ROMAN-İDEOLOJİ İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA REFİK AHMET SEVENGİL’İN ROMANLARI VE ROMANCILIĞI1 Hürdünya ŞAHAN2 Özet Refik Ahmet Sevengil roman, hikâye tiyatro gibi edebiyatın farklı türlerde eserler vermiş, Cumhuriyet döneminin önemli aydın ve yazarlarından biridir. Daha çok gazetecilik ve tiyatro tarihçiliği çalışmalarıyla anılsa da Köyün Yolu (1938) adlı bir hikâye kitabı; Çıplaklar (1936) , Açlık (1937) ve Perdenin Arkası (1941) adlarını taşıyan üç roman da kaleme almıştır. Edebiyatımızda eksik olanın ideoloji olduğu görüşünde olan Sevengil, romanlarında sıkı sıkıya bağlı olduğu Cumhuriyet ideolojisini ve devrimlerini toplumcu gerçekçi bir anlayışla ele almıştır. Sosyal faydayı ön planda tutan yazar, edebiyatı da devrimlerin ve Atatürk ilke ve inkılâplarının halka anlatılması ve benimsetilmesi için bir araç olarak kullanmıştır. Bu durum onun romanlarındaki edebî kaygının geri plana itilmesine ve ideolojinin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Başlangıcından günümüze Türk edebiyatında edebiyat ve ideoloji birbirini besleyen iki alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Refik Ahmet Sevengil’in romanları da bu ilişkinin örneklerini vermesi bakımından değerlidir. Yazarın romanları çeşitli yönleriyle bazı akademik çalışmalara konu edilse de romanlar, ideoloji-edebiyat ilişkisi bağlamında şimdiye kadar ele alınmamıştır. Çalışmada Refik Ahmet Sevengil’in romanları, roman-ideoloji bağlamında incelenerek, Cumhuriyet ideolojisinin eserlere nasıl sirayet ettiği ve buradan hareketle de yazarın söylemi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: İdeoloji, roman, Cumhuriyet Dönemi Türk romanı, Refik Ahmet Sevengil REFİK AHMET SEVENGİL’S NOVELS AND HIS WRITING WITHIN THE CONTEX OF NOVEL IDEOLOGY Abstract Refik Ahmet Sevengil, who created many works of literature in different genres such as novel, story, theater, is one of the most important intellectuals and authors of the Republican period. Although he is best known for journalism and theater historiography, he had written a story book named Köyün Yolu (1938) and three novels named Çıplaklar (1936), Açlık (1937) and Perdenin Arkası (1941). As Sevengil has the opinion that ideology is lacking in our literature, he dealt with the Republican ideology and revolutions, which are his most cherished principles in his novels, with a socialist realistic understanding. The author, who prioritised the social benefit, used literature also as a means of explaining and adopting the revolutions and Ataturk's principles and reforms to the public. This situation caused the literary concern in his novels to be left aside and the ideology to come into prominence. From the beginning until now in Turkish Literature, literature and ideology are emerging as two fields nourishing each other. Refik Ahmet Sevengil's novels are also valuable in terms of exemplifying this relationship. Even if author's novels is mentioned to academic studies in various aspects, novels has not been dealt with in the context of ideology-relationship until now. In the study, by analyzing Refik Ahmet Sevengil's novels within the context of novel-ideology, it has been tried to reveal how Republican ideology spreaded through the works and thus to put forward the author's discourse. Key words: İdeology, novel, Republic Period Turkish novel, Refik Ahmet Sevengil 1 Bu çalışma SAÜ Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmiştir. (Proje Nu: 2015-60-02-012) 2 Okt., Sakarya Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, [email protected]. Journal of Turkish Language and Literature Volume:3, Issue:3, Summer 2017, (131-159) - 132 - Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve… GİRİŞ İnsanlararası iletişim ve işbirliğini sağlayan dil, toplumsal yaşamın ön koşulu olmakla beraber kültürün de aktarıcısıdır. Kültürün aktarımında önemli bir işlevi olan edebiyat da bir anlamda hayatı dönüştürür ve bunu dil aracılığıyla yapar. Hayatın gerçekliğini bir anlamda kendi gerçekliğine dönüştüren edebiyat bunu dille yaparken edebiyat ile ideolojinin ilişkisi de yine “dil” aracılığıyla kurulur. İdeoloji zaman içerisinde pek çok kişi tarafından farklı anlamlar yüklenen terimlerden biri haline gelmiştir. Özellikle Marksist düşüncede önemli ve ayrı bir yeri olan ideoloji sözcüğü ilk olarak 1796 yılında Fransız Destutt de Tracy tarafından kullanılmıştır. Tracy, konusu düşünce (fr. idée) olan, düşünceleri inceleyecek bir bilim dalı tasarlar ve “idée” (düşünce, kanı, inanış) sözcüğünden “idéologie” terimini üretir. “Yunanca idea (görülen biçim) sözcüğüyle logos (bilgi) sözcüğünün birleştirilmesiyle yapılmış ve düşünbilim ya da düşünceyi inceleyen bilim anlamında ileri sürülen (Hançerlioğlu 1979:200) ‘ideoloji’ terimi olumlu bir anlamı ifade ederken anlamı zaman içerisinde değişir ve bir dönem sonra sözcüğe yeni ve çoğunlukla olumsuz anlamlar yüklenir. “Felsefeden iletişim bilimlerine, antropoloji ve sosyolojiden siyaset bilimine pek çok farklı disiplinin kavramla ilgili yaklaşımları farklı noktalarda olmuştur” (Çelik 2005:4). İdeoloji kavramını Karl Marx, Frederic Engels, Raymon Aron, Louis Althusser, Hannah Arendt, Raymond Boudon, Etienne Balibar gibi araştırmacılar ve filozoflar, kendi çalışmaları bağlamında tanımlamışlardır (Yıldız, Günay 2011:155) . İdeolojinin herkesin üzerinde hemfikir olduğu tek ve kapsayıcı bir tanımının yapılması oldukça güçtür. Ortak bir tanım yapmaya çalışılırsa ideoloji, düşünceyi inceleyen bilim, toplumu yönlendirmeye yönelik düşünceler bütünü şeklinde tanımlanabilir. Sadece “belirli bir siyasal düşünürün fikirlerinin sistematiği” (Mardin 1992:15)olmayıp varolan bir durumun dil yoluyla yeniden oluşturulması ve göstergelerden faydalanarak gerçeğin değiştirilmesi ve dönüştürülmesidir. Söz konusu noktada devreye söylem girer. Söylem, ideolojinin aktarım aracı ve dilin bireysel kullanımıdır (Yıldız, Günay 2011:160). Dil, söz konusu anlamı yeniden kuran ideolojinin bir parçasıdır. İdeoloji kuramcıları arasında bu noktada Foucault’nun düşünceleri oldukça önemlidir. Çünkü Foucault söylem kavramını devreye sokar ve böylece ideoloji-dil ilişkisini ortaya koymaya çalışır. Çünkü söylemin kendisi, anlamın dil içinde hareketiyle ortaya çıkan şey olarak tanımlanabilir. İdeoloji ise, bu anlamın belli kişi ve gruplar lehine nasıl harekete geçirildiği ile ilgilenir (Sancar 1997:89). Nitekim ideoloji belli söylem içinde gerçekliği öyle bir üretir ki bizim doğrudan algıladığımızı varsaydığımız şey ideolojik söylemin filtresinden geçen imgesel izdüşümlerden ibarettir (Uras 1993:39). Toplumu yönlendirmek için bazı ikna edici stratejilere, yönlendirme durumlarına ve kanıtlama biçimlerine ihtiyaç duyulur ve ideoloji tutarlı ve açık bir değerler dizgesi üzerinden toplumun söz konusu ideolojiyi içselleştirmesini maçlar (Yıldız, Günay 2011: 161). Böylece toplum belli bir şekilde düşünmeye ve hareket etmeye yönlendirilir. Her ideoloji farklı söylemler ve sözcüklerle bunu yapmaya çalışır. Bu açıdan baktığımızda Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecinde de toplumu yönlendirmek, kurulan yeni devletin ideolojisini benimsetmek için çeşitli stratejiler geliştirilmiştir. Bu noktada da öncelikli olarak edebiyatın toplum üzerindeki etkisinden faydalanma yoluna gidilmiştir. Nitekim ideolojinin önemli kuramcılarından Louis Althusser’in Journal of Turkish Language and Literature Volume:3 Issue: 3, Summer 2017, (131-159) Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve Romancılığı - 133 - “Devletin İdeolojik Aygıtları” olarak tanımladığı aygıtlardan biri de kültürel DİA’(Edebiyat, güzel sanatlar vb.)dır (2014, s.51). Althusser’e göre bu aygıtlar kamusal ve özel alanların düzenlenmesinde önemli işlevlere sahiptir (Althusser 2014:51-52). Edebiyat-ideoloji ilişkisinin en belirgin olduğu dönemlerden birine, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına baktığımızda yeni kurulan devletin yeni düzenini topluma anlatmak, kabul ettirmek ve yaygınlaştırmak için bizzat devletin edebiyatı bir anlamda araç olarak kullandığını görürüz. “Cumhuriyet, yaratıcı eserlerin hangi koşullar altında himaye göreceğini tarif etmişti. Bunlar eski rejimi mahkûm etmeli, milliyetçiliği ve modernliği yükseltmeli, vatanseverliği savunmalı, toplumun iyiliği için kişinin kendisini feda etmesi idealini ifade etmeliydi.” şeklinde o dönemki ilişkiyi dile getiren Karpat’a göre Halkevleri bu yeni ideolojinin yaygınlaşması ve kabul görmesini sağlayacak bir ideolojik aygıt görevini üstlenerek temelde edebiyatın gücünden faydalanmıştır (2009: 130). Bu doğrultuda kendisinden önceki kültürel mirasın reddi ve milli kimlik politikalarının bir uzantısı olarak milliyetçi söylemle oluşturulmak istenen milli kimlik merkeze alınmış ve cumhuriyet ideolojisine uygun/paralel milli bir edebiyat oluşturma çabasına girilmiştir. Siyasi, ekonomik reformlar bir tarafa bırakılırsa konumuzu ilgilendiren nokta kültürel reformlar bağlamında oluşturulmak istenen milli bir edebiyattır. Cumhuriyet ideolojisinin edebiyatı şekillendirme çabası ve ona müdahalesi kimi zaman dönemin yazar ve şairlerini bu doğrultuda teşvik etmesi şeklinde olmuştur. Ancak edebiyatın ideolojinin elinde bu denli araçsallaşması edebiyatımızda nitelik bakımından zayıf eserler vücuda getirilmesine sebep olmuştur. Türkiye’de 1920’lerden itibaren ulus-devletin oluşturulmasına paralel resmi ideoloji doğrultusunda bir kanon oluşturulmaya çalışılması da yine edebiyat ve ideoloji ilişkisi noktasından ele alınmalıdır. “İnkılâp Kanonu” ve “İnkılâp Edebiyatı”nın oluşturulması için rejime bağlı yazar ve şairler, bazı siyasîler, hükümet, parti, Halkevleri, Basın Genel Müdürlüğü gibi kurumlar çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır (Çıkla 2007:54). Bu doğrultuda Cumhuriyet’in onuncu yılında düzenlenen faaliyetler, 1939-1947 yılları arasında CHP’nin verdiği sanat ödülleri, bu yarışmalarda yazarların konu olarak mutlaka “devrim ilkelerine bağlı kalmaları” koşullarının aranması, kitap tanıtımları ve reklamlar kanonlaştırma örneklerinden bazılarıdır. “Milletin hikâyesini anlatan metinlerden oluşan bir toplam olarak edebiyat kanonu insanların kendilerini birleşmiş bir milletin yurttaşları olarak görmelerini sağlayarak dayanışma deneyimini kolaylaştırır” (Jusdanis 1998:79). Böylece millî bir kimliğin üretilmesine yardımcı olur. Türkiye’de uluslaşma sürecinde Cumhuriyet yöneticilerinin yazar ve şairlerden rejimi destekleyen eserler yazmalarını istemeleri, bu konuda onları teşvik etmeleri, kimi yazar ve şairlerin buna katılmaları, bazılarının bu oluşum doğrultusunda milletvekili yapılmaları ve bir “inkılâp kanonu”nun oluşması bunu örnekler. Milletin yüce, yüksek kabul ettiği her türlü değer bu metinler aracılığıyla geleceğe taşınarak, üzerinde eleştirmenler tarafından sık sık incelemeler yapılır, okullarda ders olarak okutulur, bir anlamda kutsallaştırılarak otoriteleri sağlamlaştırılır. Bu yolla milli bir edebiyat oluşturma çabası çoğunlukla ideolojiktir. Dönemin pek çok yazar ve şairi verdikleri eserlerle bu oluşuma destek olmuşlardır. Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Ahmet Sevengil gibi yazar ve şairler listesini uzatmak mümkün. Söz konusu isimlerin bazılarının milletvekilliği Journal of Turkish Language and Literature Volume:3, Issue: 3, Summer 2017, (131-159) - 134 - Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve… yaptığını , bazılarının CHP’nin açtığı roman yarışmasında ödül aldığı göz önünde bulundurulursa Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında edebiyat ve ideolojinin nasıl içiçe olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Refik Ahmet Sevengil, Cumhuriyet dönemi resmi ideolojisi doğrultusunda, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke inkılâplarına sıkı sıkıya bağlı; gazetecilikten tiyatroya, romandan hikâyeye kadar pek çok alanda eserler vermiştir. 1943 ve 1946’da milletvekilliği de yapmış olan Sevengil (1903-1970) edebiyat ve ideoloji ilişkisi üzerinden ele alınması gereken isimlerden biridir. Refik Ahmet Sevengil, nasıl bir edebiyat istediğini, edebiyatın amacını ve işlevini anlattığı Bizim İstediğimiz Edebiyat adlı eserinde belirttiği görüşleri romanlarına da yansıtmıştır. Edebiyat ve yaşayış arasında çok sıkı bir ilişki olduğu görüşünü savunan Sevengil’e göre cumhuriyetle birlikte toplumsal yaşamda meydana gelen, büyüklüğü ve değeri baş döndüren bu değişikliğe edebiyat da yabancı kalamaz (Sevengil 1933:17). Tanzimat öncesi ve sonrası edebiyatı değerlendiren yazar, bu dönemlerin zirvelerine hakkını teslim etmekle beraber bir “azlık kişiler edebiyatı” olmaktan ileri gidemediklerini belirterek bütün çokluk kişilerin, her öz ve iyi yaşaması gerekli olanın edebiyatını yaratmamız gerektiğini belirtir (Sevengil 1933:17-18). O edebiyat ki salonlardan kulübelere kadar insin, barlardan yaylalara çıksın, halkın kaygısını görsün, dünkü karanlık geçmişten, uydurmalardan, tutukluktan kurtulsun, halkımızı kamçılasın ve bu yeni yolda ulusu şahlandırsın (Sevengil 1933:17). Görülüyor ki Sevengil’in istediği edebiyat halkçı ve pragmatist bir edebiyat. Yeni devletin şekillenmesinde edebiyattan faydalanmanın gerekli olduğunu savunan yazar, toplumcu ve realist bir tutumla cumhuriyet ideolojisini romanlarında işlemiştir. Sevengil, edebiyatın harcının duygu ve hayal değil düşünce olduğu görüşünü savunur (1933:20-21). Edebiyatın her şeyden önce bir amacı olması gerektiğini dile getiriren Sevengil’e göre edebiyatımızın en büyük eksiği ideolojisiz kalmış olmasıdır (1933:21). Yaşayan ve sürekli bir edebiyatımız olmasını istiyorsak öncelikle amacını belirlemeli, ardından özünü düşünce ile yoğurmalı, boş lakırdıdan kurtulmalı, halkın sıkıntısını ve acılarını dile getiren müspet ve maddeci bir edebiyata doğru evrilmesini sağlamalıyız (1933:21-22). Realist, idealist, kavgacı ve inkılâpçı bir edebiyat anlayışını savunan yazar romanda toplumsal faydayı amaçlamış, edebiyatı Atatürk ilke ve inkılâplarını halka anlatacak, toplumu çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartıp geliştirecek bir araç olarak görmüştür. Yazarın edebiyat ile ideoloji arasında bu kadar yakın ve sıkı bir ilişki kurması ve toplumsal faydanın öncelenmesi, onun romanlarında edebîliğin geri planda kalması sonucunu doğurmuştur. Bu çalışmada Refik Ahmet Sevengil’in Çıplaklar (1936), Açlık (1937) ve Perdenin Arkası (1941) adlı romanları, edebiyat-ideoloji ilişkisi bağlamında Cumhuriyet ideolojisinin romanlara yansımasını göstermesi bakımından ele alınmıştır. Romanlardaki ideolojiye dair unsurlar; batılılaşma, kadın ve toplumdaki yeri, ekonomi ve eğitim başlıkları altında incelenmiştir. İncelemede edebiyatın inkılâpların anlatılmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlayacak, dolayısıyla zihni dönüşümü kolaylaştıracak önemli bir araç olarak kullanıldığı romanlardan yola çıkılarak gösterilmeye çalışılmıştır. Journal of Turkish Language and Literature Volume:3 Issue: 3, Summer 2017, (131-159) Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve Romancılığı - 135 - Batılılaşma Tanzimat’la birlikte hız kazanan Batılılaşma hareketlerinin öncelikli amacı, art arda alınan askerî yenilgilerle gittikçe zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaktan kurtarmaktı. Bunu yaparken de Avrupalı devletlerin kurum ve kuruluşları örnek alınmış, Batılı tarzda düzenlemelere gidilmiştir. Batı’nın örnek alınması sürecinde meydana gelen köklü değişiklikler, hem toplumsal yaşantıda hem de zihinlerde “eski” ve “yeni” ayrımına gidilmesine neden olmuş ve toplumda bir ikilik meydana getirmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan yeni devlet ise hem zihniyet hem de yaşayıştaki bu ikiliği ortadan kaldırmak istemiş ve yönünü Batı medeniyeti olarak belirlemiştir. “Muassır” medeniyetler seviyesini eğitim, ekonomi, yaşayış, hukuk gibi devletin tüm unsurlarında yakalamayı hedefleyen yeni devletin ideolojisinin önemli bir parçasını oluşturan ve çağdaşlaşma olarak adlandırılan bu ideoloji edebiyatımızda Tanzimat ve sonrası dönemlerde karşımıza çıkarken Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında da ele alınan önemli konulardan biri olmuştur. Batılılaşma hareketlerinin edebiyatımıza yansıması özellikle romandaki tipler aracılığıyla yapılır. Cumhuriyet’e kadarki ikilik toplumda üç farklı insan tipi üzerinden edebiyatımızda yer bulur. Bunlardan ilki muhafazakârlar önceleri Batı’yı mutlak bir şekilde reddederler, sonraları Batı’nın sadece tekniğinin alınmasını isterler; ikincisi “Modern Avrupalı Osmanlı” veya “Sentez Taraftarları” dır ki bu grubun teklifi kendi değerlerimizle, Batı’nın yeni değerlerinin sentezini yapmaktır; üçüncü grup “Mutlak Batıcılar” ise millî ve manevî değerleri tümüyle reddedip tam bir Batı taklitçisi olarak ortaya çıkarlar ve değişen dönemlerle birlikte yeni özellikler kazanarak başlangıcından itibaren Türk romanının da ilginç ve aslî tiplerinden biri olurlar (Toker 2002:342). Refik Ahmet Sevengil’in romanlarında da karşımıza çıkan bu mesele Cumhuriyet sonrası batılılaşma şeklinde ele alınmıştır. Onun romanlarında da söz konusu tipler karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet ideolojisine, Atatürk ilke ve inkılâplarına sıkı sıkıya bağlı Sevengil, ulus edebiyatını Batı tekniği içinde yerli tadı üstünde tüten ve yaşatan bir edebiyat olarak görür (Sevengil 1933:23). Eserlerini bu bakış açısıyla kaleme alan yazarın söz konusu üç romanında da Batılılaşma meselesini ele aldığı görülmektedir. Yazarın 1936’da yayımlanan ilk romanı Çıplaklar ülkenin Cumhuriyet sonrası durumunu ve sorunlarını anlatır. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyet’i ile yeni bir düzene geçiş sağlanmış, vatan toprakları Avrupalılardan temizlenmiştir ancak ülke pek çok sorunla karşı karşıyadır. Bunların belki de en önemlisi uzun yıllar Avrupa’ya bağımlı kalmış, ona hammadde sağlamış ancak milli bir sanayileşmenin olmadığı, savaş sonunda ayrıca insan gücünün de azalmış olması gibi sorunlarla çözülmeyi bekleyen bir ekonomi sistemidir. Cumhuriyet’le beraber sanayileşme adımlarıyla zengin tabaka, işçi ve köylüden oluşan Anadolu’da gelişmeden uzak, çaresiz kalmış halk arasındaki çelişkiler yazarın romanında gözler önüne serilmiştir. Ülkenin gerçek anlamda ilerlemesi ise ancak toplumun tüm kesimlerinin kalkınmasıyla mümkündür. Tüm gelişmelerden uzak kalmış ve romanda “Anadolulu” olarak adlandırılan insanların da bu ilerlemeye katılması gerekmektedir. Bunun için kendini bu ülkeye adamış, idealist, genç ve aydın beyinlere ihtiyaç olduğu söylemini romandaki idealize edilmiş tipler üzerinden vermeye çalışan yazar karşımıza Doktor Çetiner ve Ülker’i çıkarır. Journal of Turkish Language and Literature Volume:3, Issue: 3, Summer 2017, (131-159) - 136 - Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve… Roman, Cumhuriyet sonrası yaşayışını romandaki kişilerin yaşamlarından kesitler sunarak verir. Romanın kalabalık şahıs kadrosunu alafrangalar, yabancılar, yerli azınlıklar ve ideal karakterler oluşturur. İdealize edilen kişiler Ülker ve Doktor Çetiner’in yaşamları üzerinden meseleyi ele alan roman, “Bir Muş Gezintisi” adlı bölümle başlar ve tüm bu kişiler dramatik bir teknikle okuyucuya tanıtılır. Yazar, idealize ettiği kişileri tanıtmadan önce Vural Gündoğdu ve ailesinin merkezini oluşturduğu alafranga bir yaşam süren, savaş sonrası zenginleşmiş, savaşın başladığı yıllarda Millî Mücadeleye inanmayan ancak yeni devletin sanayileşme hamlesini kendi çıkarları doğrultusunda olumlu bir adım olarak gören, medenî olmayı kısa yoldan zenginleşmek, kadın erkek ilişkilerinde serbestlik, içki, eğlence dolu bir hayattan ibaret gören bu kişiler romanda alaycı ve ironik bir üslûbla ele alınırlar. Romanda karşımıza çıkan olumsuz kişiler Vural Gündoğdu, Bedia, Sevim, Kaya, İlhan, Erenler, Hüseyin Tok ve kızı Güler, Refia, İffet Molla, Sabri Uçar, Mehmet Halkatapar mutlak Batıcı tiplerdir. Batılılaşmayı sindiremeyen bu insanlar halktan kopuk, lüks içinde yaşayan savaş zenginleridir. Bu kişilerin hemen hepsi çarpık ilişkiler yaşamakta, erkekler kadınlara olan düşkünlükleriyle, kadınlar ise erkeklerin ilgisini çekmeye çalışan hafifmeşrep yaratılışlarıyla öne çıkmaktadırlar. Bu grubun karşısına idealize edilmiş kişiler Doktor Çetiner ve Ülker’i çıkaran anlatıcı, “Doktor Çetiner” başlıklı bölümde Çetiner’in gençliği, eğitim ve çalışma hayatı, idealleri geri dönüş tekniğiyle anlatır. Çetiner, Çanakkale, Galiçya, Kafkaslar, Suriye, Sinâ cephelerinde savaşmış bir babanın oğludur. Babası cephedeyken annesini kaybetmiş Çetiner’i teyzesi büyütmüştür. Çetiner liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a gelen babası, onu Tıp Fakültesi’ne yerleştirerek tekrar cepheye döner. Birkaç ay sonra oğluna şu mektubu gönderir: “İstanbul’a ayak bastığım ve ayrıldığım günler arasındaki zaman bana bir kâbus gibi geliyor. Ben fena bir rüya görmüş gibi olacağım. Şimdi rahatım. Nefes almak için lâzım olan havayı buldum. İşte burada gözlerim açık olarak madde olarak görüp anlıyorum: Benim toprağımda hürriyet havası vardır, ben varım, benimkiler vardır. Orada havasızlıktan ve yabancılıktan boğuluyordum. Orası da burası gibi olacaktır. Bunun için belki milyonların ölmesi lâzım gelecek. Vatanı kurtarmak için ölmek lâzımdır, fakat kurtulan vatanı milyonların insan gibi yaşayabilecekleri bir yer haline getirmek için de yaşamak lâzımdır. Biz seninle bu işi paylaşalım, oğlum: birincisini bana bırak, ikincisini sana vazife olarak veriyorum” (Sevengil 1936:81-82). Babasının bu sözlerini bir vazife kabul eden Çetiner, sorumluluğunun bilinciyle okuluna devam etmiş, onun gibi insanlara en çok ihtiyaç duyulan dönemde Anadolu’ya doktor olarak gitmiştir. Aslında babasının bu sözleri, düşmandan temizlenen vatanın asıl savaşının bundan sonra başlayacağının ve bu savaşta Çetiner gibi nice sorumluluk sahibi gençlere ihtiyaç duyulacağının göstergesidir. Bu bilinçle Kayseri’de göreve başlayan Çetiner, halkla yakınlık kurar, onların acılarını, sıkıntılarını paylaşır. Yükselme Anadolu insanından başlayacaktır. Çünkü “Türkiye halkçı ve sınıfsız bir ülkedir ve bu Türkiye’de her kişinin ayrı ayrı birer değerli varlık olarak tanınması, okumuşun, güçlünün, paralının bilgisi, gücü, parası az olanın sırtından geçinmesine göz yumulmaması demektir” (s.24) düşüncesinde olan Sevengil (1933), romanın Journal of Turkish Language and Literature Volume:3 Issue: 3, Summer 2017, (131-159) Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve Romancılığı - 137 - idealize kişisini de bu doğrultuda oluşturur. Çetiner, görevi sırasında Türk köylüsünü yakından gözlemler ve İstanbul’dan gelen diğer memurlar gibi halka uzak kalmaktansa onlarla yakınlaşmayı seçer. Ona göre “Anadolu’ya yapılacak propaganda kulağına değil, gözüne hitap etmelidir; onu sözle değil, işle yola ve istediğiniz yola getirmek mümkündür” (s.89). Anadolu insanı yoksul, çaresiz ve geri kalmıştır ve Çetiner’e göre bu durumun tek sebebi onun “asırlarca ihmal edilmiş, bakılmamış, işlenmemiş” (s.89) olmasıdır. O, Türk aydının Türk köylüsü için hiçbir şey yapmadığını düşünmektedir: “Memleket, milyonların insan gibi yaşayabilecekleri bir yer haline getirilmelidir. Bu büyük yapıya başlarken her münevver kendisine düşen ödevi, hayale kapılmadan, hesaplı, ölçülü, müsbet bir şekilde çizecek, üstüne alacak ve yapacaktır. Doktor Çetiner, inkılâbı böyle anlıyor ve Kayseri’de kendi hesabına bunu yağmağa çalıştı” (Sevengil 1936:90). Kayseri’de üç yıl kaldıktan sonra Zonguldak’a tayini çıkan Dr. Çetiner’i ahali gözyaşlarıyla uğurlar. Çetiner, Zonguldak’a geçmeden, yeni başkentteki “inkılâp yapısının mimarîsine hâkim olan ruhu” (s.91) teneffüs etmek için Ankara’ya uğrar. Zonguldak’a vardığında bir yanda maden ocaklarında çalışıp kazandıkları üç beş kuruşla geçinmeye çalışan işçi ailelerinin zorlu koşullarını, diğer yanda ise deniz manzaralı evlerde yaşayan maden sahipleri ve şirket memurlarının konforlu yaşantılarını görür. Bu iki yaşantıyı da yakından tanıyan Çetiner, Kayseri’de olduğu gibi burada da halkla yakın ilişkiler kurar, zengin ve Batılı tarzda bir yaşam süren insanların zaman zaman davetlerine katılmak dışında onlara karşı mesafeli durur. Teyzesinin ağır hasta olduğunu öğrenince apar topar İstanbul’a giden Çetiner, miras işlerini halleder halletmez Zonguldak’a dönmeyi planlarken işlerinin uzaması sebebiyle düşündüğü kadar kısa sürede İstanbul’dan ayrılamaz. Bu arada Vural Gündoğdu ve ailesiyle de tanışır, onların “monden” hayatından oldukça etkilenir ve kendisini uzunca bir süre bu hayata kaptırır. Çetiner’in bir tekne gezintisiyle başlayan bu yeni hayatı, “Ömer Hayyam Kulüb” ve “Çıplaklar Birliği” gibi “monden hayat”tan insanların bir araya geldikleri camialarla sürüp gider. Vural Gündoğdu ve çevresinin zevk ve sefa içindeki yaşantısı ile Anadolu’da tanık olduğu yoksul yaşantıyı karşılaştıran Çetiner’in Anadolu hakkındaki düşüncelerinde de değişiklikler meydana gelir: “Doktor Çetiner, Anadolu kasabalarında rast geldiği genç mühendislerin, şirket memurlarının, hekimlerin, muallimlerin ve başka kimselerin İstanbul’a can atmalarına kızar, Anadolu’yu sevmiyenleri sevmezdi. Bu duygusundan caymış olmamakla beraber şimdi Anadoluda yaşamak için Anadoluyu sevmenin kâfi olmadığını düşünüyor; babasının verdiği vazifenin sebebini, manasını daha iyi anlıyor; Anadoluda yaşamak için Anadoluyu yaşanabilir hale getirmek lâzımdır”. (Sevengil 1936:99) Dr. Çetiner’in düşüncelerinde meydana gelen bu değişikliğe rağmen, o umudunu kaybetmez, umudu hâlâ genç nesildedir. Yeni ülkeyi bu genç nesil ayakta tutacaktır: “İnkılâp yıllarında doğup büyüyen, inkılâp havası içinde yetişen gençlik yeni yapının çatısını yükseltecekti”.(s.100) İstanbul’da kaldığı süre zarfında bu monden hayatın büyüsüne kaptıran Çetiner, romanın bir diğer idealize kişisi Ülker’e âşık olur. Ülker’in annesi o küçük yaşta iken intihar etmiş, babası Hariciye memuru olduğu için Fransa’ya Journal of Turkish Language and Literature Volume:3, Issue: 3, Summer 2017, (131-159) - 138 - Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve… gitmiş ve orada evlenmiştir. Ülker’e ise babaannesi bakmıştır. Annesinin intiharı onu derinden etkilemiş, Aşk-ı Memnû’daki Bihter karakteri gibi annesine benzemekten, onunla aynı kaderi paylaşmaktan korkmaktadır. Ülker, “İstanbul’daki en büyük Fransız kız lisesini” (s.124) bitirmiştir. “Uzun zaman Fransız kız lisesinde yatılı talebe olarak kalmaktan gelen sâkin bir mistisizm ile sarılı, gözleri kendi içine çevrilmiş, ağır ve durgun”(s.124) görüntüsüyle Ülker, çevresindeki genç kızlardan ayrılmaktadır. İçinde bulunduğu zengin ve Batılı yaşam süren kızların aksine sevdiğine sadıktır. Ancak Çetiner’in başka bir kadınla aralarında aşk dedikoduları çıkınca bunu gururuna sindiremeyen Ülker tüm aşkına rağmen Çetiner’i terk eder. Bu ayrılık iki kahraman için de dönüm noktası olur, ikisinin de içinde bulundukları ortamın olumsuzluklarını görmelerini ve buradan uzaklaşmalarını sağlar. Ayrılığın acısıyla Çetiner içkiye başlar; kendisini Anadolu’ya ve idealine ihanet etmiş gibi hisseder. Böylece bir yıldır Vural Gündoğdu ve çevresiyle geçirdiği zamanlardan sonra “amele mahalleleriyle, fakir ve orta halli sınıfın yaşadığı bakımsız semtleriyle, iş yerleriyle, devlet daireleriyle, ilim müesseseleriyle, millî ve medenî âbideleriyle Türk İstanbul” (s.276-277)’unu fark eder. Bunun neticesinde içinde bulunduğu bu monden hayatı eleştiren Çetiner , “salonlarında yabancı dil konuşulan, yabancı kadınlarla dans edilen, yabancı milletlerin içkileri ve eğlenceleriyle vakit geçirilen ve yabancılaşmış insanlarla dolu olan İstanbulda yaşayıp bıkmanın şiddetli aksülâmeliyle sarsılarak Türk İstanbula dönüyordu”. (s.278) Çetiner, “mutlak Batıcı” olarak tanımlayabileceğimiz, millî ve manevî değerleri tümüyle reddedip tam bir Batı taklitçisi olarak yaşam süren çevresinden uzaklaştığında hayatın her alanında karşısına çıkan bu özenti yaşam tarzı, kendisine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşma hali ile kendi değerlerini yok sayma onu rahatsız eder. Çetiner’in Türk İstanbul’u olarak nitelediği semtleri gezerken karşısına çıkan yapıların mimarisindeki yabancı etkisinden musikideki, edebiyattaki yabancılaşmaya kadar bakış açısını ve bundan duyduğu rahatsızlığı anlatır. Bizzat yazarın savunduğu cumhuriyetçi söylem, ideal kahramanın ağzından uzun uzun anlatılır romanda; anlatıcı kahramanı da bu söylem üzerinden konuşturur: “Devrini yapıp bitirmiş eski Türk musikisinin dallarında artık yeni bir gül açmasına belki de imkân yoktur; musikimiz de edebiyatımızın geçirdiği seyri yaşayacak, önce garplılaşacak ve sonra kuvvetli bir aksülâmelle geri dönerek garp tekniği üstünde yerli ve millî ruhu söyleme yoluna girecek…” (Sevengil 1936:86) Tüm bunların sonucunda Çetiner, içinde bulunduğu çevreden uzaklaşmış, yeniden eski idealist günlerine dönmüş; “Topkapı Belediye Dispanseri”’nde gönüllü olarak çalışmaya başlamıştır. Ülker’in durumu da aslında Çetiner’den farklı değildir. Ayrılıktan sonra tek başına ayakta kalmak zorunda olduğunu hisseden Ülker arkadaşının teklifi üzerine tiyatroya girer. Döneminde bir Türk ve Müslüman kadının böyle bir işte çalışması hoş karşılanmaz, nitekim babası da onu evlatlıktan reddeder. Ancak tüm bunlara rağmen işini çok seven ve onu layıkıyla yapan Ülker daha sonra bir hayır derneği vasıtasıyla gerçek İstanbul ve gerçek “çıplaklar”la tanışır. Onlara yardımcı olabilmek için Ülker, tiyatro sezonunun da kapalı olmasını fırsat bilerek gönüllülerin çalıştığı “Ziyaretçi Hemşireler Teşkilatı”’na katılır, yararlı hizmetlerde bulunur. Ülker, fakir çocukları dispansere götürdüğü bir gün Dr. Çetiner’le karşılaşır ancak ihaneti bir türlü kabullenemediğinden onu affetmez, rahatsızlanmasına rağmen çalıştığı tiyatronun Ankara turnesine katılır. Bu durum bir nevi Çetiner’den Journal of Turkish Language and Literature Volume:3 Issue: 3, Summer 2017, (131-159) Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve Romancılığı - 139 - kaçış olsa da sonunda Çetiner ve Ülker Ankara’da bir araya gelmişler, yeni Türkiye’nin yüceltilmesinde birer nefer vazifesini üstlenmişlerdir. Onlar artık Anadolu’nun gerçek “çıplaklar”ını giydirmeye başlamışlardır. Romanda karşımıza çıkan ve alafranga bir yaşam süren olumsuz karakterlerin bir araya geldikleri “Çıplaklar Birliği”, “Ömer Hayyam Kulüp” gibi mekânlar zenginlik ve doyumsuzluk nedeniyle ne ile uğraşacağını şaşırmış, topluma yabancılaşmış bir grup insanın buluştuğu yerler olarak karşımıza çıkarken birlik işlerinin çevrildiği yer Beyoğlu-Ayaspaşa’dır. Zaten Beyoğlu öteden beri Batılı yaşam tarzını benimsemiş olan kişilerin en önemli mekânlarından biri olagelmiştir. Bunun başlıca sebepleri arasında alışveriş yapmak, Avrupa malı edinmek; alafranga yaşayışı yerinde ve daha yakından görmek, tiyatro ve konserleri izleyerek kültür ve zevk bakımından tatmin olmak; “piyasa yapmak” ve eğlenmek sayılabilir (Kavcar 1995:203). Roman boyunca Batılılaşma meselesi iki zıt kutup üzerinden verilmeye çalışılır. Batılı tarzda eğlenen, savaş sonunda haksız kazançlar sağlayarak bir anda zenginleşmiş, her anlamda yozlaşmış insanlar ile tüm gelişmelerden habersiz, cahil kalmış, yoksul bir halk ve bu halkın farkına varmış, onun kalkınmasıyla başlayacak yeni bir toplum ideali için uğraşan kişiler. Her adlandırma bir çeşit hayat verme, canlandırma ve ferdîleştirmedir (Wellek, Warren 1993:194). Romanda eleştirilen ve ironik bir üslupla okuyucuya tanıtılan alafranga tipler de yaratılırken adlandırma yönteminden faydalanılarak isim sembolizasyonuna başvurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşmeye ağırlık vermesi bazı gözü açık insanların işine yaramış ve Kâmuran gibi kişilere böylece gün doğmuştur. O da Vural Gündoğdu adını almıştır. Maliye memuru Hüseyin Tok da “tok”luğunu devleti dolandırmasına borçludur. Sabri Uçar da havayollarında çalışan bir alafrangadır. Mehmet Halkatapar ise halkı da devleti de dolandırarak bir servet elde etmiştir. Çıplaklar Birliği’ndeki ve tiyatrodaki ritmik danslar hocasının adı da efemine bir tip olduğundan Fuat Yumuşak’tır. Olumlu roman kişileri için de aynı şey söz konusudur. Çetiner, Anadolu’nun yüceltilmesi idealine gönül vermiş “Çetin” bir “er”, Ülker, yozlaşmış çevrelerde onurunu ve kişiliğini korumuş, yıldız gibi parlayan bir genç kızdır (Toker 2002:352). Refik Ahmet Sevengil’in ikinci romanı Açlık (1937)’ta da karşımıza ideal kimlik üzerinden Cumhuriyet ideolojisinin verilmeye çalışıldığı görülür. Romanda Anadolu’da bir şeker fabrikasına müdür olarak atanan Ahmet Turgut ile fabrikada hukuk müşavir yardımcısı olarak görev yapan Gülseren arasındaki yakınlaşma merkezinde Anadolu ve köylünün genel durumu, içinde bulunduğu sıkıntılar gözler önüne serilir. Ahmet Turgut, Batılı yaşam tarzına sahip bir karakterdir. Yazar onun karşısına anne babasını kaybetmiş, hayatta başka kimsesi olmayan, hukuk fakültesini bitirdikten sonra idealist duygularla Anadolu’ya göreve giden Gülseren’i çıkarır. Zihninde ulusal bir proje ile Anadolu’ya gelen Gülseren, kasabanın halkıyla yakın ilişkiler kurar, işçiler için kooperatif kurulmasına yardımcı olur, Halkevi’nin çalışmalarına katılır ve tüm bunlar onun Cumhuriyet kadını kimliğini temsil eder (İlhan 2016:293). Batılılaşma meselesi Çıplaklar romanındaki kadar yoğun bir şekilde ele alınmasa da Açlık’ta Batılı bir yaşam tarzını benimsemiş Ahmet Turgut üzerinden meseleye değinilir. Batılı yaşam tarzında yetiştirilmiş, Galatasaray Lisesi’nde okumuş olan Ahmet Turgut’un okul sıralarında Fransızcasını ilerletmek için okuduğu romanlar, ona tesir etmiş ve hayalî bir dünya kurmasına neden olmuştur. Bu yönüyle Tanzimat ve Servet-i Fünûn Journal of Turkish Language and Literature Volume:3, Issue: 3, Summer 2017, (131-159) - 140 - Hürdünya ŞAHAN, Roman-İdeoloji İlişkisi Bağlamında Refik Ahmet Sevengil’in Romanları ve… romanlarındaki karakterler gibi o da hayatını kitaplardaki hayatlara benzetmeye çalışan bir roman kişisi olarak karşımıza çıkar (İlhan 2016:292). Bu onun hayallere kapılmasına ve içine kapanmasına sebep olur. Üstelik bir de komşularının evli kızı Hatice’ye aşık olunca ailesi onu bu dertten kurtulması için Avrupa’ya gönderir. Gerçekten de bu yaşam hikâyesiyle Ahmet Turgut, melankolik, bireyci, toplumdan kopuk Servet-i Fünûn roman kişilerini çağrıştırır. Avrupa’daki eğitim ve eğlence yaşamına rağmen Hatice’yi unutamayan Ahmet Turgut, “salonların süsü, güzel kadınların mahrem ve samimi dostu, toplantıların neşesi olan, her zaman aranılan, gezdiği yerlerde etrafına daimî bir bahar rüzgârı gibi tatlı saadet havası dağıtan” (Sevengil, 1937:18) bir adam olarak yaşamına devam eder. Bir gün Beyoğlu’nda Hatice ile karşılaşır ve onun mutsuz bir evlilik yaşadığını öğrenir. Böylece unutmak bir yana aşk acısı daha artar ve ertesi gün, gazeteden bir trafik kazasında Hatice’nin öldüğünü öğrenir. Bu acıya dayanamaz ve bir Anadolu kasabasına tayin ister. Son derece melankolik, içe dönük, toplumdan kopuk, halka ilişkisini kesmiş, kendi mutsuz hayatı ve acılarıyla ilgilenen bireyci bir kişi olan Ahmet Turgut’un aksine Gülseren, idealist duygularla Anadolu’ya gelmiş, halkla karışmış, onların sorunlarıyla ilgilenen, onlarla etkileşime geçerek yardım etmeye çalışan toplumsal bir kişi olarak karşımıza çıkar. Kamusal alanda aktif bir faaliyet gösteren Gülseren’in cinsiyetini ön plana çıkarmayan hali, davranışları iffetli bir kadın olarak tanınmasını sağladığı gibi halkın onayını alarak fikirlerini ortaya koymasına da yardım eder (İlhan 2016:293). Cinsiyetsiz, erkek görünümlü bir ideal cumhuriyet kadını olarak karşımıza çıkan Gülseren’in bu durumu doğrudan Cumhuriyet ideolojisinin kadına bakışı ile ilgilidir. Yeni rejimde, kadın kafesten çıkmış ancak Kemalist olarak ifade edebileceğimiz bu kadın da “bir erkek imajı içinde faaliyet göstermek zorunda kalmıştı. Erkek ağırlıklı bürokratik elit içinde yer almak, kadınlar için, belirli alanlarda geleneksel feminen rolleri aşmayı ve kırmayı, başka alanlarda ise erkeklerin kadın bedenleri üzerindeki neredeyse “formel” kontrolüne boyun eğmeyi gerektiriyordu” (Durakbaşa 2000:119-120). Gülseren’in bu dışa dönük, halkla yakından ilgilenen hali bir süre sonra Ahmet Turgut’un da ilgisini çeker ve ona bakışında değişiklikler meydana gelir. Onu artık bir “kadın” kimliği içinde görmeye başlayan Ahmet Turgut Gülseren’e âşık olur. Ancak ona aşkını açıklamaz ve aksine ondan kaçar. “İşine gitmeyen, görünüşte ağrısız, sancısız, ateşsiz bir hasta olarak dolaşan, düşüncelerinin ve ıztırabının karanlık enginine dalıp kaybolan” (Sevengil 1937:121) Ahmet Turgut, kendini evine kapatır. Bu sırada kasabada kıtlık ve açlık başlar. O, tüm bu çevresinde olan yoksullukla ilgilenmez. Gülseren’in aşkının acısıyla boğuşurken onunla ilgili bir gerçeği öğrenir ki bu onu daha da yaralar. Bir an önce Gülseren’den uzaklaşmak ister ve sonunda zaten başından beri Gülseren’e ilgisi olan mühendis Erdoğan’la onu evlendirmeye karar verir. Çünkü Gülseren, Ahmet Turgut’un bir zamanlar çok âşık olduğu ve yıllarca unutamadığı Hatice’nin kızıdır. Gülseren ise Ahmet Turgut’tan ilan-ı aşk beklerken böyle bir teklif gelmesine çok üzülse de Erdoğan’la evlenmeyi tek bir şartla kabul eder. O da kıtlık ve açlıkla boğuşan halka fabrikanın yardım etmesidir. Gülseren’i evlendirmekle ona olan hislerini gizlemeyi başaran Ahmet Turgut, bu şekilde daha fazla kasabada kalamayacağını anlayarak İstanbul’a dönmeye karar verir. Onu tren garına uğurlamaya gelen Gülseren ise onun aksine Ahmet Turgut’a yazdığı bir mektupla aşkını açıklar ancak onu affetmeyeceğini de dile getirir. Cumhuriyet kadını olarak romanda yer alan Gülseren bu davranışıyla da bu kimliğine uygun bir tutum sergilemiş olur. Journal of Turkish Language and Literature Volume:3 Issue: 3, Summer 2017, (131-159)
Description: