Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu İLEM (İlmî Etüdler Derneği) Yaz Okulu Açılış Dersi ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK: NE YAPMALI? BEDEL, BAKIŞ VE SÜREKLİLİK İHSAN FAZLIOĞLU OKUMALARI Önsöz Yerine, Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun "bilgi kendine kayıtsız kalan kişileri ve toplumları affetmez" nasihatini dikkate alarak, bilgiye ve bilginlerimize kayıtsız kalmama adına fazlioglu.blogspot.com adresinde samimi bir çalışma başlatılmıştır. Bu platform üzerinden Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun vermiş olduğu konferanslar, seminerler, dersler, katıldığı radyo ve TV programları, gazete ve dergilerdeki röportajları ve yazıları ile hocamız hakkında basına yansıyan diğer konular hakkında bilgi paylaşımı ve değerlendirmelere yer verilmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda, Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın “ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK: -Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik” başlıklı İLEM (İlmî Etüdler Derneği) Yaz Okulu Açılış Dersi’ni istifadenize sunuyorum. Bu dersi videodan metne aktaran Sayın Celal Sancar’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca, Av. Muharrem 2 Balcı’ya da katkılarından dolayı teşekkür ederim. “ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK: -Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik” dersinin yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları tarafımızla paylaşmanızı rica ederim. Muhammet NEGİZ [email protected] 05.07.2018 Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK: -Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik - İHSAN FAZLIOĞLU İLEM (İLMÎ ETÜDLER DERNEĞİ YAZ OKULU AÇILIŞ DERSİ)1 3 Sevgili arkadaşlar! Akademik, ilmî, nazarî bir konuşma yapmayacağım. Zaten ortam da buna çok müsait değil. Genelde konuşmalarımı dinleyen arkadaşlar bu tür bir çerçevede konuştuğumu bilirler; ama bugün konuşmam daha çok hayatımıza değen, biraz özeleştiri içeren bir konuşma olacaktır; çeşitli konuları ele alan. 1 http://fazlioglu.blogspot.com/2018/05/ihsan-fazlioglu-amentunun-bedelini-odemek-ne-yapmali- bedel-bakis-ve-sureklilik-ilem-temmuz-acilis-dersi.html Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" Biz kendimizi kandırmayı, gerçeklikten uzaklaşıp kelimelere ve sözlere sığınmayı, hatta boğulmayı seviyoruz. Çünkü insanların en büyük amacı, gece rahat uyuyacak şekilde yaşamaktır. Bunu gerçekleştirmek sadece maddî değil, aynı zamanda manevîdir de. Olup biteni gece kendisini rahatsız etmeyecek şekilde yorumlamak, insanların en büyük davranış biçimlerinden biridir. Benim ilkem ise, yalan içinde yaşayıp akşam rahat uyuyacağına; gerçeklikle yüzleşip, gece rahatsız olmaktır. Onun için konuşmam biraz –bu açıdan- rahatsız edici olabilir diye düşünüyorum. Bir alıntıyla başlayacağım, metni okuyacağım size; ondan sonra devam edeceğim: “Beş bin kişiydiler, beş bin süvari. Birkaç yıldır, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta aralıksız savaşıyorlardı. En yakın arkadaşları, yoldaşları gözlerinin önünde ölmüştü. Maddî ve manevî olarak yorulmuş ve