ebook img

Sevgili Milena Mektuplar PDF

63 Pages·0.426 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Sevgili Milena Mektuplar

FRANZ KAFKA "SEVGĐLĐ MĐLENA" MEKTUPLAR Türkçesi: Adalet Cimcoz say KĐTAP USTUNE Franz Kafka'nın anadili Almancaydı, Almanca yazardı yazılarını. Milena, Kafka'nın değerini daha o zaman anlamış, bunları Çekçeye çevirmeye başlamıştı. Tanışmaları bu yüzden oldu. 1920 yılında, Kafka ciğerlerinden hastalanmış, Meran'da dinleniyordu. Milena Viyana'daydı. Birbirlerini görmeden mektuplaşmaya başladılar; dostça başlayan mektuplaşmalar kısa bir süre sonra tutkulu bir sevgiye döndü. Aslında bu sevgi yalnız mektuplarda kaldı. (Kierkegard ya da Werther'in sevgisi gibi.) Üç yıl sürdü mektuplaşmalar; iki ya da üç kez buluşabildiler. Kafka bir sürü iç çatışmalar, bunalmalar içindeydi. Her buluşmadan sonra büyük bir günah işlemiş sanır, suçlu görürdü kendini; tiksinir, üzülür gene de özlerdi. Milena o sıralarda evliydi; Kafka da nişanlıydı. (Kafka bir kızla iki kez olmak üzere üç kez nişanlanmıştır.) Ama çok sonraları bambaşka bir kızla, Dora Dymant adında bir Yahudi kızıyla evlendi. Kafka'nın son günleri Milena gibi yal- nız geçmedi; çok hastaydı, ama gözünün içine bakan karısı Dora vardı yanında, bir de arkadaşı Dr. Klopstock. Acıları dayanılmaz duruma gelince, doktorun kendisine verdiği sözü anımsatarak şu sözleri söylemişti Kafka; "Çektirme, öldür beni, öldürmezsen katil sayılırsın." Milena soylu bir Çek ana babadan geliyordu. Yurdu için dövüşen büyükbabasını Almanlar kurşuna dizmişti. Kocasıyla mutlu değildi. Milena'nm yakın bir arkadaşı olan ve bu mektupları yayınlayan Willy Hass şöyle anlatıyordu Mile-na'yı: "StendhaFın eski Đtalyan kroniklerinden alıp romanlarına aktardığı tiplere benzerdi Milena. Tutkuluydu, gözü-pek, akıllı ve kararlarında çok soğukkanlıydı. Arkadaş olarak bulunmaz bir kadındı: yardımı seven, kendini yüzde yüz vermesini bilen, ama öylesine de almasını isteyen bir kadın! Tutkuları için her şeyi göze alır, düşüncesiz davranırdı. Yarını yoğunu cömertçe harcamış bir insandı: Yaşamını, parasını, duygularını.»" Bu mektupları Milena 1939 yılında W. Hass'a vermiştir. Hass'm dediğine göre, tarihsiz mektupların bir düzene konulması çok zor olmuş. Ne yazık ki, Hass mektuplarda okunabilecek şekilde karalanmış satırları almamış kitaba, yaşayan kişiler üstüne yazılan bölümleri de çıkartmıştır. Arada bir iki mektubun eksik olduğunu da bir yere bağlanmayan, havada kalan tümcelerden anlıyoruz; bu eksik mektupları Milena vermemiş olacak. Ne yazık ki, Milena'nın Kafka'ya yazdığı mektuplar yok elimizde, ne olduğu bilinmiyor bu mektupların. Milena sonradan kocasından ayrılmıştı, "Hitler yıllarında" Yahudi dostu diye onu toplama kampına aldılar. 17 Mayıs 1944'te - özgürlüğe kavuşamadan - öldü. Adalet CĐMCOZ Meran - Untermais Ottoburg Pansiyonu Sevgili Bayan Milena, Size Prag'dan, sonra da Meran'dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız - onun için yazıyorum bugün-sakın kırmış olmayayım sizi? (Ne kaba bir elim olmalı ki, isteklerime böyle aykırı davransın.) Ya da -daha kötüsü- "Bugünlerde biraz soluk alıyorum" demiştiniz, belki bu iyi günleriniz geçti, gene sıkıntılarınız başladı belki, kim bilir? Sizi kırmış olmam kuşkusu yersiz, biliyorum, söyleyecek sözüm de yok bu konuda; ama rahatsızsanız, ne fena, öğüt de veremem - ben kim, öğüt vermek kim?- yalnız şunu sormak istiyorum: Neden biraz ayrılmıyorsunuz Viyana'dan? Başkaları gibi Yurtsuz değilsiniz ki! Bohemya'ya gidip dinlenemez misiniz? Ama belki bilmediğim nedenlerden ötürü Bohemya'ya gitmek istemezsiniz, öyleyse başka bir yere gidin... Meran'a gelsenize! Hiç geldiniz mi buraya? Đki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: "Üzülme, iyiyim", ya da yazacaksınız bana. Ne tuhaf... yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede, masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi anımsıyorum. Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim. Candan Kafka Sevgili Bayan Milena, Çevirilerle didiniyorsunuz o sıkıntılı Viyana dünyasının içinde. Bir bakıma utanç, bir bakıma da mutluluk veriyor bu bana. Bu arada Wolff dan (*) mektup almış olmanız gerekir, yazacağını çok önceleri bildirmişti bana. Bir katalogda adı geçen "Öldüren" öyküsü benim değil, bir yanlışlık olacak; ama en iyi öyküm olduğuna bakılırsa, belki de doğrudur, bilmiyorum. Son mektubunuzla ondan bir öncekinden anladığıma göre üzüntüleriniz, sıkıntılarınız geçmiş, kocanı-zmkiler de öyle olmalı, ikiniz için de bunu ne denli dilerim bilseniz. Bir pazar öğleden sonrası geliyor usuma, yıllar önceydi, rıhtımda miskin miskin bir aşağı bir yukarı geziniyordum, kocanıza rastladım. Karşılaşmış olmaktan ikimiz de sevinçli değildik. Değişik anlamlarda da olsa, ikimiz de "kafa şişirmede usta" sayılırdık. Birlikte yürüdük mü bilmiyorum, belki yalnız selamlaştık; önemli değil zaten. Çok eski, geçmiş bir anı bu, yenilenmemeli, gömülü kalmalı. Eviniz güzel mi? (*) Wolff: Kafka'yı yayımlayan. - Çevirenin notu. Meran - Untermais Ottoburg Pansiyonu Sevgili Bayan Milena, Đki gün bir gece süren yağmur şimdi dindi, geçicidir bu dinme belki, gene de kutlanmaya değer, size yazarak kutluyorum bunu. Dayanılmayacak gibi değildi bu yağmur; küçük de olsa yabancı bir çevrede olmak erinç veriyor kişinin yüreğine, çevrenin yabancılığından geliyor bu. Yanılmıyorsam siz de (kısa süren, yarı yarıya sessiz geçeri bir buluşma unutulamıyor anlaşılan) Viyana'da yabancı olmaktan sevinçliydiniz ilk günlerde. Sonraları, birtakım etkilerle bu sevinciniz geçmiş olabilir. Geçtiyse, hoşlanıyor musunuz gene de yabancı bir çevrede olmaktan? (Hoşlanıyorsanız iyi bir belirti sayılmaz, belki de hoşlanmamanız gerekir.) Ben burda iyiyim. Bu ölümlü dünyada daha çok bakımı taşıyamaz bedenim. Odamın balkonu bahçeye değin uzanıyor; balkon sarmaşıklardan, çiçeklerden geçilmez bir halde (hava çok tuhaf burda, Prag'da böyle havalarda sular donar, balkondaki çiçekler tomurcuklandı). Güneşle burun burunayım hep (daha doğrusu koyu bulutlarla örtülü bir gökle, yoksa bir haftadır güneş yüzü görmedim); kertenkelelerle kuşlar -birbirlerine hiç de yakışmayan bu yaratıklar- beni görmeye geliyor. Meran'a gelmenizi ne denli isterdim! Geçenlerde "soluk alamıyorum" diye yazmıştınız. Tanımlamanız pek uyuyor, buraya gelirseniz azalır bu sıkıntınız. Candan selamlarımla F.Kafka Sizin de ciğeriniz demek! Bütün gün kafamda evirdim çevirdim bunu, başka şey düşünemez oldum. Hastalık beni ürküttü sanmayın, anlattıklarınızdan çıkardığıma göre - öyle olmasını da dilerim - çok hafif başlamış sizde. Bu hastalığın (Batı Avrupa'nın yarısı az çok ciğerlerinden hastadır), kendimden biliyorum, üç yıla yakındır kötülüğünden çok iyiliği dokundu bana. Üç yıl önce, bir gece yarısı kan boşanmasıyla başladı bende. Her yeni şeyde olduğu gibi heyecanlanıyor insan, korkuyor da tabii; hemen kalktım (sonradan öğrendim ki, hiç kımıldamamak gerekirmiş) pencereye gittim, dışarı sarktım, odada dolaştım, musluğa gittim, yatağın üstüne oturdum - kanama hiç dinmemiş-ti bu arada. Ama üzgün değildim, biliyordum kan durunca, üç dört yıldır sürüp gelen uykusuzluğum sona erecektir. Durdu kan. (O gün bugün bir daha da olmadı.) Ben de sabaha değin deliksiz bir uyku çektim. Ertesi sabah hizmetçim geldi. (O zamanlar Şönbrun'a uzak oturuyordum.) Đyi, candan, bönce bir kızdı. Kanı görünce: "Yandın doktor" dedi, "uzun sürmez ölürsün artık." Ama ben kendimi her zamankinden daha iyi duyuyordum. Đşe gittim, ancak öğleden sonra doktora uğradım. Ondan sonrası pek önemli değil, anlatmaya değmez. Şunu söylemek