardından bir dev anası olmaktan sağ salim kurtulurdum. Gittikçe büyüyor ve artık yazgımın değişmez olduğunu iyiden iyiye farkediyordum: Çocukluk döneminden fırlatılıp atılmaya mahkûmdum sonunda. Aynadaki hayalimden medet umuyordum. Louise, her sabah saçlarımı bukle bukle kıvırıp tarar; ben de lülelerle çevrili yüzüme bakıp bakıp, kendimi pek beğenirdim. Siyah saçla mavi göz, pek sık rastlanır şey değil demişlerdi. Bulunmaz Hint kumaşı olmanın ne denli değerli olduğunu o yaşta bile kestirebiliyordum. Kendimi pek beğeniyor, başkaları da beğensin istiyordum. Eş dost da bu konuda hiç yüzümü kara çıkarmıyor, beni pohpohlayıp şımartıyorlardı. Evimize gelen hanımların, yumuşacık kürklerini okşar, parlak saten giysilerini zevkle ellerdim. Asıl erkek konuklara bayılırdım: o samur gibi bıyıklan, o erkeksi tütün kokulan, o kalın davudi sesleri, hele hele beni ta tavanlara kadar fırlatıp tutuveren güçlü kollan. Erkeklerin ilgisini çekmek için elimden geleni ardıma koymuyordum. Bir yerinde duramazlık, bir merak, bir safdillikle dikkatlerini üzerimde toplamaya çalışıyor, beni çocukluk denilen hapishaneden çekip çıkaracak, büyüklerin arasına sokacak bir tek bakışı, bir tek sözü kaçırmıyordum. Bir akşam, babamın arkadaşlarından biri bizdeyken; Rus salatasına çala kaşık bir giriştim, koca tabağı silip süpürdüm. Adamcağız unutmamış bunu. Yaz tatiline gittiği zaman gönderdiği kartta bile "Simone, Rus salatasını hâlâ eskisi kadar seviyor mu?" diye yazmıştı. Yazılarda bile benden söz edilmesi sevinçten çılgına çevirmişti beni; yere göğe sığamaz olmuştum. Demek dikkati çekiyordum! Sonra bir gün, Notre-Dame-des-Champs kilisesinin önünde bu Bay Dardelle ile karşılasak. Yine bana takılır diye umuyordum. Dönüp, iki çift tatlı söz etsin diye çabaladım durdum; ama nafile! Bu sefer daha da artırdım şamatayı. Sus diye azar işittim bir de üstelik. Böylece her çıkışın bir inişi olduğunu, şanın şöhretin hiç de öyle ömürlü olmadığını pek acı bir deneyle öğrenmiş oldum. Çoğunlukla, bu tür düş kırıklıklarına uğramamam için ellerinden geleni yapardı çevremdekiler. Evde, en ufak bir sözüm, en küçük bir www.cizgidiyari.com 11 davranışım, büyütülür, dillere destan edilirdi. Herkes yaptıklarımı can kulağıyla dinler, büyüyüp de küçülmüşlüğüm ağızdan ağıza dolaştın-lırdı. Dedemler, amcamlar, teyzemler, teyzezadeler, amcazadeler ve daha bir yığın yakın uzak akraba, beni el üzerinde tutmakta, başımı göklere değdirmekte birbirleriyle yarış ederlerdi. Bunlar yetmiyormuş gibi, anladığım kadarıyla, tümen tümen de doğaüstü varlıklar, kutsal bir titizlikle bana kol kanat germekteydiler. Daha yürümeye başlar başlamaz, annem elimden tuttuğu gibi beni doğru kiliseye götürmüş; kimi alçıdan, kimi balmumundan, kimi duvarlara çizilmiş bir sürü Isa, tanrı baba, Meryem Ana tasvirleri ile bir o kadar da melek resmi göstermişti. Bu meleklerden biri de, tıpkı Louise gibi, sadece ve sadece bana göz kulak olmakla görevliydi. Benim altında soluk alıp verdiğim gökyüzüm iyilik dolu bakışlarla üzerine çevrilmiş gözlerden meydana gelen onbin-lerce yıldızla bezenmişti. Yeryüzündeki dertlerimle ilgilenen meleklerim ise annemin kız kardeşi ile annesiydi. Anneannemin elma gibi pembecik pembecik yanakları, kar gibi saçları vardı. Kulaklarında sallantılı elmas küpeler takılıydı. Sert, yuvarlak, renkleri başımı döndüren, hoş kokulu pastiller emerdi. Anneannemi yaşlı olduğu için, teyzemi de genç olduğu için severdim. Lili teyzem, tıpkı küçük kızlar gibi annesi babasıyla beraber otururdu. Büyükler içinde kendime en yakın onu bulurdum. Kırmızı suratlı, kel kafalı, çenesi bir tutam diken gibi sakallı dedem, beni bacağına ata biner gibi oturtup hoplatırdı. Ama sesi öylesine kalın ve boğuktu ki, insan onun neşeli mi, öfkeli mi olduğunu bir türlü sökemezdi. Perşembeleri yemeğe onlara giderdim. Anneannem daima sevdiğim şeyleri pişirmiş olurdu: Ya beyaz salçalı tavuk dolması, ya balık köftesi, ya bizim evde "yüzen ada" denilen tatlıdan... Yemekten sonra dedem, işlemeli koltukta şekerleme yapar, ben de masanın altında sessizce oynanabilecek oyunlar oynardım. Sonra dedem sokağa gider, anneannem de dolaptan sesli topacı çıkarırdı; oynardık. Topacı çevirir, dönerken de üzerine renk renk kartondan kesilmiş halkalar atardık. Daha sonra anneannem "Skitter Efendi" adını taktığı kurşundan dökme bir biblonun arkasına geçer, beyaz, hapa benzer bir şeyi tutuşturur, bu kapsülün içinden yılan gibi tavrım kıvrım, kahverengi bir şeyler çıkardı. Beraberce domino, kızmabirader oynardık. Dedemlerin yemek odası bunaltırdı 12 beni. Antikacı dükkânı gibi tıklım tıklım eşya doluydu; duvarlarda iğne batıracak yer yoktu, çeşit çeşit kanavalar, porselen tabaklar, yağlı boyalar, yeşil bir lahana yığınının üzerine oturtulmuş saman dolu bir hindi. Sehpaların üzerinde kadifeler, dantelalar, iğne oyası örtüler. Hele bakır vazolara hapsedilmiş zambaklar, dokunsalar ağlayacak hale getirirdi beni. Bazen Lili teyzem beni gezmeye götürürdü. Nasıl oldu bilmiyorum, birkaç kere de at yarışlarına gittik. Bir defasında, Issy-les-Mouli-neaux'da yanş seyrederken, gökyüzünde tek kanatlı ve çift kanatlı uçaklar gördüm. Lili teyzemle pek iyi anlaşıyor, pek iyi geçiniyorduk. Çocukluğumun en güzel anılarından biri de, Haute-Mame'a, Châteauvil-lain'deki anneannemin kardeşine gidişirnizdir. iyiden iyiye yaşlanmış olan Alice teyze, kocasını ve kızını çoktan kaybetmiş, koskoca bahçenin içindeki koskoca evde tek başına ömrünü tüketiyordu. Teyzemin oturduğu küçük kasaba, daracık sokakları, alçacık evleri ile masal kitaplarındaki resimlere benziyordu. Üzerleri yonca ya da yürek şeklinde o-yulmuş tahta pencere kepenkleri çeşitli biçimlerde, süslü kancalarla duvarlara tutturulur; kapılar, el şeklindeki pirinç tokmaklarla çalınır; geyiklerin dolaştığı parka oymalı bir kapıdan girilir; eski www.cizgidiyari.com taş kule yaban sarmaşıklarıyla örtülürdü. Kasabanın bütün yaşlı hanımları bana bayılmışlardı. Matmazel Elise, kalp biçiminde kesilmiş kurabiyeler getirir; Matmazel Marthe, cam bir kutunun içindeki sihirli fare ile oyunlar yapardı: Bir kâğıdın üzerine istediğimiz soruyu yazıp, cam kutunun kenarındaki aralıktan içeri atıyordu. Fare, birden dönmeye başlıyor, dönüyor, dönüyor; sonra burnu bir noktaya bakarak duruyordu. Farenin dönük olduğu yönde, üzerinde cevap yazılı kâğıdı buluyorduk. Bütün bunların içinde en hoşuma gideni de, Doktor Masse'ın tavuklarıydı. Bu tavuklar her sabah, üzerinde kara kalemle resimler çizilmiş yumurtalar yumurtluyorlardı. inanmayanlara, "Ama ben kendi ellerimle aldım yumurtayı tavuğun altından!" diye diretiyordum. Alice teyzenin bahçesindeki, dikkatle budanmış porsuk ağaçlarına, şimşir ağaçlarının kokusuna bayılıyordum. Hele, taştan bir masa vardı, en çok onu seviyordum. Bir sabah fırtına koptu. Lili teyzemle yemek odasında oynuyorduk. Tam o sırada eve yıldırım düştü. Bana gurur veren, önemli bir olaydı bu. Ne zaman bu tür bir şeyler olsa, hiç değilse bir kimse, bir kişi olduğumu 13içten içe duyuyor, bir hoşnutluğa gömülüyordum. Bahçedeki helaların duvarını akasyalar sarmıştı. Bir sabah Alice teyze, o kuru, çatlak sesiyle seslendi. Yere bir çiçek düşmüştü. Teyzem, "Bunu sen kopardın," diye azarladı beni. Bahçedeki çiçekleri koparmanın, sonu nerelere varacak bir suç olduğunu biliyordum. Ama bu kez, ben koparmamıştım yerdeki çiçeği. "Ben yapmadım" dedim. Ama gel de Alice teyzeye laf anlat Lili teyzem, canla başla savundu beni. Orada anamın babamın yerini tutan ve bana karışmaya hakkı olan tek kişi Lili teyzemdi. Alice teyze ise, çil basmış kara san suratı ile, küçük çocukları dikenli fıçılara atan kötülük perileri soyundandı. Benim için, iyilik perisiyle kötülük perisinin nasıl diş dişe çatıştığını büyük bir hazla seyrediyordum. Paris'e gittiğimizde de, hem annemler, hem anneannemler benden yana çıktılar da, önünde sonunda erdemin zafere ulaşacağına bir daha inandırdılar beni. Okşanıp sevilerek, şımartılıp korunarak, yaşamın doyulmaz, tükenmek bilmez tatlarını tadarak, çılgınca bir neşeyi, çılgınca bir mutluluğu sürdürüyordum. Ama yine de, arada bir işler ters gider; öfkeden suratım mosmor olur, ağlayıp tepinerek yerlere atardım kendimi. Hiç unutmam; üç buçuk dört yaşlanndaydım. Divonne-les-Bains'deki büyük otelin güneşli taraçasında yemek yiyorduk. Önüme bir kırmızı erik koydular. Ben de kabuğunu soymaya başladım. Annem "Hayır, olmaz" dedi. Demesiyle kendimi yerden yere vurmam bir oldu. Bir keresinde de, Bourcicaut alanında kumlarla oynamama Louise izin vermedi diye, Raspail bulvarını bir boydan bir boya ağlayıp haykırarak, tepinip sürüklenerek geçmiştim. Cinler böylesine tepeme üşüştüğü zaman, ne annemin gözlerini devirmesi, ne Louise'in azarlamaları, hatta ne de babamın işe karışması para ederdi. Luxembourg Parkı'nda bazen bir tutturur, saatlerce ağlayıp tepinirdim de, çevremize toplanan hanımlarla dadılar, Loui-se'i bayağı ayıplayıp kınar, bana eza cefa ettiğine inanırlardı. Bir keresinde, yaşlıca bir hanım "Ah zavallı yavrucak" diye hayıflanarak elime şeker tutuşturmuştu. Tutup kadıncağıza teşekkür edeceğime, kaba etlerine bir tekme savurmuştum. Bu olayı büyüttükçe büyüttüler. Etli göbekli, sakallı, bıyıklı teyze hanım, tuttu, La Poupe Modğle'ds bile yazdı bunu. Annem babam gibi, ben de bir çeşit dinsel saygı duyardım kitaplara, der-. gilere, yazılara. Louise, kıssadan hisse benim yaptıklarımı anlatan eğitici yazıyı okurken, önemli biri olduğum duygusuna kapılırdım. Ama 14 sonra bir kurttur düştü içime: Teyzem "Louise'cik, yitirdiği kuzusu ne zaman aklına düşse, ağlamaya başlardı," diye yazmışa. Oysa Louise hiç ağlamazdı; üstelik kuzuları da yoktu. Hem beni de çok severdi. Sonra nasıl olurdu da, bir küçük kız kuzu olurdu? O günden sonra, www.cizgidiyari.com edebiyatın gerçeklikle pek kuşkulu ilintileri olabileceği burgusu girdi içime. Bu patlamalarımın, bu hoyratlıklarımın nerden geldiğini, ne anlam taşıdığını sık sık kurcalamışımdır. Sanırım bu davranışlarımın bir nedeni, bugün bile bir türlü sıyırıp atamadığım bir aşırılık, dizginleyeme-diğim anlık öfkelere, anlık duygulara sürüklenmem olmuştur. Bir şeyi sevmedim mi, onu gördüğüm zaman tüylerim diken diken olur, işi kusmaya dek götürürdüm. Ama sevdiğim şeyi de, bir tutku, bir saplantı haline getirirdim. Sevdiklerimle nefret ettiklerim arasında ulaşılmaz, aşılmaz uçurumlar vardı. Çoktan yoka düşmeye, mutluluğun mutsuzluğa dönüşmesine kayıtsız kalamaz; bu değişimleri ancak kaçınılmaz olduklarına inandığım zaman kabullenebilirdim. Hiçbir zaman, bir nesneye öfkemi boşaltamadım. Ama sözcük denilen, o kaypak, o belirsiz güce boyun eğmeye de hiç yanaşmadım. "Şunu yapmalısın...", "Şunu yapmamalısın" gibi donuk, cansız, sıradan sözlerle başlayan bir deyişin, bütün planlarımı altüst etmesine, bütün mutluluğuma zehirler saçmasına da-yanamıyordum bir türlü. Yumruklarla, tepinmelerle karşı koymaya çalıştığım buyrukların ve yasakların keyfiliği, tutarsızlıklarının en iyi kanıtıydı aklımca: Öyle ya, dün şeftali soydum, bir şey demediler de, bugün erik soymama ne demeye engel olurlar? istedikleri anda oyunu bırakmam neden gerekli? Karşıma sürekli zorlamalarla çıkıyorlardı, zorunluluklarla değil. Bir kurşun ağırlığıyla ruhuma çöken bu yasalar karşısında, onulmaz bir çaresizlik duygusuna kapılıyor, sınırsız bir boşluk kuyusuna yuvarlanıyor, tüm benliğim öfkeden sarsılıyordu. Kollarımı bacaklarımı dört yana açarak kendimi yerden yere atıyor, ne idüğü belirsiz bu gücün baskısına etimle, kemiğimle, olanca ağırlığımla karşı koymaya çalışıyor; bu belirsiz gücü elle tutulur bir kalıba girmeye zorluyordum: Kolumdan çekip götürürler, uzun saplı süpürgelerin, tüylü toz fırçalarının durduğu dolaba hapsederlerdi. O karanlık dolaba kapatılınca, hiç değilse, bir başkasının keyfi saçmalıklarına değil de, gerçek duvarlara sallayabiliyordum yumruklarımı, tekmelerimi. Bütün çabamın, bütün mücadelemin boşuna olduğunu da biliyordum. Daha annem, 15eriği elimden alır almaz, ya da Louise kovamla küreğimi elindeki sepete tıkar tıkmaz, yenik düştüğümü anlıyordum. Anlıyordum ama, yiğitliği elden bırakmayı da yediremiyordum kendime. Sonuna dek, canla başla sürdürüyordum savaşımı. Ter ter tepinmelerim, gözlerimden ip gibi boşanan yaşlar, zamanla mekânın zincirlerini kırıyor, kısıtlamaları yok ediyor; ulaşmak istediğim nesne ile aramdaki tüm engelleri ortadan kaldırıyordu. Çaresizliğimin giderek büyüyen karanlığı içinde boğuluyordum. Bitip tükenmek bilmez haykırmalarımdan, sonu gelmez çığlıklarımdan, yoğunlaşan yalın benliğimden Öte hiçbir şey kalmıyordu geride. Büyüklerin sadece iradelerinin ve isteklerinin değil, vicdanlarının da oyuncağı oluyordum. Canlan istedi mi, bir iyilik, bir şefkat aynası sırçalıyorlar; ben olmaktan çıkmış bir beni, isteyip istemediğime bakmadan o aynaya yansıtıyorlardı. Daha da ötesi, bir çeşit büyülerle beni bir hayvan, bir nesne kılığına da bürüyebiliyorlardı. Hanımın biri, kaba etlerimi tutup tutup, "Ama ne de güzel bacakları var bu kızın!" demişti bir gün. "Aptal kocakarı! Beni tencerede kaynayan tavuk mu sandı ne!" di-yebilseydim eğer, rahatlayacaktım. Ama olduğu olacağı üç yıllık yaşantımla, bu budala, bu boş sese, bu aptal sırıtışa karşı koyacak hiçbir gücüm, hiçbir çözümüm yoktu. Bağırıp haykırarak kendimi yerlere atmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden o zaman. Sonraları, kendime başka savunma yollan da buldum; buldum ama, bu sefer büsbütün huzur kaçkını olup çıktım. Tepemin atması için, birinin bana bebekmişim gibi davranması yetip de artıyordu, isterse bildiklerim yetersiz olsun, isterse yeteneklerim bir noktada çakılıp kalsın; ben yine de kendimi büyümüş görüyordum. Bir gün, benimle nasıl konuşacağını, hiç mi hiç kestiremeyen Marguerite teyzemin elini tutmuş Saint-Sulpice alanından geçerken, "Bana ne gözle bakıyor acaba" diye düşündüm birden ve müthiş bir üstünlük duygusuna kapıldım. Çünkü ben kendimin ne olduğunu, ta içimi, yüreğimi biliyordum; oysa o, bilmiyordu. Dış görünüşe aldamyor, daha olgunlaşmamış, www.cizgidiyari.com yetişmemiş bedenimin içinde, hiçbir şeyin eksik olmadığını aklına bile getirmiyordu. Daha yaşlandığım zaman, beş yaşındaki bir çocuğun, bütünlenmiş bir birey olduğunu, kendine özgü bir kişiliği bulunduğunu hiç aklımdan çıkarmamayı kafama iyice koydum. Ama gel de sen bunu büyüklere anlat. Şöyle bir tepeden tepeden bakarak konuşmaya başlamazlar mıydı, şöyle bir alçak dağlan biz yarattık gibilerden, 16 sanki lütufta bulunuyormuşçasına yanıma gelmezler miydi, tepemin tası atardı. Döşeğe çakılı, yatalak bir acuze kadar tersleşir, naletleşirdim. Anneannemle iskambil oynarken mahsustan bana yenilse, ya da Lili teyzem parmak kadar çocuğun bilebileceği bulmacalar sormaya başlasa, öfkemden çılgına dönerdim. Büyüklerin hep rol yaptığından kuşkulanır, beni hoşnut etmek için oynadıkları rollere gerçekten inanacak kadar safdil olmadıklarına da güvendiğimden, el birliğiyle beni küçük düşürmeye, benimle dalga geçmeye çalıştıktarı kanısına kapılırdım. Bir doğum günü yemeğinde, dedem, sağlığına kadeh kaldırmamı isteyince, sinir nöbetleri geçirmiştim. Bir başka gün, kan ter içinde koşarken, Louise'in mendilini çıkarıp alnımı kurulaması, çılgına çevirmişti beni. Kollarından kurtulduğum gibi kaçmıştım: Üstüme düşmesinin yapmacık olduğu inanandaydım. Doğru ya da yanlış, karşımdakilerin, benim saflığımdan yararlanarak bana bir şeyler yaptırmaya yeltendiklerinden bir kere kuşkulandım mı, öldürseler denileni yapmaz, tekme tokat girişirdim çevremdekilere. Benim bu ölçüsüzlüğüme sinirlenirlerdi. Beni azarlarlar, arada bir ceza bile verirlerdi, kırk yılın bir başı da, cennetten çıkma bir tokat yediğim olurdu. Annem, "Simone'a parmağınızı kaldırsanız, suratı mosmor kesiliyor" derdi. Günün birinde sabrı tükenen amcalarımdan biri, işi ele aldı. Dayak yemek beni öylesine şaşkına çevirmiş, öylesine dilim tutulmuştu ki, bir anda susuverdim. Beni bu saçma sapan davranışlardan sıyırmak annem babam için pek kolaydı; ama bu halimi bir türlü ciddiye almazlardı ki. Babam, bir oyuncuya öykünerek, sesini değiştirip "Bu çocuk adam olmaz" demeye bayılırdı. "Simone katır gibi inatçıdır" derlerdi. Bütün bunlar, işime geliyordu. Her türlü kaprisi kendime hak sayıyor, sırf söz dinlememiş olmak için söz dinlemiyordum. Akrabaların, eşin dostun resimlerine dilimi çıkarır, sırtımı dönü dönüverirdim; herkes de gülerdi bana. Bu ufak tefek üstünlükler, basanlar, yasaların, kuralların ve uyumlu bir düzenin aşılamaz nesneler olmadığına iyiden iyiye inandırıyordu beni. Tüm çekip çevirmelere karşın, içimde sürüp gitmekte diretmiş bir iyimserliğin kökünde işte bu inançlar yatar. Yenik düştüğüm zaman ise, ne kendimi küçülmüş buluyor, ne de bir eziklik duyuyordum. Artık gözlerimde yaş kalmayıp ağlamam kesil- 17diği, sesim kısılıp feryatlarım dindiği zaman boyun eğdiğimde, öylesine bitkin düşüyordum ki, yitirdiklerime yanıp yakılacak halim kalmıyordu. Hatta bütün bu patırtının neden koptuğunu bile hatırlamadığım oluyordu. Bugün bile belirli bir nedenle kanıtlayamadığım o aşırılıklarım, geride sadece bir pişmanlık bırakıyor; hemen bağışlandığım için de, bu pişmanlık pek uzun sürmüyordu. Bir bütün içinde düşünülürse, bütün hırçınlıklarım, bütün hoyratlıklarım, beni kısıtlayan kurallarla, yasalarla bir ödeşme oluyor ve beni, dipsiz kinlere, garazlara düşmekten alıkoyuyordu. Otoriteye hiçbir zaman ciddi olarak karşı gelmedim. Sadece, büyükler, benim küçüklüğümden yararlanıyor sandığım zamanlar, onlardan kuşkulandım, başkaldırdım. Ama çevremdekilerin değerlerini ve yeteneklerini, üstünlüklerini sorgusuz sualsiz kabul ediyordum. Dünyam iki ana bölüme ayrılmıştı: iyilik ve Kötülük. Ben, mutlulukla erdemin ayrışmaz bir www.cizgidiyari.com beraberliği sürdürdükleri iyilik dünyasında yaşıyordum. Belirli acılar duyduğum oluyordu tabii; bunları hak edecek bir şey yapmadığıma da inanıyordum. Örneğin kafamı bir yere çarpıp şişiriyor, dirseğimi incitiyordum. Bir keresinde, egzama oldum, yüzüm bozuldu. Bir keresinde, doktor, siğillerimi yaktı, cıyak cıyak bağırdım. Ama bütün bu olaylar çabucak unutuluyor ve insanın, hak ettiği mutluluğu ya da acıyı bulacağı inancımı sarsmıyordu. Erdemle böylesine iç içe yaşamak, bana iyiliğin çeşitli dereceleri ve çeşitli biçimleri olduğunu öğretmişti. Ben cici, iyi bir kızcağızdım; arada bir kusur ettiğim de oluyordu. Alice teyzem, akşamdan sabaha, sabahtan akşama dua eder dururdu, cennete gidecekti dosdoğru; ama yine de, bana haksızlık etmişti. Sevgi ve saygı duymam gereken kişiler arasında, annemle babamın şu ya da bu nedenle aforoz ettiği kimseler de vardı. Anneannemle dedem bile, zaman zaman annemlerin dilinden kur-tulamıyorlardı. Anneannemler, annemlerin çok sık görüştüğü, benim de pek sevdiğim bir akrabamızla bozuşmuşlardı. Bu yüzden annemlerle tartışmışlardı. "Kavga" sözünden nefret ederdim. Hem insanlar neden kavga ediyorlardı? Ve nasıl kavga ediyorlardı? "Dalaşmak" sözcüğü de bana, hiç hoş olmayan bir tarzda dolaşmış yün yumaklan anımsatıyordu. Dalaşmak ve kavga etmek, en çok pişmanlık uyandıracak hareketler-miş gibi gelirdi. Bu gibi durumlarda hep annemin tarafını tutardım. Lili teyzem, "Dün kimleri gördünüz bakayım?" diye sorardı. "Söylemeyeceğim işte, annem sakın söyleme diye tembihledi" derdim. Anneannemle teyzem anlamlı anlamlı bakışırlardı. Bazen de, "Annen de boyuna bir yerlere gidiyor, değil mi?" diye tuhaf tuhaf takılırlardı. Seslerindeki burukluk, küçümseyici ton, onları gözümden düşürür, ama anneme olan sevgimi saygımı hiçbir şekilde eksiltmezdi. Ama bu davranışları, onlara olan sevgimi de yok etmiyordu. Bunu doğal buluyor; ikinci sınıf insanların bu tür yanlışlara düşmesinden bayağı hoşlanıyordum. Çünkü, bence tanrılara özgü o mükemmellik, erdemlilik, yanılmazlık, sadece Louise ve annemle babamda varolan bir nitelikti. iyilikle kötülük arasında alevden bir bıçak sırtı gibi kesin ayrım vardı. Hiçbir zaman iyi ile kötünün karşı karşıya geldiğini görmemiştim. Bazen annemle babamın sesleri yükselir, öfkelerine, kızgınlıklarına bakıp bakıp, en yakınların arasında bile bir kara kedi olduğuna hükmederdim. Bu kara kedinin kim olduğunu, ya da tatsızlıkların çıkması için ne gibi günahlar işlenmiş bulunduğunu kestiremiyordum. Kötülük, saygılı bir uzaklığı sürdürüyordu hep. Kötülük temsilcilerini ancak Şeytan, Cadı, Öcü gibi efsanevi kişiler olarak düşleyebiliyordum... Onları etten kemikten birer varlık olarak karşımda göremediğim, elimle dokunup duyamadığım için, birer kavram, birer anlam haline indirgemiştim. Kötü, kötülük yapar diye bellemiştim bir kez. Bu, ateşin yakması gibi doğal, kaçınılmaz, sorgusuz sualsiz kabul edilmesi gereken bir durumdu. Cehennem kötülerin gitmesi mutlak yer ve bitip tükenmez acılar, işkenceler de kötülüklerin bozulmaz yazgısıydı. Kötülerin acı çekmesine üzülmek, onlara acımak, bir anlamda tanrıya karşı çıkmak gibi geliyordu bana. Gerçekten de, ne Cücelerin Pamuk Prenses'in analığına giydirdikleri kızgın kordan ayakkabılar, ne büyücü Lucifer'i yakıp kavuran cehennem alevleri, kafamda bir fizik acı düşüncesi uyandırmıyordu. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte Araplar, devanaları, cadılar, şeytanlar, üvey analar ve işkence yapanlar, bütün bu insandışı yaratıklar, soyut bir gücü temsil ediyorlardı. Hak ettikleri yenilgilerin de yine soyutlanmış acılarla yoğunlaştığına inanıyordum. Louise ve kardeşimle beraber Lyon'a giderken, en sonunda kötülükle yüzyüze geleceğim umudunu besliyordum. Uzak bir akraba çağırmıştı bizi. Şehrin hemen dışındaki koca bir parkın içindeydi evleri. 18 www.cizgidiyari.com 19Annem, gideceğimiz evdeki çocukların öksüz olduğunu, anneleri olmadığını, her zaman terbiyeli davranmadıklarını ve bazı geceler dua etmeyi unuttuklarını söylemişti bana. Ben dua ederken, benimle alay ederlerse alınmamam gerektiğini, çünkü yaşlıca bir tıp profesörü olan babalarının tanrıya inanmadığını anlatmıştı. Kendimi, aslanların önüne atılmak üzere olan, beyazlara bürünmüş Azize Blondine gibi görüyordum, ama hiç kimse çıkıp da beni Azize payesine erdirecek bir şeyler yapmıyordu. Sirmione Amca sokağa çıkarken, "Allaha ısmarladık" dediğine göre, tanrıyı inkâr ediyor olamazdı. Yaşlan on ile yirmi arasında değişen kuzenlerimin ise, gerçekten de tuhaf huylan vardı. Bahçe parmaklıklarının arasından, dışarda sokakta oynayan çocuklara taş atarlar; boyuna birbirleriyle kavga edip dövüşürler, geri zekâlı evlatlık kıza yapmadıklarını komazlar, geceleri, kızcağızı korkutmak için babalarının çalışma odasında duran çarşafa sarılı iskeleti sürüyerek dışarı çıkarırlardı. Bu davranışlarından pek de hoşlanmamakla beraber yaptıklarını hepten zararlı da bulmuyordum. Kuzenlerimde bulacağımı sandığım, kötülüğün o kapkara uçurumlarıyla karşılaşmamıştım. Ben bir yana çekiliyor, bahçedeki ortancaların arasında kendi kendime oyunlar oynuyordum. Yaşamın çileli yanlarından yine uzaktım. Ama bir akşam, dünyanın sonu geldi sandım. Annemler de oraya gelmişlerdi. Öğleden sonra Louise, kardeşimle beni panayır yerine götürmüş, pek eğlenmiştik. Hava kararırken eve yollandık. Konuşa güle yürüyorduk. Ben de bir yandan, saç örgüsü biçimindeki şekerlememi çiğniyordum. Birden yolun dönemecinde annem çıktı karşımıza. Başına yeşil muslinden bir eşarp bağlamıştı. Üst dudağı da şişti. Eve bu saatte mi dönülür, diye sordu bize. Annem evin büyüğü idi, üstelik "Madam" di. Onun için Louise'i azarlamaya hakkı vardı. Yine de, sesinin tonunu, dudağındaki şişi pek beğenmedim. Louise'in sabırlı gözlerinde, dostça olmayan bir ışıltının yanıp sönmesinden hoşlanmadım. O akşam, yoksa bir başka akşam mıydı bilemiyorum, iki olay öylesine birbirine bağlanmış ki kafamda, hep karıştırıyorum. Louise, ben, bir de bir başkası, bahçedeydik. Evin cephesi karanlıktı. Bir tek odada ışık vardı. Cam açıktı, içerde iki kişi dolaşıyor, seslerinin gittikçe yükseldiğini duyuyorduk. "Hanımefendiyle beyefendi yine kavga ediyorlar" dedi Louise. O anda bütün dünya başıma yıkılıyor sandım. Annemle babamın birbirlerine 20 düşman olması, Louise'in de ikisine birden düşman olması olmayacak şeydi. Olmayacak gibi gelen şeyler oluverince de, cennetle cehennem birbirine karışıyor, karanlıkla aydınlık ayrılamıyordu. Dünyanın ilk dönmeye başladığı zamanki karmaşa içinde kaybetmeye başladım kendimi. Bu kâbus uzun sürmedi. Ertesi sabah, annemle babanı her zaman olduğu gibi konuşup gülüşüyorlardı. Louise'in alaycı tavrı, yüreğime taş gibi oturmuştu ama, bunu elimden geldiğince unutmaya çalışıyordum. Unutkanlık zindanına kapatabildiğim pek çok ufak tefek olay oluyordu. Çocukluğumu anımsadığım zamanlar, çok derinden duyup yaşadığım olayları sessizce geçiştirme yeteneğim çıkar hep ön plana. Çevremdeki dünya, belirli dayanak noktalan üzerine oturtulmuş ve kesin çizgilerle bölünmüş, uyumlu, düzenü bir dünya idi. Bu dünyada, belirsizliğe, tarafsızlığa, orta kararlılığa yer yoktu. Her şey ya beyaz, ya siyah, ya hep, ya hiçti. Hainle kahraman arasında bir üçüncü tanım, dinsizle aziz arasında bir üçüncü inançlı olamazdı. Yenilemeyen meyvelerin tümü zehirliydi. Hiç hoşlanmadığım büyük teyzelerim de dahil, ailenin bütün kişilerini "sevdiğim" söylenirdi. Oysa deneylerim, bu gerçekleri boyuna www.cizgidiyari.com yalanlıyordu. Beyazın, gerçekten beyaz olduğu pek enderdi. Kötülüğün karası ise parlak lekelerle boza çalıyordu. Nereye baksam, saf bir beyaz, ya da zifiri bir kara görmüyor, hep bozlar, hep kırçıllar içinde döneniyordum. Bu renkleri, bu tonları tanımlamaya çalıştığım zaman da, sözcükler seçmem gerekiyor ve kendimi bir kemikleşmiş kavramlar dünyasında buluveriyordum. Kendi gözlerimle gördüğüm, kendi başımdan geçen her şeyi, şu ya da bu şekilde katı, köşeli bir sınıfa sokmak gerekiyordu. Düzmeceler ve klişeleşmiş fikirler, gerçeklere ağır basıyor; gerçekleri bir türlü sağlam yere oturtamayınca da, bir anlamsızlık içinde yitip gitmelerine göz yummak durumunda kalıyordum. Dil konusunda herhangi bir bağlantıya girmeden, sözlerin gerçeğin tam karşılığı olduğunu kabullenmiştim. Bu yanlış düşünceye, büyükler sebep olmuştu, çünkü onların mutlak gerçeği bildiklerine inanıyordum. Onlar da bir şeyi tanımlarken, özünü çekip çıkarıyorlardı, tıpkı bir meyvenin suyunu sıkıp çıkarır gibi. Öylesine kuvvetle konuşuyorlardı ki, sözcük ile nesne arasında, herhangi bir yanlışın sızabileceği bir aralık, 21bir boşluk olamazdı, işte bu yüzden kuşkulanmamı gerektirecek durumlarda dahi, sözcük karşısında boyun eğiyor, anlamını araştırıp soruşturmadan kabulleniyordum. Sirmione Amcanın çocuklarından ikisi, çubuk biçimindeki şekerleri eme eme yiyorlardı. "Müshil bu" dediler. Seslerinin tonundan, benimle alay ettikleri belliydi; yine de kullandıkları sözcük kafama bir çengel gibi takıldı. O günden sonra çubuk şeklinde şekerleri sevmez oldum; çünkü sonunda şekerle ilaç arasında belirsiz bir bağ kurmuştum. Ama bir keresinde, sözcükler mantığımı alt edemediler. Köye tatile gittiğimiz zaman, beni sık sık küçük bir kuzenimle oynamaya götürürlerdi. Çocuk, koskoca bahçesi olan çok güzel bir evde oturuyordu. Onunla oynamaktan bayağı hoşlanıyordum. Bir akşam babam, "Bu oğlan yarım akıllı" dedi. Benden epeyce büyük olan Cendri, bana normal geliyordu; çünkü onu yakından tanıyordum. Daha önce bir yarım akıllı görüp görmemiş olduğumu hatırlamıyorum. Budalanın ne demek olduğunu da söyleyip söylemediklerini anımsamıyorum. Budala dendiği zaman, gözlerimin önüne, hep ağzından salyaları akan, yavan yavan sırıtan, boş boş bakan biri gelirdi. Cendri ile ilk karşılaştığımızda, kafamdaki bu hayali onun suratına yerleştirmeye çalıştım, oturmadı. Belki de dış görünüşünden bir şey anlaşılmıyordu ama, iç yapısı budala tanımına uyuyordu. Ama bir türlü inanamıyordum buna. Kafamı kurcalayan bu sorunu çözmek, biraz da babamın arkadaşıma hakaret etmesinden gelen öfkeye yön vermek için Cendri'nin büyükannesine sordum: "Cendri'nin yarım akıllı olduğu doğru mu?" Sinirlendi, "Tabii ki değil!" dedi. Torununu o tanımayacaktı da, kim tanıyacaktı? Öyleyse, babam mı yanılıyordu acaba? Kafam iyiden iyiye karıştı. Cendri'ye öyle canı yürekten bağlı değildim. Bu olay da, beni şaşırtmış olmakla beraber, pek fazla etkilememişti. Sözcüklerin kötülük saçan anlamını, ancak karabasan gibi yüreğime çöktükleri zaman kavrayabiliyordum. Annem, portakal rengi bir elbise diktirmişti. Tango rengi entari diye ad takmıştık. Louise, yolun bir tarafından öte tarafına, hizmetçiye seslendi: "Madamın bugünkü kılığını gördün mü? Amma da eksantrik haa!" Yine bir başka gün, Louise merdivenin dibinde kapıcının kızıyla başbaşa vermiş, dedikodu yapıyordu. Annem de, iki kat yukarıda, piyano çalıp, 22 şarkı söylüyordu. Louise "Aman!" dedi. "Madam başladı yine karga gibi ötmeye!" Eksantrik. Karga. Bu sözler, müthiş korkunç geliyordu bana. Bu sözlerin annemle, o güzel, zarif, www.cizgidiyari.com

Description:
bir beşik gibi, üstelik de yenebiliyor. kapabiliyordu ancak. Louise'lerin ufacık odasında, bir pirinç karyola, bir beşik, bir masa, masanın üzerinde
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.