tükenmişlerdi. Geri dönmek için yola çıktılar; ancak bir süre sonra atları öldü, yürümeye başladılar. Açtılar; ancak iki günde bir yemek yiyebiliyorlardı; az ve kuru yiyecek. Süvari olduklarından, yürümeye hiç alışkın değillerdi; hele bu şartlarda. Tam iki ay yürüdüler, iki ay; yani altmış gün. Açtılar, uykusuzdular, yorgundular, bitkindiler. Dışarıdan bakınca; tükenmiş, son güçlerini kullanan, yürüyen ölüler gibi görünüyorlardı. Ülkelerine girdiler. Geldiklerini ve kötü durumlarını haber alan yetkili kişi, onları birlikleriyle karşıladı. Gerçekten de düştü-düşecek bir görüntüleri vardı. Dağınık bir şekilde, 4 yetkili kişinin önünde hareketsiz duruyorlardı; çıt yoktu. Başlarındaki komutan, yetkili kişiye tekmil verdi. Yetkili kişi, ciddiyetini bozmadan, sesini hem gürleştirerek, hem de bir acıma hissi vererek şöyle dedi: ‘Askerler, sizden önce bir emir geldi; derhal geri dönmenizi ve tekrar savaşa katılmanızı istiyorlar. Üç gününüz var. Tüm ihtiyaçlarınızı gidermek, gerekli atları almak ve silah kuşanmak için.’ Bu sözleri duyan, ölü kılıklı beş bin askerin birden gözleri parladı, çökmüş bedenleri dirildi, hemen sıraya girdiler; tam bir savaşçı birlik gibi dizildiler. Başlarındaki komutan, yetkili kişiye dönerek şöyle dedi: ‘Hayır! Hayır! Üç gün olmaz, çok fazla. Eğer bize ihtiyaç varsa, gerekirse bugün bile geri döneriz; atla ya da yürüyerek.” Ben bu metni ilk defa lise yıllarında okumuştum. Kendime örnek aldığım bir tablodur. Şunu düşündüm. Kim bunlar? Sahnedeki hiç kimse Müslüman değil. Ashab’dan bir alıntı yapsam, anlaşılır bir şey, değil mi? İnanan insanlar, Hz. Peygamberin terbiyesinden geçmiş insanlar. Cennet ümitleri var. Arkadaşlar, bunlar bir Moğol Birliği. Cengiz Han’ın komutasında savaşan bir Moğol birliği. Ta o zamandan beri –ilk okuduğum tarih, lise 2’dir- bu metin üzerine çok düşündüm. İnsanın, inancının bedelini ödemesi ne demektir? Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" ““BKeişnisimel kkaişnisaeal tkiman, açaatğidma şş uM: üDsülünmyaa, nÂlmareınnt eunn üönn ebmedlie sloinriu nu – ötadbeiy beunn inusna gnelarerakç veelerirlii rv.a Ârm- Âemnteunstüunlüerni nbiend beleidnei löindie ömdeeyme eh yaez ır ohlamzıary oalnm ianmsaanllaarrııdnı ri.m Baunnıu, nku içriun b, yirü gküürnü altlütıdnüar g.”i rmekten kaçınmalarıdır. Bunun nedeni nedir?” Nasıl bir inanç ki, nasıl bir iman ki; bu bedeli, bu inancın bedelini bu kadar rahat ve gönüllü ödeyebiliyor insanlar. Bugünkü günlük kullanımla, ne türlü bir 'motivasyon' var bu davranışın arkasında? Benim kişisel kanaatim şu: Dünya, Âmentunün bedelini ödeyen insanlara verilir. Âmentusünün bedelini ödemeye hazır olmayan insanların imanı, kuru bir gürültüdür2. Öyle bir iman ki bu Moğollarınki, mevcut dünyanın yüzde 22’sini ele geçirip, 30 milyon kilometre kare kesintisiz –arada boşluk olmayan- bir kara imparatorluğu kurdular; 30 yılda... Dünyanın o dönemde yüzde 22’sini ele geçirdiler... Kişisel kanaatim, çağdaş Müslümanların en önemli sorunu –tabi bunun gerekçeleri var- Âmentulerinin bedelini ödemeye hazır olmamalarıdır. Bunun için, yükün altına girmekten kaçınmalarıdır. Bunun nedeni nedir? Bunun üzerine biraz sonra duracağım. 2 ÂMENTÜ (تنمآ): İslâm dininin iman esaslarını ana hatlarıyla ifade eden terim. Arapça’da âmene (نمآ) fiilinin birinci tekil şahsı olan ve “inandım” mânasına gelen âmentü, Kur’an’da üç yerde, söz sahibinin 5 imanını açıklarken kullandığı bir ifade olarak geçer (bk. Yûnus 10/90; Yâsîn 36/25; eş-Şûrâ 42/15). Şûrâ sûresinde doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e “âmentü” demesi emredilir. Buna dayanarak âmentünün Kur’an’da yer alan bir terim olduğunu söylemek mümkündür. “Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî mine’llahi teâlâ; ve’l-ba‘sü ba‘de’l-mevti hakk eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh” = “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman ettim. Ölümden sonra diriliş gerçektir. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederim” şeklinde sıralanan ve mü’menün bih olarak da adlandırılan itikadî esasların hepsi âmentü terimiyle ifade edilir. Âmentüde sıralanan ve Ehl-i sünnet inancına bağlı herkesin kabul etmesi gereken bu iman esasları Kur’an’da çeşitli ifadelerle yer almıştır. Bir yerde müminin vasıfları olarak Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba (Kur’an’a) ve peygamberlere iman şeklinde sıralanırken (bk. el-Bakara 2/177), başka bir yerde müminlere “Allah’a, peygamberine (Hz. Muhammed’e), peygamberine indirdiği kitaba (Kur’an’a) ve önceden indirdiği kitaba” iman etmeleri emredilir (bk. en-Nisâ 4/136). Buna karşılık Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr edenin koyu bir sapıklık içinde olduğu belirtilir (bk. a.y.). Bu âyetlerde değişik şekillerde sıralanan iman esasları Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış ve geleneksel âmentü metninde bulunan kader, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğu inancı bunlar arasında zikredilmemiştir. Âmentüdeki iman esaslarının sayısı ve muhtevası hadislerde de farklıdır. Buhârî’nin rivayet ettiği Cibrîl hadisinde, “İman nedir?” sorusuna, “Allah’a, meleklerine, Allah’ın görüleceğine, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır” (Buhârî, “Îmân”, 37) cevabı verilerek sayılan beş değişik esas arasında da kader zikredilmediği halde İbn Hanbel (Müsned, I, 21), Müslim (“Îmân”, 1), Tirmizî (“Îmân”, 4), İbn Mâce (“Mukaddime”, 9), Ebû Dâvûd (“Sünnet”, 17) ve Nesâî’nin (“Îmân”, 4) rivayetlerinde “hayrı ve şerri ile birlikte kadere iman” esası diğerlerine ilâve olarak zikredilir. Kaynak: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=030028. 03.07.2018. Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" “İnanç olmadan, imkân olmaz; bedel olmadan hiçbir imkân, mümkün olamaz. Benim aforizmam şudur: İman imkân ve rir, bedel mümkün kılar. Eğer bedel ödememişsek, o imkânı mümküne dönüştüremeyiz; hiçbir şey gerçekleştiremeyiz. Onun için bu dünya –biraz önce dedim- Âmentulerinin bedellerini ödeyenlerindir; bu, ister Moğol olsun, isten Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, fark etmez.” Hâlbuki Âmentu basit bir hadise değil arkadaşlar3. Bizim hayat görüşümüzün ilkelerini veren, yaşamamıza anlam katan ilkeleri inşa eden bir yapıdır. Bu o zaman bize şunu gösteriyor: Çağdaş Müslümanlar olarak, bizim bir hayat görüşümüz –ben dünya görüşümüz kavramını hayat görüşümüz olarak değiştirdim- yok. Şimdi bu hayat görüşü/Âmentu o kadar önemli ki, İslam öncesi câhiliye toplumunda okuma-yazma bilen; bilebildiğimiz kadarıyla Kureyş’de on kadar adam var. Biri de –çok ilginçtir- Ebû Cehil’dir. Ebû Cehil diyoruz; ama adamın İslam öncesi künyesi Ebû'l-Hikme... Sorumuz şu: Hikmetin babası, nasıl cehâletin babasına dönüşüyor? Şimdi bu adam, Kelime-i Tevhîd ya da Şehâdet getirerek siyâsî, toplumsal ve iktisâdî statüsünü devam ettirebilirdi. Hatta İslam toplumunda, Hz. Peygamberin yanında çok önemli bir konum kazanabilir ve dahası Hz. Peygamberden sonra İslam “devletinin” yönetimini de üstlenebilirdi. Buna hem asaleten, hem zekâ açısından, hem birikim açısından 6 müsaitti. Ama Ebû Cehil Kelime-i Şehâdet getirdiğinde, Âmentu dediğinde ne türlü bir yükü yüklenmesi gerektiğini, ne tür şeylerden vazgeçmesi gerektiğini bildiği için dürüstçe davrandı; çok dürüst bir insandı. Onun bedelini ödedi; kendi Âmentusünün bedelini ödedi. Tasavvufta, Şeytan kemal mertebesinde görülür; niye? Çünkü Şeytan işini kemâl mertebesinde yapar; en iyi şekilde yapar. Şeytan da kendi Âmentusünün bedelini öder; ödüyor; ödeyecek de... Değerli arkadaşlar, inançsız –imanı illa dinî düşünmeyin- imansız hiçbir insan yoktur; merak etmeyiniz. Her insanın inançları vardır. İnanç olmadan, imkân olmaz; bedel olmadan hiçbir imkân, mümkün olamaz. Benim aforizmam şudur: İman imkân verir, bedel mümkün kılar. Eğer bedel ödememişsek, o imkânı mümküne dönüştüremeyiz; hiçbir şey gerçekleştiremeyiz. Onun için bu dünya –biraz önce dedim- Âmentulerinin bedellerini ödeyenlerindir; bu, ister Moğol olsun, isten Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, fark etmez. 3 “İman bir fiildir, isim değildir. ‘Amentü’: Ben iman ettim demektir ve ondan sonra her şey gelebilir; burada söylenmek istenen, ‘ben, şu şeyle kendimi metafizik emniyete alıyorum’dur. Eman, maddi emniyettir; iman metafizik, akli güvenliktir. Dolayısıyla imansız hiçbir insan yoktur. Yani hayatın anlamını, metafizik güvenliğini, akıl sağlığını, varoluş anlamını bağladığı bir şey vardır her insanın. Bedenimizi nasıl emniyete alıyorsak aklımızı da imanla emniyete alıyoruz.” Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun Ferdiyet ve Estetik konulu konferansından… http://www.kocav.org.tr/page/ferdiyet-ve-estetik Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük İskender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. Uzağa gitmeyelim; Aliya İzzetbegoviç’in etrafındaki “Amentu Bi” ibaresi insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iş başarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiğiniz zaman, tarihteki tüm başarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuşacağım; ama- hakikaten Âmentunün hakkını vermemiş adamın, kadının, kişinin 'bi-'den sonra ne koyduğu çok önemli değildir; hepsi lâfzîdir çünkü. Gazâlî’nin ifadesiyle, “ancak ahmaklar lafızlarla düşünürler.” Lâfzî olarak ha Allah dediniz, ha şeytan dediniz; hiç fark etmez. Çünkü biz, Allah’ı da şeytana dönüştürmesini becerecek yapıda donatılmışız. Lâfzen “Allah” diyebiliriz; ama mefhum açısından şeytan