istiyorum size: Beni üzen hastalığınız değil. (Anılarıma dayanarak kendimi inandırmaya çalışıyorum, o duygulu inceliğinizin yanında köylülere özgü bir esenliğiniz var sizin. Onun için de olmaz diyorum; bu bir uyarı belki, yoksa ciğeriniz hasta 10 değildir.) Beni üzen, beni düşündüren bu hastalığın nedeni. "Param yok, çay ekmekle yaşıyorum. Đkiden sekize çalışıyorum" diye yazmıştınız. Neyse geçelim bunları, bunlar benim anlayamadığım şeyler. Belki mektupla da anlatılamaz, karşılıklı oturup konuşmak gerekir bunları. Geçelim diyorum ya, mektupta geçebiliyorum, yoksa bir an bile usumdan çıkmıyor. Sizde bu hastalığı ortaya koyan şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Kendiminkini biliyorum, zaten birçoklarında nedeni birdir. Şöyle oluyor: Beyin yüklenen üzüntüleri, acıları çekemez duruma geliyor. "Benden bu kadar" diyor, "bu bütünün ayakta durmasını önemli bulan biri varsa, yardım etsin bana, azaltsın yükümü, belki yaşamını sürdürürüz biraz daha." Akciğer hemen -yitirecek çok şeyi olmadığına göre- buradayım diyor. Beynimle ciğerimin bu pazarlığından haberim olmadı, ama bu pazarlığın korkunç olduğunu şimdi anlıyorum. Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz? Belki de hiç önemli değil. Đyi bakılırsanız hemen atlatabilirsiniz. Bunu yakınlarınızın, sizi sevenlerin bilmesi gerekir. Bencil düşüncelere de yer yok artık. Nasıl? Bu da bir kurtuluş değil mi işte? Haksız mıymışım? Yoo. hayır, şaka yapmıyorum, hiç de sevinçli değilim, ta ki yaşamınızı daha iyi, daha sağlıklı düzenlediğinizi yazıncaya dek. Son mektubunuzu okuduktan sonra, niçin Viya-na'dan ayrılmıyorsunuz diye sormuyorum artık, anlıyorum şimdi. Ama Viyana'ya yakın çok güzel yerler de var, oralarda da dinlenir, kendinize gelebilirsiniz. Görüyorsunuz ya, başka şey yazamıyorum bugün. Bence bundan daha önemli bir şey de yok. Yarın başka şeylerden söz açarım, defter için teşekkürü de yarına bırakıyorum: dokundu bana, utandırdı beni, 11 ama sevindirdi de. Durun, bir şey daha demek istiyorum size: Çevirilerime bir saniyelik uykunuzu verecek olursanız, bunu kendim için bir ilenç sayarım. Günün birinde bu işten yargılanmak gerekirse, çok neden aramaya kalkışmadan; uykusuzluğu onun yüzündendi diyecekler, suçlandıracaklar beni haklı olarak. Yapmayın derken, kendimi düşünüyorum, kendim için yalvarmış oluyorum. Sizin Franz K Sevgili Bayan Milena, Başka şeyler yazmak istiyorum bugün, ama olmuyor. Hastalığınızı çok ciddiye aldığım için mi? Değil, öyle olsaydı daha başka türlü yazardım. Bahçenin bir köşesinde açılır kapanır sandalyelerden biri dursa diyorum, yarı gölgelik bir yerde... Elinizin altında da beş on bardak süt bulunsa. Şimdi yaz ortasında Viya-na'da da olabilir bu; ama her halde aç ve kaygılı olmamanız gerekir. Çok mu zor? Size bunları sağlayacak kimse yok mu? Peki, doktor ne diyor? Gelen büyük zarfın içinde yalnız defteri görünce, düş kırıklığına uğradım. Sizden bir şeyler duymak istiyordum, eski bir gömütten gelen o çok iyi tanıdığım sesi değil... ne demeye giriyor aramıza? Ama sonra anımsadım ki, aramızı bulan da o! Nasıl alabilirsiniz bu ağır yükü üstünüze? Anlamıyorum! Ama çevirinin güzelliği duygulandırdı beni; aslından hiç ayrılmadan, tümcelerin hepsi yerli yerinde, ne rahat, ne güzel 12 bir dil. Kendinize özgü, yapmacıksız; Çekçeyi böylesine güzel kullanacağınızı ummazdım. Almancayla Çekçeyi bu denli iyi biliyorsunuz demek? Yazık, kötü bir öyküm bu, kötü olduğunu her satırında gösterebilirim size. Ne var ki, göstermek tiksindiriyor beni. Sizin bu öyküyü sevmiş olmanız gözümde değerlendirmiyor değil, yalnız dünya görüşümü karartıyor biraz. Bırakalım artık. "Köy Doktoru"nu size göndermesi için yazdım Wolffa. Çekçe anlıyorum elbet. Hep soracaktım size, neden hiç Çekçe yazmıyorsunuz bana? Bundan Alman-cayı iyi kullanamadığınız anlaşılmasın sakın, tersine, çok iyi kullanıyorsunuz o dili; kullanamadığınız zaman da boyun eğiyor önünüzde Almanca, daha da güzelleşiyor. Hiçbir Alman kendi dilinden beklemez öyle bir eğilmeyi, böylesine kişisel yazmayı göze almaz da ondan! Ama ben Çekçe okumak isterdim sizden, çünkü ona bağlısınız, gerçek Milena yalnız orda var. (Çeviriniz gösteriyor bunu.) Oysa bana gönderdiğiniz mektuplarda Viyana'daki, ya da kendini Viyana'da yaşamaya alıştıran bir Milena var. Sizden Çekçe yazmanızı istiyorum. Sözünüzü ettiğiniz gazete bölümlerini de bekliyorum. Değersiz buluyorsunuz, ne çıkar? Değersizliğini bile bile tarih okumadınız mı? Belki ben de bunları okuyabilirim, okuyamazsam ben de bir önyargı ile elimden atarım onları. Nişanlılık durumumu soruyorsunuz. Đki kez (üç de sayılabilir, çünkü bir kızla iki kez nişanlanmıştım) nişanlandım. Üç kez evliliğin eşiğine dek geldim. Đlki büsbütün kapandı. (Đşittiğimize göre kızcağız evlenmiş, bir de çocuğu olmuş.) Đkincisi var daha, duruyor daha... evlenme umudu olmadan... duruyor da sayıl- 13 maz pek, ya da başkalarının hesabına duruyor, öyle kendi başına... Bu işte de, öteki işlerde de genel olarak şunu anladım: Erkekler daha çok acı çekiyor... Şöyle de diyebiliriz: Bu işlerde erkeklerin daha az karşı koyma güçleri var. Oysa kadınlar, suçları olmadan acı çekerler. "Ellerinde olmadan" değildir bu acı çekiş, gerçekten çekerler acıyı... Ama bu da sonunda gene "elinde olmadan"a varır belki, kim bilir? Bunları düşünmek boşuna; neye benzer bunları düşünmek bilir misiniz? Cehennemdeki kazanı tek başına devirmek istemeye... Zaten tek başına deviremezsiniz kazanı, devirseniz bile yanarsınız; üstelik cehennem gene bütün görkemiyle cehennem olmakta sürer gider. Đşi başka yönden tutmak gerekiyor! Bütün bunlar bir yana, sizin her şeyden önce bir bahçede uzanıp hastalığınızdan -hele gerçek değilse bu hastalık- elinizden geldiğincek tatlı yanlarından yararlanmanız gerekir! Đnanın bana, çoktur tatlı yanla- rı. Sizin Franz K 14 Sevgili Bayan Milena, Đstemeden mektubumdan sezinlemeyesiniz diye şunu söyleyivermek istiyorum: Aşağı yukarı on beş gündür giderek artan bir uykusuzluk çekiyorum; kaygılandığım yok pek, gelip geçici durumlar bunlar, belirli nedenleri de var (gülünç ama, Baedeker'e göre buranın havası da yaparmış!), istemediğiniz kadar hem, elle tutulur çeşitten olmasa bile... Gelgeldim kütük gibi yapıyor kişiyi, bir hayvan ürkekliği veriyor. Ama bir avuntum var: Siz iyi uyumuşsunuz. "Tuhaf buluyorsunuz, daha dün "allak bullaktım" diyorsunuz, "gene de iyi uyudum!" Şaşıyorsunuz buna. Sevinçliyim, geceleri bana uğramayan uykunun yolunu öğrendim artık. Uykusuzluğa karşı koymak budalalık... Yeryüzünde en suçsuz nesne uyku, oysa en suçlu varlık insan! Siz de kalkmış teşekkür ediyorsunuz bu uykusuz adama son mektubunuzda. Sorunu bilmeyen biri okusa bunu, "ne adam" diyecek, "bu konuda dağlar devirmiş anlaşılan!" Ama o adam küçük parmağını bile oynatmamış (mektup yazmak için yalnız...), süt içiyor o adam, besleyici şeyler yiyip canına bakıyor... "Çay-ek-mek" de yemiyor yalnız; işleri oluruna, dağlan da yerlerine bırakıyor. Dostoyevski'yi üne erdiren olayı bilir misiniz? Özlü bir olaydır. Biraz bu yüzden, biraz da bu büyük adın verdiği kolaylıktan ötürü yazıyorum, yoksa hiç tanınmamış birinin de başından geçseydi, değerinden gene bir şey yitirmez, anlamı değişmezdi. 15 Yerli yerine anımsamıyorum pek, hele kişilerin adları hiç kalmamış usumda. Dostoyevski ilk romanı "Yoksullar"! yazıyormuş. O vakitler gönüldeşi tarihçi Grigori-ev'le otururlarmış. Grigoriev, romanın karalamalarını aylarca görmüş masanın üzerinde, ama romanı ancak basıldıktan sonra okuyabilmiş. Çok sevmiş; Dostoyevs-ki'nin haberi olmadan kitabı, o çağın ünlü eleştirmeni Nekrassov'a götürmüş. Ertesi gün, gece yarısı saat üçte Dostoyevski'nin kapısı çalınmış. Grigorievle Nekras-sov gelmişler, sarılıp öpmüşler Dostoyevski'yi. O güne dek Dostoyevski'yle tanışmamış olan Nekrassov: "Rusya'nın umudu sizde" demiş Dostoyevski'ye. Bir iki saat konuşmuşlar... konulan hep romanmış. Şafak sökerken ayrılmışlar. O geceyi, yaşamının en mutlu gecesi sayan Dostoyevski pencereye dayanmış, arkalarından bakarken tutamamış kendini ağlamaya başlamış. Nerede okuduğumu anımsamıyorum şimdi, ama o geceki duygulanmasının özünü Dostoyevski şu sözlerle belirtmişti aşağı yukarı: "Bunlar ne yetkin insanlar! Ne iyi, ne soylu kişiler! Oysa ben ne bayağıyım. Görebilselerdi içimi! Anlatmaya kalkışsam, inanmazlar ki!" Dostoyevski'nin onlara benzemek istemesi, sonradan uydurulmuş, bir sapıklık; belki yenilmek istemeyen gençliğin son sözü etmek tutkusudur.. Hem bu anlattıklarımla da bir ilintisi yok. Bu küçük öykünün büyüsünü, usa sığmayan yanının ne olduğunu sezinleyebiliyor musunuz sevgili Bayan Milena? Şöyle sanryo-x rum ben: Nekrassov'la Grigoriev -genel bir görüşle -Dostoyevski'den daha üstün değillerdi elbet, ama bırakalım bu genel görüşü şimdi, Dostoyevski de o gece önem vermemiş bu genel görüşe, bir işe de yaramaz bu genel görüş tekcil olgularda; Dostoyevski'nin dedik- 16 lerine bakalım, Nekrassov'la Grigoriev'in gerçekten üstün olduklarına, ama Dostoyevski'nin sonsuz bir bayağılık içinde olduğuna inanırız. Hiçbir vakit Grigori-ev'le Nekrassov'a erişemeyecektir. Hele hak etmediği o büyük iyiliklerinin karşılığı hiçbir zaman ödenemez. Pencereden uzaklaştıklarım görür gibi oluyor insan, uzaklaşmalarıyla erişilmezliklerini de belli ediyorlar. Yazık ki, bu öykünün anlamı siliniyor Dostoyevski'nin büyük adının altında... Bakın uykusuzluğum nerelere götürdü beni. Boş sözler ettim, bağışlayın. Sizin Franz K. Bugün kısa yazacağım, yarın gene yazarım, bugün yalnız kendim için yazıyorum, yalnız kendime bir iş görebilmiş olmak için, mektubunuzun etkisini birazcık olsun atabilmek için... Yoksa bütün gün duyacağım ağırlığını üstümde. Ne anlaşılmaz bir insansınız Milena! Viyana'da yaşıyorsunuz, derdiniz başınızdan aşmış, gene de şaşmaya, üzülmeye vakit bulabiliyorsunuz... başkalarını, örneğin beni düşünüyor, uyuyamadığım için üzülüyorsunuz! Bakın buradaki üç kız arkadaşım (üç kardeş, en büyüğü beş yaşında) daha akıllı. Uygun zaman kollarlar, gölün yakınında olalım olmayalım, beni suya atmak isterler.. Kendilerine bir kötülüğüm dokunduğu için mi? Yoo.. Ne kötülüğüm dokunabilir? Biz büyükler çocukları buna benzer bir şeyle ürkütecek olsak, bunda şakayla karışık sevgi vardır, aşağı yukarı şu anlama gelir: Hadi bakalım deriz, şimdi bir şaka yapa- 17 hm, hiç olmayacak bir şey söyleyiverelim. Ama çocuklar ciddidir, olmayacak şey yoktur onlar için. On kez de atma işinde başarısızlığa uğradıklarını görseler gene kanmazlar, gene denemekten caymazlar... unutmuşlardır başaramadıklarını, bilmezler bile. Çocukların isteklerini, büyüklerin bilgilerine dayanarak yapacak olsak, onların ne denli korkunç oldukları çıkar ortaya. Dört yaşındaki küçük bir kızcağız yalnız öpülmek, yalnız okşanmak için dolaşır çevremizde sanırız... bir ayı yavrusu gibi güçlü olduğunu ummayız; meme emdiği günlerden kalma şişkince karnıyla saldırır üzerinize, iki kardeşi de yardıma koşmuştur, sağdan soldan çekiştirirler, köprünün parmaklığına dek sürüklendiğinizi görürsünüz. Çocukların güleç babası, yanında sevimli, şişmanca karısı (arabanın içinde dördüncü çocuğu) uzaktan bakıp gülerler bu duruma, yardım etmek gelmez akıllarına! Son saniyelerimi yaşıyorum dersiniz, ama birden kurtulursunuz ellerinden... Nice olmuştur bu kurtuluş? Bilmiyorum, anlatamam. Akıllı ya da ileriyi görmesini bilen çocuklar beni yok etmek istiyor, ciddi bir nedenleri de yok... Belki gereksiz buluyorlar beni; oysa bilmiyorlar mektuplarınızı, size yazdıklarımdan da haberleri yok. Neden korktunuz son mektubumdaki "bağışlayın" sözünden? Çok kötü, uykusuz geçen günlerimdey-di, tuttum o öyküyü yazdım size, bana hep sizinle çağrışım yaptıran o öyküyü... Bitirdiğim vakit şakaklarım öylesine zonkluyordu ki, niçin yazdım diye düşündüm. Burada olsaydınız, burada balkonda... elle tutulur çeşitten olmasa bile, çok şey diyebilirdim size, ne yapayım işte, elimden başka türlüsü gelmedi, işin özünü anlatmak istedim. Bugün de yaptığım o değil mi? "Köy Doktoru" adı altında toplanmış birkaç kü- 18 çük öykümden başka bütün kitaplarım var sizde. Bu son kitabı da Wolff gönderecek, daha doğrusu, göndermesi için yazdım ona. Hayır, baskıda yeni bir şey yok. Olacak mı, bilmiyorum. Kitapları da, çevirileri de ne isterseniz yapın; bence değeri yok yazdıklarımın, olsaydı ne iyi olurdu... onları size verirken, size olan inancımı daha çok belirtmiş olurdum. "Ateşçi" için ne düşündüğümü soruyorsunuz, sevindim bu sorunuza, ama gerçekten de bir çeşit esirgemezlik sayarım anlatmayı, hoşlanmam anlatmaktan, kişinin yaşayışını gözden geçirmesi gibi bir çeşit cehennemi tatmak olur bu... Buradaki güçlük belli kötülükleri görmekten çok, bir vakitler iyi diye yaptığımız şeyleri bir daha gözden geçirmek olur da ondan. Bakın, yazmak iyi, rahatladım; iki saat önce elimde mektubunuz, dışarda yatarken böyle değildim. Bir adım ilerimde, sırtüstü düşmüş bir böcek doğrulmak için çabalıyordu... Ona yardım etmek isterdim, kolaydı da, ayağımın ucuyla dokunsam kurtulabilirdi... Ama elimde mektubunuz vardı, kalkamazdım ayağa umurumda değildi böcek, görmüyordum bile. Çevremle yeniden ilgilenmem bir kertenkele yüzünden oldu. Böceğin üstünden geçmesi gerekiyordu; çırpınması durmuştu böceğin, yaklaşmıştı ölüme., bir kaza değildi bu, tersine, bir ölüm savaşıydı, doğal hayvan ölümlerinin az rastlanır acı oyunlarından birini görmüştüm. Ama kertenkele böceğin üstünden geçerken kurtardı onu sırtüstü yatmaktan... Böcek iki üç saniye ölü gibi durdu, sonra birden, hiçbir şey olmamışçasına, duvarı tırmanmaya başladı. Bu küçük olay bana güven vermiş olacak ki, kalktım biraz süt içtim ve size yazdım. Sizin Franz K 19 Yarın "Ateşçi" için bir şeyler yazmaya çalışacağım. Yazacaklarım kısa olacak, sakın uzun bir şeyler beklemeyin. Çevirilerde aslına uygun kalmak doğal bir şey. Gene de şaşmaktan alamıyorum kendimi... En ufak bir yanılgı (olsaydı da şaşmazdım) olmadığı gibi, her seferinde sağlam, kesin, tam bir anlayışla çeviriyorsunuz. Çekler bu bağlılığınızdan ötürü kızabilirler size, ama ben en çok bu bağlılığı seviyorum (öyküyü düşünerek değil, kendimi düşünerek!). Benim de kendime göre Çekçe bir dilbilgim var, çok beğeniyorum sizin Çekçenizi, ama belki tarafsız değilim, bilmiyorum. Her neyse, biri size bu yüzden suç yükleyecek olursa, gücenmişliğinizi, bağlılığımla gidermeye çalışın. Sevgili Bayan Milena, (Evet, bu başlık sıkıyor artık; ama neylersiniz, böylesine güvensiz bir dünyada hasta kişilerin dayandıkları desteklerden biri de bu, dayanaklar sıksa bile bizi, güçsüzlüğümüzün geçtiğini göstermez.) Almanların arasında yaşamadım, ama anadilim Almanca, onun için de bu dili kullanıyorum; gelgelelim Çekçe daha cana yakın, böyle olunca da Çekçe yazdığınız mektuplar birtakım karanlık şeyleri aydınlatıyor... Da- 20 ha belirli görüyorum sizi, kımıldıyorsunuz, elleriniz ya-şarlı, öylesine oynak, istediğini bilen... Karşılaşmış gibiyim sizinle; ama sonra gözlerimi yüzünüze kaldırmak isteyince bir yangındır başlıyor, mektup süresince yalnız -neler anlatıyorum!- ateş görüyorum. Kendinize birtakım yasalar koymuşsunuz, olabilir. Bu yüzden acınmak istemeyişiniz de çok doğal, çünkü çalımdan, kurumdan ötürü konmuş bu yasalar (benim ama, ödeyen): Yasalar için verdiğiniz örneklere bir diyeceğim yok, eliniz öpülür yalnız. Dedim ya, inanıyorum yasalarınıza, ama onların bir yaşam boyunca böylesine eğilmez, böylesine düpedüz amansız olacağına, yaşayışınızı düzenleyeceğine inanmıyorum; evet bu da bir çeşit anlayış, yolunuz üzerinde ermişsiniz bu anlayışa, ama yol öylesine uzundur ki... Bunlar bir yana, sizi alev alev yanan bir sobanın içinde bilmek -yaşayışınız bu-, ölümlü usunun alamayacağı bir şey. Bana olan davranışınızı ele alalım, bir okul ödevi gibi gözden geçirirsek görürüz ki, bana karşı üç türlü davranabilirdiniz: Susardınız, kendinizden hiç söz etmezdiniz, ama o zaman sizi tanımak mutluluğundan alıkoymuş olurdunuz beni, belki bu mutluluktan daha ünemli bir şeyi, kendimi denemekten yoksun kılardınız. Demek iyi olmuş saklamadığınız. Susmaz anlatırdınız, ama her şeyi değil, ya da güzeli göstermeye çalışarak anlatırdınız -bunu bugün de yapabilirsiniz, ama bugün hemen anlarım artık-, sezdirmem belki anladığımı, yalnız üzüntüm iki kat olur. Demek bu türlüsünü de yapmamalısınız. Kalıyor üçüncü yol: Kendi kendinizi kurtarmaya çabalamak. Bu yoldasınız, mektuplarınızdan sezinliyorum bunu. Çoğun erinç ve güven çarpıyor gözüme yazılarınızda, 21 kimi vakit de -şimdilik tabii- başka şeyler çarpıyor, ama sonunda "tüyleriniz ürperiyor." Sağlığınız için yazdıklarınızla yetinemiyorum. (Benim için üzülmeyin, iyiyim; yalnız bu dağ havası uykularımı bozuyor.) Doktorun tanımlamaları pek iyi değil, daha doğrusu ne pek iyi ne de pek kötü. Hastalığı adlandırmak için yalnız sizin davranışınızın önemi vardır. Haklısınız, alık oluyor doktorlar, daha doğrusu, öteki insanlardan daha alık değiller elbet... Yalnız bilgiçlikleri gülünçtür, hele onlarla işbirliği edilir edilmez daha da alıklaşırlar; ama hastalarından istediklerini aptalca, ya da olmayacak bir şeymiş gibi görmemeliyiz. Olmayacak şey nedir biliyor musunuz? Sizin gerçekten hasta olmanız, olmayın da sakın. Doktorla konuştuktan sonra ne gibi bir değişiklik oldu sizde? Önemli olan bu. Đzin verin de size anlamsız birkaç soru sorayım: Ne vakitten beri ve niçin parasızsınız? Neden eskiden - Viyana'da geniş bir dost çevreniz varmış da, şimdi kimselerle görüşmüyorsunuz? Dergilere yazdıklarınızı göndermek istemiyorsunuz bana, öyle mi? Đnanmıyorsunuz bana öyleyse... Kafamda yarattığım kadını sarsar mı sandınız? Bakın işte, bu gücendirdi beni, küstüm size; daha iyi, yüreğimin kuytusunda birazcık küslük bulunsun size karşı, dengeyi sağlar. Sizin Franz K. Cuma Önce şu, Milena: Pazarları içinde oturup yazdığın o ev ne biçim? Büyük mü? Boş mu? Yalnız mısınız gece gündüz? Güzel bir pazarı "yabancı birinin" karşısında geçirmek sıkıcı olsa gerek, hem de o birinin yüzünü, yalnız "mektuplardan" tanıyorsanız! Bu konuda ben daha mutluyum, odam küçük, ama gerçek Milena burda, kaçmış sizden anlaşılan bu pazar... inanın bana, onunla olmak, çok çok güzel. Đşe yaramadığınızdan yakınıyorsunuz. Böyle olmadığınız günler vardı elbet, böyle olmayacağınız günler de olacak. Bir tümce (niçin söylenmişti?) korkutmuş sizi, oysa o tümce oldukça açıktı, sonra birçok kez söylenmiş ya da düşünülmüştü bu konuda. Öyledir işte, şeytanın eziyet ettiği kişi, öcünü hiç düşünmeden en yakınından alır. Siz de içinde bulunduğunuz böyle bir durumdan kurtulmak istediniz... Başaramayınca, işe yaramadığınızdan yakındınız. Kim ister bu düşkünlüğü? Kimse başaramamıştır, Đsa bile. O, yalnız şunu diyebildi: "Ardımdan gelin"; sonra da şu koca sözleri etti: (yazık ki, tam söyleyemeyeceğim) "DEDĐĞĐMĐ YAPIN, GÖRECEKSĐNĐZ KĐ BĐR ĐNSAN SÖZÜ DEĞĐLDĐR BU, TANRI SÖZÜDÜR." Ama o da, yalnız ona inananların içindeki şeytanı yok edebildi, her zaman da başaramadı, ondan yüz çevirdiklerinde yitirdi etkisini, "gereğinden" oldu. Đsa da sınamaktan ahkoyamamıştı kendini, bunda hak veriyorum size yalnız. ^Â 22 23 Cuma Bugün akşama doğru tek başıma uzunca bir yürüyüşe çıktım; ya başkaları ile dolaşır ya da çoğun, evde kalır yatardım. Hey Tanrım, ne biçim bir yer burası! Milena, burda olsaydınız ya? Hayır, usum yitirmiş düşünmeyi, yalan söylemiş olurdum yokluğunuzu duyuyorum dersem... Yetkin, ama acı veren bir büyü ile buradasınız! Benim burda olduğum gibi, daha da elle tutulur biçimde; ben neredeysem siz de ordasınız, benim olduğum kadar, daha da belirli. Eğlenmiyorum, ama kimi vakit şunu düşünüyorum: Değil mi ki burda-sınız, bulamayacaksınız beni burda.. "Peki, ama nerde bu adam?" diyeceksiniz... "Meran'dayım diye yazmamış mıydı?" F. Đki mektup yazmıştım, aldınız mı? Sevgili Bayan Milena, Önemsiz birkaç iş ve sizinle kısalıveriyor günlerim, sona eriyor hemen, bitiveriyor. Gerçek Mile-na'ya yazacak vakit bulamayacağım nerdeyse: Daha canlısı bütün gün buradaydı, odamdaydı, balkonda, bulutların arasında. Son mektubunuzdaki tazelik, değişiklik, umursamazlık nereden geliyor? Bir şey mi oldu? Yanılıyo-rum belki, belki çalışmalarınızın iyi bir sonucu bu, belki de duygularınıza kapılmıyorsunuz artık; duygularınıza, olaylara gem vurabiliyorsunuz, kim bilir? Söyleyin, ne var? 24 Çok bilgece başlıyor mektubunuz; şaka etmiyorum. "Haksızsınız" demekle de yerinde bir sitemde bulunmuşsunuz. "Bağışlayın beni"yi de doğru yorumlamıştınız! Evet, haklısınız, yazdığım gibi, gerçekten kaygılanmış olsaydım ne yapar yapar, bütün engelleri hiçe sayar, yattığım yerden fırlar, odanızda alırdım soluğu. Bir gerçeği ortaya koymak için tek çıkar yol buydu, üst yanı boş söz... Bu yazdıklarım da. Kaygınız gerçek duygularım içinse, eli kolu bağlı onların, susuyorlar. Anlattığınız o gülünç kişilerden bıkmadınız mı daha? (Ne güzel yazmışsınız... sevdiğiniz bir konu, belli.) Size hep sorular soran o adamdan olsun, bütün öteki kişilerden olsun bıkmadınız mı daha? Sizin bir sonuca varmanız gerekir, her şey kadının isteğine göre olmalı. ("Güzel Paris" söylentisi bu yargıyı biraz çürütür, ama o da gene Tanrıçaları dinledikten sonra bir sonuca varmıştı.) Belki de gülünçlükleri değil önemli olan, öyle ya, belki de kısa bir süre için gülünçtüler, kim bilir... sonunda gene iyiye dönüp ciddi olabi-liyorlardır. Bu umutla mı onların yanında kalabiliyorsunuz? "Yargıç" Milena'nın ne düşündüğünü kim anlayabilir? Ama bana öyle geliyor ki, siz bu gülünçleri, gülünç oldukları için anlıyor, hoş görüyor, seviyorsunuz. Bu sevginizle de yüceltiyorsunuz onları. Köpeklerin ileri geri boşuna koşuşmalarına benziyor onların bu gülünçlükleri. Köpeğin efendisi yolun bulunduğu yerden yürür, bu yol kestirme olmayabilir, tam ortadan da geçmeyebilir, ama yol oradadır. Sevginizin bir anlamı olmalı, inanıyorum buna (gene de sormaktan biraz da tuhaf bulmaktan alamıyorum kendimi). Bu düşünümü savunmak için başımdan geçeni anlatayım: Birkaç yıl önce Moldau'daki kürek kulübünde sandala 25 binerdim. Gölün belli bir yerine dek kürek çeker, sonra sandalı akıntıya bırakırdım. Boylu boyunca sandalın içine uzanır, akıntıyla ta aşağılara sürüklenirdim. Köprüden aşağısını seyredenler beni görüp zayıflığımla alay etmiş olacaklar. Orada çalışanlardan biri bir gün dayanamadı, gülünç yanlarını bir hayli ortaya koyduktan sonra, benim öyle upuzun sandalın içine yat-mışkğımı, kıyamet günündeki ölülere benzettiğini söyledi. Sözde kıyamet günü gelmiş çatmış, tabutların kapakları açılmış da ölüler kımıldamadan öyle upuzun yatıyorlarmış daha. Kısa bir yürüyüş yaptım. (Tasarladığımı yazdığım o uzun gezintiye bir türlü çıkamadım daha.) Üç gün üç gece tatlı bir yorgunluk içindeydim. Hiçbir şey yapamadım, yazamadım bile, yalnız mektubunuzla, dergilerdeki yazılarınızı okuyabildim. Öyle sanıyorum ki - konuları bir yana - bu yazılarınızda yol gösteren bir yanınız var; bu öyle bir yol ki, kişi onun üstünde mutlu yürüdüğünü sanır, birden aklı başına gelip de yanına yöresine bakınca anlar: Đlerleyememiş, kendi dar çemberinin içinde dönüp durmuş; hem de eskisinden daha telaşlı, daha şaşkın. Ama bu yazar, her gün rastlaştıklarımızdan değil. Size güvendiğim gibi, yazıla-• rınıza da güveniyorum artık. (Bilgim çok değil.) Çek-çede bir tek uyum tanıyorum, Bozena Nemcovan'ınki-ni (*). Sizin yazılarınızın uyumu başka, gene de adı geçen yazarla kesinlikte, tutkuda, sevimlilikte, hele aydınlık zekâ bakımından bir akrabalığı var. Hep yazar mıydınız, yoksa son yıllarda mı başladınız? Bu önyargımı gülünç bulabilirsiniz, evet, belki de biraz acele ediyorum yargılamakta, ama bu önyargım yazılarınızı (*) O tarihlerde Çeklerin en büyük kadın yazarı. - Çevirenin notu. 26 okuduğumdan değil (belli, yer yer dergicilerin isteğine uymuşsunuz), onlarda bildiklerimi bulduğumdan. Yazınızda iki yer baştan çıkardı beni, yargımın önemsiz olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz diye yazıyorum, yırtık pırtık moda salküarını bile sizin sandım. Bu dergilerdeki yazılarınızı kız kardeşime göstermek isterdim, ama hemen gönder dediğiniz için ekliyorum onları mektubuma, hem sonra birinin kenarına birtakım sayılar da karalanmış. Başka türlü sanırdım kocanızı. Onu pastanede birçok insanın arasında görmüştüm; bana en güveniliri, en anlayışlısı, en durgunu -biraz babacan, ama gene de kendi içine kapanık biri- gibi gelmişti. Hoş, bu kapanıklığı öteki niteliklerini ortaya koymayacak gibi değildi: Hep saygı duyardım ona. Bir yolunu bulup daha yakından tanıyamamıştım. Ama dostlarım, hele Max Brod, çok överdi onu. Đşte bütün bunları göz önünde tutarak, öylesine canlandırmaya çalışıyorum gözümde kocanızı. O zamanlar pek beğendiğim bir özelliği de vardı: Hangi pastanede olursa olsun, yüzdeyüz telefona çağırırlardı onu... Biri uyuyacak yerde, koltuğa oturmuş, vakit vakit yerinden sıçrayarak ona telefon ediyor anlaşılan, derdim. Çok iyi anladığım bir durum bu... Belki de onun için yazdım. Sizin Franz K Ne dersiniz? Pazara değin bir mektup gelir mi sizden? Olmayacak şey değil! Çılgınlık bu mektup istekleri. Tek mektup yetmiyor mu? Tek bir bilgi? Yeter elbette, gene de kana kana içmek istiyor insan bunları, durmadan kana kana içmek... Açıklayın bakalım bu isteği, Milena! Yüce öğretmenim! 27 Perşembe Yalnız şundan söz etmek istiyorum bugün: Mektuplarınızı iyice okumadım daha, çevresinde dolandım, ışığın çevresinde dolanan pervane gibi... Ben de birkaç kez yandım. Hemen şunu anladım ama: Đki apayrı mektup bunlar, biri kana kana içilsin diye yazılmış, ötekisi ise korkunç. (Onu daha sonra yazmış olacaksınız.) Karşılaştığınız bir dostunuza, birdenbire 2x2'nin kaç ettiğini sorarsanız şaşırır, delilere sorulur bu soru da ondan, ilkokuldur bu sorunun yeri. Bakın, şimdi sizden öğrenmek istediğim şeyde bu ikisi de var: Hem çılgınlık, hem de öğrencilik! Sonuncusunun oluşu, biraz iç açıcı hiç değilse. Biri bana kendini kaptırınca, anlamıyorum, bocalıyorum. Bu yüzden nice dostlukları (Weiss'la olduğu gibi) bozmuşumdur. Karşımdaki-nin inancına, iyi niyetine bakmadan (söz konusu bensem, yoksa başka konularda böyle değilimdir) yanıldığını göstermek isterim hep. Yaşamımız diyorum, nasıl olsa bulanık bir su... Ne demeye onu daha da bulandırmak? Biliyorum, kaçındır gibi değil artık... Bir yol göründü bana da, bir süre yürüyeceğim bu yolun üstünde. Anılmanın değerini -hele bugünkü durumum göz önünde tutulursa -(bırakın benim anmamı, ya başkalarının anması?) kü-çümseyebilir miyim hiç? (Alçak gönüllülük değil bu, iyi düşünün: Bunda kendini beğenmişlik var.) Anılmanın değerini düşünüyordum ki; mektuplarınız geldi 28 Milena. Nasıl anlatayım bilmiyorum? Bir adam var, ölüm döşeğinde uzanmış., kirli, pis.. Birden meleklerin en iyisi geliyor: Azrail! Sınayabilir mi ölümü bu adam? O kadar yürekli değil, sırtını dönüyor, daha çok gömülüyor yatağına... Olemez artık.. Olacak şey değil bu. Bakın şunu demek istiyorum: Đnanmıyorum yazdıklarınıza Milena! Đnandıramazsınız da beni! - Dostoyevski'yi de kimse inandıramazdı o gece-, benim yaşamımsa bir gece sürer, kendimi kendim inandırabilirim belki. Nasıl başaracağımı getirebiliyorum gözümün önüne. (Siz de bir kez gözünüzün önüne getirebilmiştiniz uzun iskemlesinde yatan adamı, değil mi?) Ne var ki, kendime de inanamam! Sizden bir şey öğrenmek istiyorum dediğim vakit, kaçamak yaptığımı anlamadınız mı? Hani kimi öğretmenler -yorgunluktan ya da doğru bir karşılık almanın özlemiyle - öğrencisine bir soru sorarlar da aldıkları karşılıkla yetin-" mezler, aldandıklarını sanmak isterler... Öyle ya, öğrenci daha öğretmeninin öğretmediği konuyu nasıl bilebilir? O boş atıp dolu tutmuştur, konunun özünü bilmesini sığdıramaz usuna. Özünü bilmek, onu öğretmek, öğretmene vergidir ancak! Sızlanmak, acınmak, okşanmak, yalvarmak, düşlere kapılmakla olmaz... (Son beş-altı mektubumu okuyun bir daha, birbirine bağlı şeylerdir .onlar.) Nasıl olur bilir misiniz? Yalnız, evet yalnız... Neyse, geçelim şimdi bunları. O kızdan da söz açmışsınız mektubunuzda. Bir durumsamaya yol açmamak için hemen söyleyeyim ki, bugün duyduğu acı bir yana, siz o kıza en büyük iyiliği ettiniz. Başka türlü kurtulamazdı benden. Acı bir sezişle - ama hiç anlamadan - ona olan yakınlığımın nereden geldiğini duymuyor değildi. (Ona göre hava 29 hoştu, ama benim için korkunçtu bu.) Şunu anımsıyorum şimdi: Virschovitz'de tek odalı bir evdeydik, sedire yan yana oturmuştuk (yanılmıyorsam kasım ayın-daydık, bir haftaya varmadan da evimiz olacaktı burası), türlü uzun aramalardan sonra, hiç değilse burasını ele geçirebildiğinden ötürü mutluydu; yanındaki adam da birkaç gün sonra kocası olacaktı. (Gene söyleyeyim ki, bu evlenmeyi ben istemiştim, ben zorlamıştım. O ürkerek, biraz da istemeye istemeye boyun eğmişti, sonra da alışmıştı artık.) Ateşli bir hastanın yürek çarpıntıları kadar sık ayrıntılarla dolu o günü anımsadıkça, göz kamaşmalarının ne demek olduğuna ben de inanıyorum şimdi. (Aylarca benim de gözüm kamaşmıştı. Yalnız bende aşka bir çekince de yer almıştı: Sorumluluk. Bu evlenme bir çeşit "ussal evlenme" olacaktı.) Evet, inanıyorum göz kamaşmalarına artık, nereden geldiklerini de biliyorum, onun için şu süt bardağımı ağzıma götürmekten çekmiyorum işte. Elimde olmadan değil, tersine, isteyerek tam burnumun dibinde kırılabilir bu bardak ve yüzüm gözüm cam kırıkları içinde kalabilir. Bir şey soracağım: Ne gibi suçlar yüklüyorlar size? Benim de mutsuz kıldığım kişiler oldu, ama beni - suçlandırmadılar, durmadan sitem ettiklerini de anımsamıyorum. Konuşmazlar, susarlar... Đçlerinden olsun suçlandırdıklarını sanmıyorum. Kişiler yanında böylesine ayrık bir durumum vardır benim. Geçelim bunları, önemi yok... Usuma çok güzel bir şey geldi bu sabah yataktan kalkarken, işte onun önemi var! Öylesine sardı ki beni, nasıl kalktığımı, nasıl yıkanıp giyindiğimi anlayamadım... Biri gelip ayılt-masaydı beni, nasıl tıraş olduğumu da bilmeyecektim. Kısaca anlatayım: Bir süre için uzaklaşacaksınız kocanızdan., yadırganacak yanı yok, bir ara daha ol- 30 muştu bu durum. Nedenleri şunlar: Hastalığınız, onun sinirlerinin bozukluğu (böyle davranmakla ona da yardım etmiş olursunuz), Viyana'daki durum... Nereye gitmek isterdiniz, pek kestiremiyorum. Bohemya'nın sessiz bir köşesi hiç de fena değil. Benim karışmamam, ortaya çıkmamam daha iyi olur. Gereken parayı şimdilik (nasıl ödeyeceğinizi sonra konuşuruz) benden alırsınız. (Bu işte benim kazancım - hiç değilse - şu olacak: Görmedikleri gibi çalışkan bir memur olacağım. Düşünemeyeceğiniz kadar gülünç, gülünç olduğu kadar da sudan bir işim var; neden bana aylık verirler, bir türlü anlayamam.) Kimi ay vereceğim para yetmeyebilir belki, ama çok az olacağı için bu eksik kalanı, güçlük çekmeden ekleyebilirsiniz. Övecek değilim bu buluşumu, ama siz tanıtlayacaksınız bunu, vereceğiniz kararla. Böylece öteki düşünülerim için vardığınız yargıların da yerinde olup olmadığını anlamış olacağım. Kafka Korkunç bugünkü mektubunuz, Milena! Baştan sona değil belki, ama yer yer korkunç... Onun için, açmadan önce verdiği sevince teşekkür etmek zor geliyor şimdi bana. Bugün bayram olduğu için özel mektuplar ulaştırılmazdı; yarmsa cuma, sanmıyordum mektup alacağımı; anlayacağınız, sıkıcı bir sessizlik içindeydim, sizinle ilgili olduğu için üzgün değildim ama. Çok güçlüydünüz son mektubunuzda, seyrettim sizi; yattığım yerden karda kıyamette dağa tırmananları seçebilsem, onları da öyle seyrederdim. Tam öğle yemeğine inerken geldi mektubunuz, yanıma aldım, 31 sonra cebimden çıkarıp masanın üstüne koydum, gene cebime soktum. Bir mektupla eller nasıl oynarsa öyle, gülerek bakılır bu çocuklara, sevilir onlar. Karşımda oturan generalle mühendisi (sevimli, bulunmaz insanlar) çoğu zaman görmüyor, ne söylediklerini işitmiyordum; bugün gene yemeğe başladığım yemek de (dün ağzıma bir lokma bile komadımdı) rahatsız etmiyordu beni, yemekten sonra önüme sürülen sayı cambazlıklarının tutarını görüyordum yalnız, nedeni ilgilendirmiyordu beni. Gelgeldim açık pencereden gördüğüm çam ağaçları, güneş, dağlar, köy ve bütün bunların ötesinde, uzaklardaki Viyana'yı sezinleyebiliyordum! Sonra mektubunuzu inceleyerek okudum; ama pazar günkü mektubunuzu, pazartesi günkünü yenisi gelmeden okumayacağım; öyle şeylerden söz etmişsiniz ki onda, inceleyerek okumaya gücüm yetmez, anlaşılan hastalığım daha geçmemiş, hem sonra gününü geçirmiş o mektup; hesapça elinize geçmemiş beş mektubum var yolda, gene bir tanesi kaybolsa bile, taahhütlü mektuplar geç varsa bile, üçü elinize geçmiştir artık. Sizden şunu diliyorum: Bana hemen yazın, tek sözcük yeter, ama bu öyle bir sözcük olsun ki, pazartesi günkü mektubunuzun sitemlerini azaltsın, o mektubu okunacak bir hale soksun. Sizin o mektubu yazdığınız pazartesi günü ben de burada (hem de boşuna değil) aklımı başıma toplamak için bütün gücümle uğraşmıştım. Gelelim öbür mektuba: Ama vakit geç oldu, bu-gürıe değin atlatmıştım mühendisi, bugün kesin olarak gelirim dedim, buraya getirilmesi zor olan birtakım fotoğraflar göreceğim, çocuklarının fotoğrafları- 32 m. Adam aşağı yukarı benim yaşımda, Baveryalı; bir fabrikası varmış, çok bilgiç, ama neşeli, anlayışlı biri; beş çocuğu olmuş, ikisi yaşıyormuş (artık çocuğu olamazmış, karısının yüzünden), oğlu on üç, kızı on bir yaşındaymış. Bu ne biçim bir dünya! Gene de dengeyi bozmadan yaşayabiliyor bu adam. Hayır Milena, dengeye dil uzatmamamız gerekir! Sizin Franz K Yarın gene yazarım. Öbür güne kalırsa, yalvarırım "tiksinmeyin" gene, ne olur bunu yapmayın sakın. Pazar günkü mektubunuzu bir daha okudum şimdi, ilk okuyuşumdan daha korkunçmuş meğer. Başınızı ellerimin arasına alıp gözlerinize bakmak istiyorum Milena, ta ki kendinizi karşınızdakinin gözlerinde görüp tamyıncaya dek, o mektupta yazdıklarınızı yazmazdınız bir daha, aklınızdan bile geçirmezdiniz öyle şeyleri. Cuma Bu ters dünyayı ne zaman birazcık düzene sokacaklar, dersiniz? Gündüzleri kafan bomboş dolaş - her yanda öyle güzel yıkılar var ki, kişi de böylesine güzel olacağını umutlar- geceleri de uyku yerine buluşlar gelsin usuna! Bu gece, dünkü buluşumu bütünle-yen bir şey düşündüm: Arkadaşınız Bayan Stassa'nın yanına da gidebilirsiniz, yazı geçirmek için. Köyde olduğunu yazmıştınız. Dün çok alıkça bir söz ettim: "Kimi ay para yetmeyebilir" diye yazdım; saçma, olmaz böyle şey, para her ay yetecek. 33 Salı sabahki ve sah akşamki mektuplarınızda bu buluşumun değerine siz de inanıyorsunuz, başka türlü olamazdı, beğenecektiniz elbet; bunun önemine herkes, ama herkes boyun eğmek zorundadır! Yapmanızı istediğim bu işte bir düzen saklı olsa bile - hangi işte yoktur ki bu korkunç hayvan? Göze çarpmaması gerekirse, ufacık olmasını da bilir-, korkmayın sakın, dizginleri koyvermeyeceğim; kocanız bile güvenebilir bu konuda bana. Đşi büyütmeye kalkıyorum hiç yoktan. Gene de direniyorum: güvenebilirsiniz bana. Sizi hiç görmeyeceğim. Ne şimdi, ne de sonra. Siz köy yaşamını seviyorsunuz, bir süre yaşayacaksınız orada. (Az dağlık, girintisi çıkıntısı çok olmayan yerleri severim ben de, küçük bir ormanı, bir de gölü olsun, yeter.) Mektuplarınızın etkisini küçümsüyorsunuz Mile-na! Pazartesi günkü mektuplarınızı (jen strach o Vâs - yalnız sizin için korkuyorum) baştan sona okuyama-dım daha (bu sabah denedim, başarmış da sayılırım, gitme sözünü ortaya attıktan sonra eskidi, anlamı kalmadı ya... ama gene de sonuna dek okuyamadım). Salı günkü mektupsa (o acayip kartı da aldım, pastanede mi yazdınız? WerfeFden yakınmanıza da karşılık vermeliyim; sahi ben sorularınıza karşılık vermiyorum,' oysa siz ne güzel cevaplandırıyorsunuz her şeyi, ne iyi böyle davranmanız) rahatlattı beni, bana güven verdi, ama pazartesi günkü mektubunuz dün geceyi uykusuz geçirtmişti bana. Sah günkü mektubun da bir dikeni var elbet, yi-nimi delerek geçiyor, sen batırıyorsun bu dikeni ama senden gelecek de - bir kıpının gerçeği bu, evet bir mutlu acılığın titreştiği kıpıda söylenmiş bir gerçek-senden gelecek de dayanılmayacak ne var? 34 Sizce bir sakıncası yoksa, uygun bir zamanda WerfePe benim için iyi bir şeyler söyleyin. - Bakın siz de her zaman sorularımı cevaplandırmıyorsunuz! Yazılarınız için sorduklarımı karşılıksız bıraktınız örneğin! Geçenlerde düşümde gördüm sizi gene. Uzun bir düştü, hemen hemen hiç anımsamıyorum! Viya-na'ya gitmişim sözde, ama bilmiyorum, sonra Prag'a dönmüşüm ve adresinizi unutmuşum, yalnız sokağı değil, kenti de anımsamıyorum, silinmiş hepsi; bir ara bir ad beliriyor usumda: Schneider adı! Ne yapacağımı bilmiyorum bu adla. Anlaşılan bulamayacaktım sizi bir daha. Şaşkınlığımdan birtakım kalleşçe denemelere girişiyorum, nedenini bilmiyorum, ama başaramı-yorum da'hiçbir şey. Bu denemelerden biri kalmış usumda yalnız: Bir zarfın üstüne "Milena" adını yazıyorum; altına da, bu mektubun sahibine iletilmesini dilerim, iletilmezse Maliye'nin çok büyük kaybı olur... diye ekliyorum. Bu gözdağı devlet işletmelerini korkutacak da sizi bulacaklar sözde! Kurnazlığıma ne buyru-lur? Kuşkulanmayın sakın, yalnız düşlerde tekin değilim. Mektubu koymuşken zarfa çıkardım, şuracıkta yer var işte: Bana bir kez daha - her zaman değil, istemem de her zaman- ama bir kez daha "sen" de bana. 35 Salı Cumartesi yazılan mektubu, arada pazar da var, salı günü oda hizmetçisinin elinden alabilmek ne iyi! Ne güzel bir ulaştırma değil mi? Ama gidiyorum artık pazartesiye, yoksun kalacağım bundan. Benden mektup almadığınız için kaygılanacak kadar iyisiniz, oysa geçen hafta birkaç gün yazamadımdı, ama cumartesiden beri her gün yazıyorum, bu arada üç mektup geçmiş olacak elinize ve siz mektupsuz kaldığınız günleri arayacaksınız! Bir bakıma kaygılanmakta haklı olduğunuzu da anlayacaksınız. Evet kızıyorum size genel olarak, mektuplarınızda hoşuma gitmeyen bir sürü şey vardı... dergi yazılarınıza da içerlemiştim falan filan. Hayır Milena, bunlar korkutmasın sizi, ama gene de korkuyorsunuz tersi olacak diye. Güzel şey mektubunuza kavuşmak, ona uykusuz bir kafayla cevap vermek zorunda kalmak! Ne yazacağımı bilmiyorum, şurada satırların arasında dolaşıyorum, gözlerinizin ışığı altında, soluğunuz var üstümde, mutlu, güzel bir günde gezer gibiyim. Kafam hastaymış, yorgunmuş, pazartesi Munich üzerinden yola çıkı-yormuşum, ne çıkar? Bugün böylesine mutlu, böylesine güzel kalacak ya! Sizin F. Benim yüzümden mi soluk soluğa eve koştunuz? Peki ama siz hasta değil misiniz? Yoksa ben üzülmüyor muyum artık hastahğmıza? Gerçekten de öyle, hiç üzülmüyorum artık - hayır, büyütüyorum bu- 36 nu gene, geçen sefer yaptığım gibi-, yanımdasınız sanki, ben bakıyorum size, içtiğim süt size de yarıyor, bahçeden içime dolan hava sizi de güçlendiriyor, hayır bu çok az olurdu, benden çok sizi güçlendirsin istiyorum. Birtakım nedenlerden ötürü çıkamıyorum pazartesi yola, birkaç gün gecikeceğim. Yeni bir tren varmış, Bozen Munich - Prag, ona binersem, aktarmasız yolculuk edebileceğim. Yazmak isterseniz yazabilirsiniz daha, burada olmasam bile Prag adresime gönderecekler mektupları. Hoşça kalın. Alıklıkta üstüne yoktur insanların. Bir kitap okuyorum, Tibet üstüne. Dağ sınırındaki köy yüreğimi daralttı birden, öylesine umutsuz, yitik, öylesine Vi-yana'dan uzak ki bu köy! Alıklık Tibet'in Viyana'dan uzaklığıni'düşünmek! Uzak olur mu hiç? Perşembe Bakın Milena, uzun iskemlelerden birinde yatıyorum öğleden önce, çıplağım, yinimin yarısı güneşte, yarısı gölgede; hemen hiç uyuyamadığım bir geceden sonra,nasıl uyuyabilirdim? Çok hafifim uyku için, durmadan çevrenizde dolandım, bugün sizin de yazdığınız gibi, "başıma konan bu devlet kuşundan" korkmuştum, peygamberler kadar ürkmüştüm, anlatırlar hani, peygamberler çelimsiz, küçük çocuklarmış daha (belki peygamber olduktan sonra da durum değişmemiştir, önemi yok bunun), kendilerine seslenen o yüce sesi duyup ürkmüşler, ayak diremişler, beyinlerini zonklatan bir korku içinde, kalmışlar, oysa daha önceleri de , 37 sesler duymuşlardı, ama bu sefer duydukları seste onları çok korkutan bir şey vardı, neydi? - kulakları mı yanılıyordu, yoksa duyduklari ses mi gerçekten böylesine güçlüydü - sesin onları hemen yendiğinin de farkına varmadılar, dedim ya bilisizdiler, çocuktular, bu yüce ses önceden korkutmakla yenmişti bile onları, bir ses işitmekle mi erdiler peygamberliğe? Bir sürü insan bir sürü ses duyar, her çağrılan da değerli sayılmamalı bence, bir yanlışlığa yol açmamak için olamaz diyorum hemen -dediğim gibi yatıyordum işte, iki mektubunuz geldiğinde. Yanılmıyorsam Milena, sizinle ortak bir özelliğimiz var: Öylesine çekingen ve ürkeğiz ki, hemen her mektup değişik, hemen her mektup bir öncekinden korkmuş, gelecek cevaptan büsbütün çekiniyor. Siz doğuştan değilsiniz böyle, anlamak kolaya bunu, ya ben? Ben de doğuştan böyle değilim belki, ama bende huy etmiş artık, çaresizlik içindeyken ya da ancak öfkeliyken geçebiliyor, bir de unutmayalım: Korkuda. Karşılıklı kapıları olan bir odadayız sanki; ellerimiz kapı tokmaklarında, karşıkinin bir göz kırpışı berikini kaçırmaya yetiyor; hele bir söz edecek olsa, öteki kapısını kapamış gözden yok olmuştur, biliyorum. Açacak kapıyı gene elbet, bu öyle bir oda ki, bırakılamaz belki de. Biri ötekine benzemese bu kadar, rahat olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa... odayı düzene sokacak yavaş yavaş, herhangi bir odaymış gibi; ama hayır, o da kendi kapısının önünde öteki gibi davranıyor... kimi vakit ikisi de kapının ardına kaçmışlar ve bu güzel oda bomboş kalıyor. Üzücü anlaşmazlıklar doğuyor bu yüzden. Kimi 38 mektuplanmdan yakınıyorsunuz Milena, eviriyor çeviriyor hiçbir şey anlayamıyorum, diyorsunuz ama gene de, yanılmıyorsam, o çeşit mektuplar, size en yakın olduğum zaman yazılmıştır. Đsteklerime gem vurmuş, isteklerinizi durdurmuş, ormanın derinliklerinde, rahatlık içinde, şu demek istenmiştir yalnız: Ağaçların tepelerinden gök görünüyor! Hepsi bu kadar, ama bir saat sonra bütün bunlar baştan söylense, evet o zaman dediğimiz çıkar ortaya belki: (Ani jedine slovok tere by nebylo velmi dobre uvazenos - her sözün üstünde çok önemle durulmuştur elbet.) Uzun sürmez ki, bir göz kırpması süresince yalnız, sonra uykusuz gecelerin uğultuları başlar gene. Size nasıl geldiğimi unutmayın Milena, arkamda otuz sekiz yıllık bir yolculuk var (Yahudi olduğuma göre, bu yıllan bir o kadar artırabilirsiniz), sonra, beklenmedik bir yol kavşağında sizi görüyorum, göreceğimi hiç ummadığım, hele böylesine geç bir karşılaşmayı aklımdan bile geçirmediğime göre Milena, ne yapabilirim? Bağıramam, coşamam, içimde fırtınalar kopmuyor artık, bir sürü delice söz de edemem, duymuyorum ki içimde olanları (içimde dopdolu duran öteki çılgınlıktan söz açmıyorum), diz çöktüğümü de şuradan anlıyorum: Gözlerimin önünde ayaklarınız var, okşuyorum onları. Dürüst olmamı istemeyin benden Milena. Kimse bunu, benim kendimden istediğim kadar isteyemez. Bir sürü şey yitiriyorum gene de, evet, her şeyimi yitiriyorum belki. Ama bu avlanma oyunundaki yürekli olma isteği, yürekli kılmaz beni, tersine, bir adım bile atamam sonra, birden her şey yalan olur, ko-valananlar boğuverir avcıyı. Ben böylesine tehlikeli 39 bir yoldayım Milena. Ama siz? Bir ağacın önünde duruyorsunuz, sapasağlam, gençsiniz, güzelsiniz, yeryüzünün acısını yansıtıyor gözlerinizdeki ışık. Köşekap-maca oynanıyor, bir ağaçtan ötekine sürünüyorum karanlıkta, tam ortasındayım yolun, sesleniyorsunuz bana, tehlikeleri hatırlatıyor, ürkek adımlarımdan telaşlanarak cesaret vermek istiyorsunuz; bana (bana!) bu oyunun ne türlü ciddi olduğunu anlatmaya kalkışıyorsunuz - beceremiyorum, düşüyorum, yerdeyim işte. Hem içimdeki o korkunç sesleri, hem sizi dinleyemem aynı zamanda; ama ötekileri dinler, size de gü-- vendiğim için açığa vurabilirim, yalnız size güveniyorum yeryüzünde. Sizin F. Pazar Đki sayfasını dolduran mektubunuzdaki o söylev Milena, yüreğinizin ta içinden geliyor, yaralı yüreğinizin sesi bu (to mne rozbolelo - bu yaraladı beni diyorsunuz, bunu da ben yaptım ha? Ben, size!), ama öylesine tok, öylesine onurlu ki bu ses, yüreğinize değil de çeliğe vurulmuş sanısını veriyor insana; en doğal şeyler isteniyor; ama gene de ters anlaşılmışım (çünkü benim "gülünç kişilerim" de sizinkilerle eş, hem sonra: sizinle onlar arasında bir seçmeye nasıl girebilirim? Gösterin o tümceyi. Böyle budalaca bir düşünüye nasıl saplanabilirim? Yargılamaya yetkim mi var benim? Ben her bakımdan - evlilik, iş, yüreklilik, esirgemezlik, arınmışlık, özgürlük, doğruluk, kendi başına 40 buyrukluk konularında- siz ikinize erişebilir miyim? Bunlardan söz açmak bile tiksinti veriyor bana. Ben mi yardımcı elimi uzatmaya kalkıştım? Bu yürekliliği ben mi gösterdim? Nasıl başaracaktım dersiniz? Yeter bunca soru; onlar ne güzel bilinçaltında uyuyordu, ne demeye gün ışığına çıkarmalı onları? Karanlık, üzücü şeyler bunlar, etkileri de öyle. Đki sayfa yazı yerine, iki saat yaşamak daha iyi demeyin, yazı daha yoksul, ama daha açık), evet ters anlaşılmışım, ne de olsa söylev bana çekilmiş, suçsuz da değilim; şu bakımdan suçsuz değilim: Yukarda sorduklarımın karşılığı çoğunlukla "hayır" ya da "hiçbir zaman" olacaktır. Ama sonra o canım telgrafınız geldi... Geceyi -bu etki düşmanımı- avutsun diye (yetmezse avutmaya, inanın ki suç sizin değil, suç gecelerin. Bu kısa yeryüzü- geceleri, o sonsuz geceyi akla getiriyor da korkutuyor insanı); ama mektubunuz da avuntularla doluydu, ne var ki, o iki sayfa bir birlik olmuş köpürü-yor onda; oysa telgraf kendi başına buyruk, haberi yok ötekinden. Telgrafınızı alıp -bütün öteki şeyler bir yana - gelmiş olsaydım Viyana'ya da, siz bana öyle bir söylev çekseydiniz ne olurdu? (Yukarda da söylediğim gibi etkisi oldu, bütün bütün değilse bile -hem de haklı olarak- hırpaladı beni.) Gözüme bakarak söyleseydiniz, nasıl olsa olacaktı biliyorum, söy-lenmeseydi düşünülecekti belki, bir bakış, bir ürperiş ya da hiç değilse "söyleyeceğim" karar, boylu boyunca yere yıkardı beni, siz bütün hastabakıcılık hünerlerinizle kaldıramazdınız beni. Bu dediklerim olmasaydı, çok daha kötüsü olurdu Milena. Anlıyor musunuz şimdi? Sizin F. 41 Đnsanları tanıma yetiniz nicedir, Milena? Kuşku- , lanıyorum kimi zaman, örneğin Werfel için yazdıklarınız! Yazdıklarınızda sevgi de var, belki yalnız sevgiye dayanıyor sözleriniz... Gene de onu iyi anlamadığınız çıkıyor ortaya. Werfel nasıl bir adamdır? Onu bırakalım şimdi; "şişko'luğu için kızmanızı alalım ele. (Kaldı ki, yersiz bu çıkışınız... Onu pek sık göremiyorum, ama bence, günden güne daha sevimli, daha yakışıklı oluyor Werfel.) Yalnız şişmanlara güvenildiğini duymadınız mı? Yalnız bu sağlam fıçılar dayanır kaynamalara, yalnız bu hav istif çileri üzüntülerden, çılgınlıklardan - kişinin korunabileceği kadar- koruyabilirler kendilerini, yalnız onlar işlerine dört elle sarılmasını başarırlar. Birinin dediğine göre yeryüzünün gerçek sahipleri şişmanlarmış... onlar işe yararmış yalnız, çünkü Doğu'yu ısıtır, Kuzey'i gölgelendirirlermiş! (Tersini savunmaya kalkışabiliriz, ama haksız çıkarız.) Gelelim Yahudilik konusuna! Yahudi olup olmadığımı soruyorsunuz.. Şaka mı ediyorsunuz? Belki de Yahudilerin o korkaklarından olup olmadığımı merak ediyorsunuzdur, kim bilir? Yaksa Praglı olduğunuza göre, Heine'nin karısı Mathilde kadar bön olamazsınız bu konuda! Belki bilmezsiniz, anlatayım... Daha önemli şeyler anlatmam gerektiğini sezinlemiyor değilim, hem sonra dokuncası da olacak bana; öykünün değil, anlatmanın... Ama ne çıkar? Bir kez de hoş bir şey dinlemiş olun benden! Meissner'in "Anılar"ında okumuştum; kendisi bir Alman ozanıydı, Yahudi değildi. Heine'nin karısı Mathilde durmadan Almanları 42 kötüler, içerletirmiş Meissner'i. Mathilde'ye göre Almanlar; acı, tok sözlü, şakadan anlamayan, hep haklı çıkmak isteyen, karşısındakine inanıveren, yapışkan, kısacası çekilmez bir ulusmuş! Meissner dayanamaz, "Tanımıyorsunuz ki Almanları" der... Kocanızın burada, Paris'te düşüp kalktığı Alman gazetecilerin çoğu Yahudi. "Amma da büyütüyorsunuz" der Mathilde, içlerinden bir ikisi Yahudidir belki, örneğin Seiffert! Hayır, der Meissner, Seiffert Yahudi olmayan tek kişi, Mathilde şaşar, nasıl? der, Jeitteles Yahudi mi dersiniz? - Jeitteles sarışın, uzun boylu, güzel bir adamdı- Evet, der Meissner. Ya Bamberger? Ya Arnste-in? Onlar da mı? der Mathilde. Evet, onlar da. Bütün tanıdıklar sıradan geçer, sonunda Mathilde iyice sinirlenir: Daha neler, der, nerdeyse Kohen adının da bir Yahudi adı olduğunu söyleyeceksiniz! Oysa Kohen ko» camın amcaoğludur... Kocamın Protestan olduğunu da bildiğinizi umarım... Meissner söyleyecek söz bulamaz, susar.) Anlaşılan korkmuyorsunuz Yahudi ırkından. Kentlerimizdeki bu son, ya da sonradan bir önceki durum göz önünde tutulursa, yüreklilik sayılır bu davranışınız -eğlenmiyorum- bir genç kız, ana babasına "Bırakın beni" diye alıp başını giderse, bu Jeanne d'Arc'ın köyünden çıkmasına benzemez, daha başka, daha önemli bir şeydir. Yahudilere özgü korkaklıkla suçlandırabiliriz onları, ama yaygın olan bu suçlandırma insanları tanıma bakımından teoride kalır, gerçeğe uymaz; örneğin, kocanız için daha önceleri yaptığınız tanımlamaya uymuyor, benim deneyerek edindiklerime de uymuyor... Evet, birkaçı için doğru belki, hem bu birkaçı için de tam yerinde... Bende olduğu gibi. Tuhaflığı burada işte, bütün Yahudiler bu suçlamaya girmiyor. Yahudile- 43 rin bu güvensiz durumları, kendilerine olan güvensizlikleri ile başkalarına olan güvensizlikleri bize şunu gösteriyor: Yahudiler yalnız ellerinde tuttukları, dişleriyle koparabildikleri nesnelere sahip olabileceklerine inanmışlardır. Ellerinin altında olan bu varlıklar onlara yaşama hakkını verir ancak. Yitirirlerse bu varlıkları, bilirler bir daha ele geçiremeyeceklerini. Hiç ummadıkları yerden tehlikeler yağdırılır Yahudilere. Daha açık anlatabilmem için, tehlikeyi bırakıp şöyle diyeyim: "Gözdağı ile korkutulur." Sizinle ilintisi olan bir örnek vereyim. Hiç sözünü etmeyecektim, ama o zaman tanımıyordum sizi daha. Susmakta bir sakınca görmüyorum şimdi, sizin için de yeni bir şey olmayacak bu; soy sopun sevgisini gösterir! Kim olduklarını söyleyecek değilim, adlarını unuttum bile. Küçük kız kardeşim Hıristiyan bir Çekle evlenecekti. Oğlan, sizin yakınlarınızdan birine bir Yahudi kızla evleneceğini söyleyince: "A-man sakın bir Yahudi ile evlenme, görmüyor musun bizim Milena'yı" filan gibi sözler edilmiş. Bunları anlatmakla nerelere sürükledim sizi? Yolumu şaşırdım, ama ne çıkar? Siz de birlikte geldiniz belki, demek ikimiz de yolumuzu şaşırdık! Çevirilerinizin en güzel yanı bence, asıllarına bağlı kalışları ("bağlı" sözü için azarlayın beni, her şey gelir elinizden, ama en iyi başardığınız iş azarlamak anlaşılan; ödevlerini hep yanlış yapan bir öğrenciniz olmak isterdim, durmadan azarlayasınız diye; sınıfı görür gibiyim, üzerime eğilmişsiniz, ben korkudan başımı kaldıramıyor, bakamıyorum yüzünüze... Durmadan azarlıyor, parmağınızı sallıyorsunuz havada! Ne dersiniz? Öyle mi yapardınız?). Evet, aslına çok "bağlı" kalıyorsunuz çevirilerde, bana öyle geliyor ki, elinizden tutmuş arkamdan sü- 44 rüklüyorum sizi; öykülerimin karanlık, basık, pis, boğucu yollarında dolaştırıyorum; bitmek tükenmek bilmiyor bu yollar... (Tümcelerimin uzunluğu da bu yüzden, anlamadınız mı?) Bu sonsuz yolların (iki ayda bi-tiriverdiniz öyle mi? Çok çabuk!) aydınlık çıkışında elinizi bırakıp, kaçmayı akıl etsem bari. Mektubumu bugün kesmek için bir uyartı sayıyorum bunu, onun için bugünlük bırakıveriyorum bana mutluluk taşıyan eli. Yarın gene yazarım... Viya-na'ya neden gelemediğimi -kendimi temize çıkarmak amacıyla- gene yarma bırakıyorum, bana hak vermedikçe de erince kavuşamayacağım. F. Milena, adresi biraz daha okunaklı yazmanızı isteyeceğim; bana yazılan zarfa girdi mi, yarı yarıya benim sayılır artık, sizin olmaktan çıkar... Yabancıların mallarına önem verin biraz, biraz sorumlu duyun kendinizi. "Tak" (*). Ben de mektuplarımdan birinin elinize geçmediğinden korkuyorum. Yahudi korkaklığı. Mektuplarımın elinize geçeceğinden korkacak yerde! Gene o konuya dönüyor, budalaca bir söz etmek istiyorum; budalalık şurasında: Kendimce gerçek bulduğum bir şeyi - sakıncası olabileceğini düşünmeden - söylemek isteyişim. Bir de Milena korkaklıktan söz açar! Göğsüme bir yumruk indirir gibi bir soru sorar bana, hiç çekinmeden hem de: "Jste Zîd?" (Yahu- (*) Çekçe "hah şöyle" anlamına gelir. - Çevirenin notu. 45 ">' di misiniz?) der bana. Çekçede ses ve devinme bakımında birbirinin eşidir bu tümce. "Jste"de sıkılmış yumruk hız almak için nasıl geriliyor, görmüyor musunuz? Sonra "Zîd"de sevinçli, uçan, yerini bulan bir iniş var. Çekçenin Alman kulağına böylesine ettikleri çoktur. Bir seferinde de: "Nasıl oluyor da kalışınızı bir mektuba bağlayabiliyorsunuz..." demiş, "Nechapu"yu (anlamıyorum'u) yapıştırmıştınız! Çekçede, hele sizin kullandığınız dilde bu söz çok yadırgatıcı; katı, ölü, pinti, sert bir şey, daha doğrusu; ceviz kıracağına benziyor. Çene bu sözü diyebilmek için üç kez çatırdıyor: Đlk hece cevizi kapmak istiyor, olmuyor ama, ikinci hecede ağız alabildiğine açılmış, ceviz sığıyor şimdi ağı-za, üçüncü hecede kırılıyor ceviz, çıkan sesi duymuyor musunuz? Sonunda dudakların öyle bir kapanışı var ki, hiç savunma hakkı vermiyor

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.