olabilir o...; 'bi'den sonra “para” da koyabilirsiniz; kısaca 'bi-' değil, Âmentu'dur çok önemli olan... Oradaki bilinç düzeyi, teyakkuz; yakaza hali4, idrak seviyesi; neyi üstleneceğini, neyi sahipleneceğini, neden vazgeçeceğini 4 YAKAZA (ةظقيلا) Sözlükte “uyanıklık” anlamındaki yakaza kelimesi (Farsça: bîdârî) tasavvufta “sâlikin kalbinin Hak’tan gelen bir uyarıyla uyanıklık haline (teyakkuz) kavuşması” demektir. Hak’tan uzaklaştığına işaret eden gaflet uykusundan uyanan sâlik, içinde bulunduğu âleme ve Allah’a dair bir şuura kavuşur. Bu sayede 7 günahlarından tövbe eder ve Hakk’a yakınlaşmak için gayret gösterir. Sûfîler, “Resulüm! Onlara de ki: Size tek bir öğüt vereceğim, Allah için ayağa kalkın” âyetindeki (Sebe’ 34/46) Allah için ayağa kalkma ifadesi yakaza hali olarak yorumlanmış, her müminin gaflet uykusundan uyanması ve cehaletten kurtulup irfan sahibi olması gereğine vurgu yapılmıştır. Hâce Abdullah Herevî’ye göre yakaza tasavvuf mertebelerinin ilkidir, ardından tövbe makamı gelir. Yakaza üç şekilde gerçekleşir. Birincisi sâlikin Hakk’ın verdiği nimetlerin sonsuz ve sınırsız olduğunu düşünmesi, bu nimetleri bilmek için bütün gücünü harcaması ve nimetlerin şükrünü eda hususunda kusurunu idrak etmesidir. İkincisi sâlikin işlediği günahları bilip hatalarını telâfi yoluna gitmesi, günahlarından arınmak suretiyle kurtuluş talebinde bulunmasıdır. Üçüncüsü, sâlikin hayatı boyunca ibadet yönünden kazandığı veya elinden kaçırdığı şeylerin farkına varması, vaktini boşa harcamaması, kaçırdığı fırsatları tekrar elde edip kalan zamanını değerlendirmek için dikkat etmesidir. Herevî’ye göre kulun yakaza haline ulaşması için ilim tahsil etmesi, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması, bir mürşid-i kâmilin sohbetine katılması gerekir. Böylece olaylara akıl ve kalbin nuruyla yaklaşır, nefsini tanır, Hakk’a tâzimi artar ve belâlarakarşı sabretmesi kolaylaşır (Menâzilü’s-sâirîn, s. 75-76). Yakazadan önce intibah hali gelir. Sâlik içine ansızın doğan hallere sarılarak gaflet uykusundan uyanır ve kendine gelir, bu intibah onu yakaza haline ulaştırır. Yakaza hali tamamlanan sâlik tövbe makamına yükseltilir (Sühreverdî, s. 594). Abdürrezzâk el-Kâşânî “sülûke niyet etmek” diye tanımladığı yakazanın sülûkün başlangıcından sonuna kadar farklı görünümler kazandığını söyler. Sâlik her an yakaza halinde bulunmalı, nefsini hesaba çekerek katettiği merhalelerden elde ettiği neticeleri anlamalıdır. Sâlik başlangıçta, gaflet uykusundan uyandıktan sonra şeytanın ve kötülüğü emreden nefsin davetlerinden sakınma hususunda hassas davranır, boş vehimlere kapılmaz. Sülûkte şeriat ve tarikat gereklerini yerine getirerek nefsinin kapıldığı kibir, riyâ ve ucb gibi kötü duygulara karşı uyanık olur. İyi niteliklerinin kötü niteliklere dönüşmemesi için faziletlerini görmekten sakınır ve melâmetî bir tavrı benimser. Sâlikin kalbinin Allah karşısında diri durması için her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu murakabe etmesi yakaza halinin Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" idrak etme, ondan sonrakileri kabul etmeyi son derece kolaylaştırır. Bunun üzerine düşünmek, ciddi bir biçimde düşünmek gerekiyor. Denebilir ki, itikadı yani aslı, kökü sağlam olmayanın furûatında, dallarında da bir sürü sorun ortaya çıkar5. Bir Âmentunün bedelinin ödendiği nerede görünür kılınır? Bunun delili nedir? Bu nokta çok “Bir Âmentunün bedelinin ödendiği önemlidir: Kısaca, bir teklif ve temsil sahibi nerede görünür kılınır? Bunun delili olmaktır. nedir? Bu nokta çok önemlidir: Eğer bir Âmentu, teklife dönüşmemişse, Kısaca, bir teklif ve temsil sahibi yaygınlaşamaz; ve bir Âmentu, ona tabi insanlar olmaktır.” tarafından temsil edilmiyorsa, yine karşılık bulmaz. İnançlarımızı, itikadımızı, imanımızı ne kadar teklife dönüştürüyoruz? İnsanlara ne teklif ediyoruz? Ve dahi günlük hayatımızda bu teklifi kendi nefsimizde ne kadar temsil edebiliyoruz? Nazarî konuşmayacağım dedim. Onun için bir tecrübemi aktararak konuyu açık kılmaya çalışmak istiyorum: Batı Almanya’da bir uluslararası çalıştayda katılımcı bir Alman profesörün dinlenme esnasında söylediği bir cümleyi paylaşacağım. Yaklaşık 11 günlük bir çalıştaydı ve birbirimizi yeterince tanımıştık. Çalıştaya doğal olarak lisansüstü öğretim gören bazı öğrenciler de dinleyici olarak katılmıştı ve aralarında Türk öğrenciler de mevcuttu. Bir olaydan sonra bana şunu söyledi Profesör: “İhsan Bey! Burada 3 milyon Türk yaşıyor. Bana neyi teklif ediyorlar bende 8 olmayan ki, Müslüman olayım?” ileri bir aşamasıdır ve Hakk’ın kalbine verdiği basîret nuru sayesinde eşyaya ferâsetle yaklaşır. Kurb makamındaki sâlikin Hak ile yakaza halinde olması, mâsivâya bakıp telvîne düşmekten korunması, Hak ile halka dair hükümleri birbirine karıştırmayıp mârifet ve temkine ermesi yakazanın son aşamasıdır (Elf Makām, s. 247). Kişinin nefsin arzularına kul olması gaflettir. Nefsini hesaba katarak olaylara dikkatli yaklaştığını zannedenlerin çoğu aslında gaflet içindedir. Kişi bu halden nefsini Hakk’ın gerçek anlamda kulu olan, kulluk makamına eren bir kâmil insana teslim etmekle kurtulabilir. Bu teslimiyet Hz. Peygamber’e ve Allah’a teslimiyete vesile teşkil eder. İsmâil Ankaravî’ye göre yakaza kalbin ve ruhun uyanıklığıdır. Resûl-i Ekrem’in, “Benim gözlerim uyusa da kalbim uyumaz, âlemlerin rabbinden gafil olmaz” hadisinde geçen (Buhârî, “Teheccüd”, 16) uyanıklıktan maksat kalp uyanıklığıdır. Sûfîler, “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” meâlindeki hadiste (Aclûnî, II, 312) uyku gaflet, uyanıklık yakaza haliyle yorumlanmış, uyanmanın ancak ölmeden önce ölmekle gerçekleşen seyrüsülûkle olacağı ileri sürülmüştür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, “Ruhumuz Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir” beyti (Mesnevî, I, 40, beyit 410) Hakk’a yönelik bir şuur eksikliği içinde bulunan kişinin sıkıntıda kalacağına işaret eder. Bu sıkıntıdan kurtuluş yakaza ile mümkündür (İsmâil Rusûhî Ankaravî, s. 256). Muhyiddin İbnü’l-Arabî yakazayı “beşerî nefsin insana uyguladığı baskıdan doğan sıkıntıdan kurtulma” şeklinde tarif eder. Bu kurtuluş Allah’ın bağışladığı fehim sayesinde gerçekleşir (Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 541). Sâlik öğrenme aşamasına kadar nefsinin karanlığında kaldığından sıkıntı içindedir; bu sıkıntıdan ancak yakaza aydınlığına eriştiğinde kurtulabilir. Mürşidler dervişlerini çeşitli imtihanlara tâbi tutarak, zaman zaman da gaflete düşürerek sürekli yakaza halinde olmalarını sağlar. Bundan dolayı gaflet bazı zamanlarda mürid için rahmettir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/yakaza. 03.07.2018. 5 FÜRUAT: Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler. http://osmanlica.ihya.org/furuat-nedir-ne-demek.html. s Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" “Teklif sahibi olmak kolay bir iş değildir, arkadaşlar. Teklifin nazarî bir idrakine ihtiyacımız var. Müslümanların tarihte ki en büyük başarısı, kanaatimce, Tevhîd merkezli akidevî inançlarını, metafizik bir düşünceye, dolayısıyla bir teklife dönüştürmeleridir.” Bakınız bu nokta çok önemli. Oradaki 3 milyon insanın, Almanlara teklif edeceği bir şey yok. Niye? Diyelim ki var; varsa da tekliflerini temsil edemiyorlar; çünkü teklif basit bir biçimde sadece sözel olmaz, bir temsille birlikte olur; bir temsilin ona eşlik etmesi gerekir. Ne olduğunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı insanlara ispat etmeye çalışırsınız: "Ben şöyle değilim, ben böyle değilim...” Bu kadar uğraşacağına, ne olmadığını anlatmaya çalışacağına, ne olduğunu göstersene! Onu, eline-diline, yazına-çizine, davranışına yansıtsana. O zaman bu kadar uğraşmana gerek kalmaz... Teklif sahibi olmak kolay bir iş değildir, arkadaşlar. Teklifin nazarî bir idrakine ihtiyacımız var. Müslümanların tarihteki en büyük başarısı, kanaatimce, Tevhîd merkezli akidevî inançlarını, metafizik bir düşünceye, dolayısıyla bir teklife dönüştürmeleridir6. 9 Akidevî inanç olarak Tevhîd -en azından inancımız açısından- daha önce var. Ancak “aklın, düşüncenin ilkesi hâline getirilmesi”, İslâm iledir... Mesela, Yahudilerin –şahsî kanaatimi söylüyorum- kendilerine gönderilen vahiy dinini insanlardan kaçırmalarının ve saklamalarının ve kendilerine has kılmalarının en önemli nedeni, kendisi aracılığıyla başka inançlarla, düşüncelerle yüzleşecek, konuşacak nazarî bir dil geliştirememeleri; Tevhidî inancı, metafizik bir ilkeye dönüştürememeleridir... Onun için, içe dönük yaşadılar. Evin faresi olarak kaldılar tarih boyunca. Köşede kenarda saklanarak, sadece kendilerine mal ederek... Bu nedenle Tevhîd bir inanç olarak kaldı; itikadî bir ilkeye dönüşmedi... Hıristiyanlar ise, bunu kontrolsüz yaptılar, dolayısıyla dağıldılar. Temas kurdukları kültürlerin inanç ilkeleriyle karışıp; o aslî Tevhîd ilkesini bir inanç olarak bile muhafaza edemediler; saf olarak elbette... İslam’ın -kişisel olarak söylüyorum; bunu vurguluyorum çünkü itirazlar olabilir- en önemli başarısı; Tevhidi, bir inançtan, aklın ilkesine, metafizik bir düşünceye dönüştürmesidir. Bu onu, aslî ilkelerini yani temerküz noktasını kaybetmeden, İslâm'ı tüm insanlara teklif edilebilir bir duruma getirmiştir. 6 Akîde, Akâid veya İtîkâd (Arapça: ةديقع): İslam'da inanç olarak bağlanmayı gerekli kıldığına inanılan inanç esaslarının bütünü olarak bilinir. Akîde kelimesi Arapça "a-k-d" (دقع) kökünden gelip, "bağ", "bağlama/bağlanma", "düğümleme/düğümlenme" ve aynı zamanda "bağlılık" ve "sözleşme" anlamlarına da gelir.[1] Terim olarak "inanç" ve "iman" anlamında kullanılmıştır. Benzer bir ifade olan kelam ise inançla ilgili felsefi tartışmalar için kullanılmıştır. Kaynak: Wikipedia. Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik" Bakınız! Bugün kimseyi tehdit edebilecek neredeyse hiç bir maddî ve manevî gücümüz yok... Ama hâlâ korkuluyoruz. Neden? Çünkü bi'l-kuvve de olsa alternatif imkânı olabilecek, bir şey teklif edebilecek -emin olun- ilkeler çerçevesinde hâlâ safiyetini koruyan tek inanç sistemiyiz; hayat görüşüyüz7... Bu konuda emin olunuz ve sağlam durunuz... Bugün sahip olduğumuz hayat görüşünün ifâdesi içler acısı bu nedenle istifâdeye konu değil. Hâlihazırda Türkiye’deki dinin, üç farklı idraki söz konusudur. Esasen tüm dinlerin idraki tarihleri boyunca böyle bir özellik gösterirler. İlk olarak her dinin mitolojik bir tarafı vardır. 'Mitolojik din', resimlerle, ödüllerle, cezalarla iş görür ve büyük kitleler bu şekilde inanırlar. İşin doğası gereği doğru olan da budur. Cenneti düşünür, cehennemden korkarlar. Tanrı onlar için büyük bir yargıçtır; cezadan kaçar, ödül talep ederler... Zaten mitolojideki mitos8, biraz da resimle ilgili bir tasavvurdur. Yerinde kaldığı müddetçe, son derece gerekli bir tasavvurdur mitolojik inanç. Büyük kitleler, hakikati ancak mitoslar, resimler üzerinden idrak edebilirler; bu gayet doğaldır. Dinin ikinci idrak biçimi, psikolojiktir. Şu anda Türkiye’de yaygın olan, dindar dinsizliğin kaynağı bu psikolojik dindir... Türkiye’de çok dindar dinsizler var; dindar ama dinsiz... Niçin? Çünkü inandığı entitelerin9, kavramların ontolojik bir karşılığı olduğunu düşünmüyor; bunun hesabını vermeye hazır değil. Deyiş yerindeyse saf bir epistemolojik yani cognitif10 bir inanç; masal gibi... Cennet, cehennem, melek... 10 Hangimizin melek tasavvuru var, Allah aşkına..! Yalnızca sözcüklerde, lafızlarda varlık kazanan melekler var; hakikatte değil... Melekler burada mı; çevremizde, etrafımızda? Ne meleği! Bu kadar gayr-i medenî, gayr-i çağdaş bir ifâde olabilir mi? Melekleri, bilinmeyen, muhayyel bir uzaya sürdük... Melekleri etrafımızda görmeye değil düşünmeye bile tahammül edemeyiz. Emin olunuz -şöyle kendimizi bir yoklayalım- inandığımız entitelerin çoğunun ontolojik içeriğini düşünmüyoruz bile; sözcükler olarak varlar; hâricî ve hakikî olarak değil... 7 BİLKUVVE: Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile. http://osmanlica.ihya.org/bilkuvve-nedir-ne-demek.html 8 MİTOS: Tarih öncesi dönemleriyle ilgili Tanrı, tanrıça, yarı Tanrı ve kahramanların yaşamlarını, serüvenlerini anlatan, bir toplumun inançlarını, duygularını, eğilimlerini, dolaylı bir biçimde yansıtan efsane. http://sosyolojisi.com/mitos-nedir-tanimi-edebiyat-kavramlari-sozlugu/7804.html 9 ENTİTE: Varlık, var olan şey, kendilik. https://tr.glosbe.com/fr/tr/entit%C3%A9 10 COGNİTİF: Bilişsel; bilmeye veya kavramaya ait; bilmeye, kavramaya ya da idrak etmeye ilişkin. https://tr.glosbe.com/fr/tr/cognitif Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Konuşmalar Serisi- I: "ÂMENTU’NÜN BEDELİNİ ÖDEMEK - Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik"
Description: