ORHAN KEMAL CEMİLE Roman ::::::::::::::::: İ 1934 yılı Eylül sonlarının berrak bir gecesiydi. Kuvvetli ayın altında bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlıyan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyordu. Deveci Çopur Halil, dokuz deveyi çekmekte olan eşeğinden yere atladı, kara donunun cebinden Serkdoryan cıgara paketini çıkardı, bir cıgara yaktıktan sonra çöpü baş ve şahadet parmaklariyle kırıp fırlattı. Testekerlek ay ta yukardaydı. YoI boyunca uzanan meşeliğin hemen gerisinde tok bir çakal, hazdan gerilmiş sırtıyla yumuşak toprakta debelenmekte, arada şehvete gelerek, ince ve bembeyaz dişleriyle ava doğru pavlamaktaydı. Çakal tekrar pavlayınca, uzaklarda bir köpek gürler gibi sesiyle havlamağa başladı. Bunun üzerine sağdan soldan, inceli kalınlı köpek sesleri çoğaldı. Çakal safi kulak kesilmişti. Böcek çıtırtıları yüklü geceyi huzursuzlukla dinledi. Tam bu sırada esen nemli bir rüzgar Deveci Halil'i içten içe titretmişti ki, karşıda, ta karşıdaki kalabalık meşeliğin hemen gerisinden kalkan dört insan karaltısına dikkat etti. Karaltılardan üçü ayrı yönlerde kaybolurken, dördüncü karaltı yola indi, bir cıgara yaktı. Şehir uzaklarda bir çizgi, ışıktan bir çizgi gibi gözükmekteydi. Klevand pamuğunun devşirildiği bu mevsimde tarlalar insan dolu olduğu için, Deveci Halil aldırış etmediyse de, geçenlerde şehrin burnunun dibinde çevrilip soyulan otomobili hatırlayarak, eli kara donunun sağ cebindeki parlak demirli sustalısına gitti. Yolun kenarındaki adamın hizasına gelince: - Selamünaleyküm! dedi. Kasketi ensesine yıkılı adamın yüzü pek belli olmuyordu. Makinist kılıklı, uzun boylu, zayıf biri. - Aleykümselam, Halil ağa! Cevabını verince, Deveci Halil durdu, eğildi, adamın yüzünü görmeğe çalıştı. Beriki: - Ne o dedi, tanıyamadın mı ne? Sivri çeneli, uzunca bir yüzdü. Sesten alan Deveci Halil: - Vay, dedi. İzzet ustaymış! Ben de belledim ki... Beriki güldü: - Ne belledin? Eşkiya mı? - Olur olur... - Olsa napardın? Parlak demirli sustalısını şakırtıyla açan Deveci Halil: - Habibini şaşırırdım! dedi. Gülüştüler. Deveci Halil: - Bu saatta buralarda ne arıyon? diye sordu. - Hiç.. Şu karşı çiftliğin bozuk Hanomağını tamir ettim, piston rektifiyesi.. - Niye? Fabrikadan ayrıldın mı? - Ayrıldım. Var bir yirmi gün.. - Demek ayrıldın? - Ayrıldım... - Şimdi ne iş görüyon? Henüz muayyen bir işim yok. Şurda burda çalışıyorum. - Gündeliği doğrultuyorsun ya? - Eh. Doğruluyor demektir.. - Sen işsiz kalman canım, kurt gibi adamsın. - Belli olmaz. - Ne belli olmazı yahu.. Geçen gün bir yerde konuşuluyordu, senden laf açıldı, bu Çukurova'da üstüne zor bulunur dediler! - Senin köroğlu da çalışıyor mu? - Çalışıyor.. - Hastalığı noldu? - Bildiğin gibi. - Yahu sen akıllı adamsın.. Hasta avrat, hasta hasta çalıştırılır mı? - Beni dinlediği var mı ki.. Evde bunalıyorum diyor, öleceksem makinemin başında ölim diyor.. - Ne avrat be! Demek öyle diyor.. Hadi gidek, ne bekliyon? - Şimdi bir kamyon gelir nerdeyse.. Deveci Halil söğdü. İzzet usta: - Makineye söğme, faydası yok! dedi. Deveci Halil bu sefer hem kamyona, hem de kamyonu icat edene, kamyonu memlekete sokana, kamyonla iş görene, gördürene uzun uzun söğdükten sonra: - Ben her yıl bu vakıtlar paraynan oynardım! dedi, bu cenabetler memlekete girdi gireli bizim rızkların yönü değişti.. Anlayışlı anlayışlı gülümseyen İzzet usta: - Sat develerini, bir kamyon da sen uydur! dedi. - Töbe de.. Baba, dede, ecdat yadigarı, peygamber mahluku onlar.. Günah değil mi? Sen ona buna boşver de, şu Boşnak kızından haber ver bana.. Gene o avluda mı oturuyorsunuz? - Evet... - Kapı komşu musunuz gene? - Kapı komşuyuz. - Kırk yılda bir işimiz düştü, boş verdin bire usta.. Halbuki babasıynan aran iyi! - Sen bunu zaman zaman tekrarlar durursun Halil, ille beni gördün mü aklına gelir.. - Kim? - Kız... - Gece düşümde, gündüz hayalimde vallaha.. her daim aklımda.. Allah emri, Paygamberin kavli üzere, kendime aile yapacağım.. - Kızın gönlü yok! - Sen babasının gönlünü ettikten sonra kızın esamisi mi okunur bire usta? - İşte bunda yanıldın.. - Niye? - Senin bildiğin babalardan değil ki bu. Kızını gözünden ziyade sever.. Sonra o adamın kafası başka.. Yerliye kız vermez. Çocuklarını toplayıp, Çukurovadan savuşmak istiyor.. - Savuşup da nolacok? - Beş on dönüm tarlası varmış, zamanında hükümet vermiş.. İşliyecek.. - Beş on dönümnen iş mi olur? Töbe geçinemez. - Eee.. Uzun ettin amma. Sonra biliyorsun, kız başkasını seviyor.. - Katibi değil mi? Otuz kaat aylıknan avrat mı sevilir? Bana varsın, gözümün yağını yesin! boynunu boğazını beşibirliknen, kollarını altın burmaynan doldurim! - Kızın böyle şeylerde gözü yok. İsterse, senin yapacağının on mislini yapacaklar var.. Amma istemiyor... - ...develerimi satar, uğruna harcardım tekmil.. Feda olsun. - ...kollarını altın burmaynan doldururum, küpe alırım, kendine, beşibirlik alırım. - Ben onu Allahın emriynen kendime aile yapacam, kapatma değil ya.. - Boş laflar Halil.. Olmayacak şey, boşuna nefesini tüketme. Kız katibi seviyor diyorum, sen hala... - Otuz kaat aylıknan avrat mı sevilirmiş? - Fazla gelmeğe başladın amma.. Birdenbire sinirlenen Halil: - Ne fazla gelecekmişim, dedi, bir gün dayarım tomafili... - Eeee? - Attığım gibi yallah... Deveci Halil develerinin önüne düştü, eşeğine atladı: - Çööööh.. İzzet usta da bir cıgara yaktı. İİ Devrini tamamlayan ay silinmişti. Ulucami'de sabah ezanı okunmaktaydı. Şehrin hareketsiz, ağır ve eski sokakları yabancıya Ortaçağı hatırlatarak ağarırken, bir kapı usullacık açılıp kapandı, sonra bir başka kapı, daha sonra bir başkası... Zülcelale ibadete koşuşan Müslüman gölgeler peydahlandı duvarlarda. Boğula boğula öksürüp, yere ağız dolusu bir balgam tüküren ihtiyar bir Müslümanın birdenbire: - Allah Cellecelalehu! Diyen sesi işitildi. Bu sırada Deveci Halil'in deve dizisi, caminin arkasındaki karanlık sokağa girmekteydi. İİİ Fabrikanın kurşuni boyalı demir kapısı önünden üçe ayırarak her biri bir başka mahalleye giden yollar öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, boy boy, renk renk kamyonlar ve yüklü deve dizileriyle doluydu. Geçit vermiyecek şekilde tıkalı üç yol, fabrika kapısında birleşip kalın bir kol halinde içeri giriyor, Malzeme Yedek Anbarını sağına, demirhaneyi soluna alıp, tohumlu pamukların tohumundan ayrılma işinin görüldüğü Çırçır Dairesinin de önünden geçerek, fabrikanın arka mağazalarında yanyana üç kantarın oraya uzanıyordu. Üç kantarda üç katip, fabrikaca satın alınan tohumlu pamukları tartıp teslim almaktaydılar. Ortalıkta keskin bir mayıs kokusu vardı. Öküz, camız böğürtüleri, hamalların yaygarası, telaş, toz ter... Katiplerden birisi saatine baktı: - Altıya geliyor! dedi, sonra haber verdi: - ...Saat altıya geliyor milleet! Fabrika sahibi ekseriya altıda, pek pek altıyı çeyrek geçe fabrikaya gelirdi. Kantar şakırtıları arttı, terli hamalların konuşması hızlandı. İV Bu saatta değişecek yedek, yani vardiya olmadığından, işçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş, tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardanberi mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü; kalın sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı. Evler.. Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş, evler, işçi evleri. Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut kocaman takunyalarıyla küçücük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor, fabrika kapısındaki Fabrika Memur ve İşçileri Mahdut Mes'uliyeti İstihlak Kooperatifinin bakkalından içeri giriyordu. Fabrika baş makinistinin babası olan kıpkırmızı, ablak yüzlü, ihtiyar bakkal, tezgahına dayanmış, gümüş çerçeveli beyzi gözlüğünün üstünden bakarak, Deveci Çopur Halil'le çene çalıyordu. Bir ara: - Aha, dedi, seninkinin avradı geldi... Çopur Halil döndü, baktı. Uzun boylu, sapsarı, zayıf bir kadın. Elinde siyah bir zeytinyağ şişesi.. Çopur Halil: - Sen İzzet ustanın avradı mısın bacı? diye sordu. Yorgun gözlerini Çopur Halile çeviren kadın başını salladı. Beriki: - Hastasın galiba? dedi. Allah iyilik versin... - Hasta mıyım, sağ mıyım bildiğim var mı ki... - İyi olur bacı, iyi olur işallah.. Allahdan ümit kesilmez! - Amaaan.. İyi olmuşum ki, bundan sonra it olup kuyruk mu sallıyacağım? Şişesini bakkalın tezgahına bıraktı.. - Şuna on iki buçukluk zeytinyağı koy bakalım.. - Kocanı yolda gördüm, dedi Halil, bir patoz tamir etmiş.. İyi bir para geçer elinize gayri. Kadın: - Elimize ne geçer bilmem, dedi, gitmeye gitti. - Geçer geçer.. Koskoca usta yahu... - İnşallah.. Çırağın uzattığı şişeyi aldı: - Yaz duvara kalsın bahara! Çıktı gitti. Veresiye defterine borcu kaydettikten sonra bakkal: - Ustalığına diyecek yok amma, sebatsız, dedi, yoksa bu Çukurova'da az bulunur.. Üç gün orda, beş gün ötede... - Bir insan bir yerde sebat etmeli! Şu Boşnak kızını sordum, madem bir avluda oturuyorsunuz, kapı komşunuz, babasını gör, şu işimi bitir, dedim.. - Ne dedi? - Katibi seviyor diyor.. Otuz kaat mayişnen avrat mı sevilir? Kollarını altın burmaynan doldururum, gözümün yağını yesin dedim.. Sonra dedim ki, şehirde konak bile tutarım kendine, dedim, develerimi satar, uğruna harcarım dedim... Hem de satarım emmi! Kızın babası aksiymiş. Doğru mu? - Hangi kızın? - Boşnok kızının... - Cemile'nin mi? - Heye... - Aksi olup da canım... Anayı kızdan ayıran para... Lakin kız bildiğin gibi değil.. Kabadayı.. Ardında da fırlayanlar çok ya, dönüp bakmıyor... - Katip nasıl? - Katip de eyi oğlan, hatırnaz.. Zorlu da içki içer hani.. Benim şu mahzene girer, pencerenin önüne oturur, saçları maçları da tarar mı sana... - Otuz kaatnan avrat mı sevilir? - Neye sevilmesin? İki gönül bir olduktan sonra samanlık seyran olur derler bize oğlum.. - Bu kız kısmının da işine akıl, sır ermez... Bir heye dise yani... Kollarını altın burmaynan doldururum! - Yok mu içerde bir tanıdığın? - Nerde? - İplikhanede.. Ver elina bir kaç kuruş... - Var. Senin Camgöz'ün halasının kızı var, Karakız.. - Daha eyi metettin ya.. Karakızın zenaatı ne ki? - O değilden açmış meseleyi, ağzını mağzını aramış bir iki.. Lakin şu katip olmasa... - Demek kız da onu seviyor? - Sevse ki ne yahu.. Otuz kaatnan avrat mı sevilir bire Mamıd emmi? Yarın evlenseler mesela, avrat tuz dedi mi, ciğeri cız der! Hele bir iki de çocukları oldu mu, bırak.. Halbuki beni sevse... - Korakız, dediklerini tekmil söylemiş mi? - Söylemiş söylemiye ya... - Ee? - Deli kafa.. Bana böyle şeyler söyleme, seni idareye şikayet ederim demiş... - Öyleyse mesele kalmamış... Sen de elini yu... - Otuz kaatnan avrat mı sevilir? Nerden baksan bir katip parçası... Halbuki beni bir sevse... Bakkal: - Ahmet! diye çırağına seslendi, kaldır şu darabaları!... Çırak, dükkanın yarı inik kepenklerini tam kaldırmıştı ki, ağa kooperatif berberinin yanındaki köşeden çıktı. Geniş kenarlı hasır şapkası altında pörsük yanakları, sarkık alt dudağı, göğsünden başlayan kocaman karnı ve ince bacaklarıyla yan yan yürüyor, bir ördeği hatırlatıyordu. Çukurova'ya yarım pabuçları; kulaklarına geçmiş yağlı fesi ile ırgatlık için geldiğini, Mahmutpaşa Hanının kapısında, çapaklı gözleriyle bütün gün dikilip, dağ köylülerinin getireceği tabaklanmamış tavşan derisi beklediğini, derileri tabaklayıp sattığını, kazandığı üç beş kuruşa düğüm üstüne düğüm attığını, ekmek peynir, ekmek turşu, ekmek kara zeytin yahut kaynamış kimyonlu nohutla gününü gün ederek santimle yaşadığını herkes bilirdi. Ağanın geldiğini gören Boşnak kapıcı, mahalle bekçilerininkine benzeyen elbisesinin ceketini yanlara çekti, kendine çeki düzen verip, ellerindeki çanaklara yerlerden hayvan pisliği toplamak için itişen yalınayak çocukları kovaladıktan sonra, esas vaziyete geçti ve fabrika kapı içindeki kulübesinin önünde put kesildi. Ağa bütün bunların farkında bile değildi. Kütlü hararları yüklü araba, kamyon ve deve dizilerinin tıkadığı yolları çatık kaşlarla gözden geçirerek: - Ne demiye birikmiş bunlar? diye sordu, yolları tekmil kitlemişler! Katipler dartmıyor mu? Kantar başındaki üç katibin bütün gece yarışırcasına iş gördüklerini bildiği halde, gene de sormuştu. Kapıcının vereceği cevabı beklemeden, fabrikaya girdi, odasına geldi. Şapkasıyla ceketini çıkarıp odacısına verdi, her sabah fabrika işlerini kontrola giderken giydiği uzun, beyaz iş gömleğini sırtına, lacivert beresini de tüysüz ama kuvvetli başına geçirdi, her günkü gibi, fabrika içlerini kontrola çıktı. V Kütlü denilen tohumlu pamuğun çırçırlandığı, yani tohumlu pamuğun tohumundan ayrılma işinin yapıldığı Çırçır Dairesi'ne, tahtaları basıla basıla yenmiş, çürük, su gibi sallanan bir merdivenle çıkılıyordu. Katip, tohumdan ayrılmış pamuk balyalarını tartıyor, deveci Çopur Halil de bacak bacak üstüne atmış, odada cıgara içiyordu. Ağanın aklı gitti. Zaten katip de işi bırakmış, ağanın yanına koşmuştu. Birlikte merdivenleri çıkarlarken ağa birdenbire durdu, peşi sıra gelmekte olan katibe: - Gözlerine barnaklarıma daktığım gibi ikiciğini birden alırım, kosnük! dedi, palikemi mi yakdıracan? Ne dimeye söylemeyon palike içinde cuvara içmenin yassah olduğunu? Altmışlık bir Selanikli olan katip sarsıldı. - Söyledim, dedi, vallaha, billaha söyledim! - Söyledin de ne dimeye söndürmedi? - ...? - ...ağasının hatırı kalır diye mi korhdun? Kalsın... Beni alakedar itmez.. Get, söyle usulüynen, söndürsün cuvarasını! Odasına öfkeyle dönen katip: - Arkadaş söndür cıgaranı! diye sertçe söylendi. Çopur Halil: - Tadını kaçırdın be! dedi, deminden beri söndür söndür.. İki fırrık kaldı şurda zati.. - İki fırrık miki fırrık bilmem, söndür.. Ağa demediğini komadı bana.. Ne mecburiyetim var el için laf işitmeğe? - Ağa bana birşey dimez, ben müstesnayım! - Burası fabrika.. Burda hiç kimse müstesna değil.. Söndür cıgaranı! Had!.. Bak her taraf pamuk dolu.. Bir kıvılcım, tamam. Söndür, söndür yahu! Katibe ters ters bakan Çopur Halil yere attığı cıgaranın dibini ayakkabısının ucuyla ezdi. Bunu bir yenilgi saymıştı. Şalvarının cebinden çıkardığı iri taneli sarı kehribar tesbihini şakırdatarak çekmeğe başladı. Öfkesi gittikçe artıyordu. Katibe göz ucuyla baktı. - Yer yer olmalı ki... diye söylendi. Balyacıların kantara koydukları pamuk balyalarını tartıp numaralarıyla kilolarını önündeki deftere kaydetmekte olan katip, gözlüğünün üstünden Çopur Halil'e baktı, lahavle çekti. Beriki: - Ne lahavle çekiyorsun lan? diye horozlandı. Katip: - Ben lan değilim, dedi, efendiyim ben! - Suratından belli... - Belli tabii... - Kes lan! Şimdi efendinin de, beyinin de anasından avradından çektirirsin ha! Gözlüğünü çıkarıp rahlesinin üzerine hırsla bırakan katip, kalktı devecinin karşısına dikildi: - Çek bakalım hadi! Çopur Halil de kalktı, tesbihini şalvarının cebine koydu. - Kaçdan aşağı olmaz yani? Katibi göğsünden şöyle bir itti. Birkaç adım gerileyen katip: - Kaçdan aşağı dersen o kadar ulan. Varsa bir marifetin göster! Deveci Halil'i itmek istedi. Katibin eline sertçe vuran deveci: - Biçimli otur, bak, öfelerim ha! dedi. İtişmeğe başladılar. O onu itti, o onu. Sonra birdenbire karakucak oldular. Çopur Halil, ihtiyar katibi bir savuruşta, rahlesine fırlatmıştı ki, yetişen hamallar araya girdiler, deveci Halil'i dışarı çıkardılar. Eli ayağı zangır zangır titreyen katip kükrüyordu. Basbas bağırarak odasının kapısını çarptı, arkasından sürgüledi. Çopur Halil'se hamalların arasında: - Birazdan, diyordu, birazdan isterim bunları: Eğer bunu senin kesene korsam bu bıyıklar anamın... Bir bardak su içen katip, rahlesinin başına geçmişti. Titreyen eline kopya kalemini aldı, gözlüğünü gözüne taktı. Çopur Halil hala söğüp sayıyordu. Kantara konulan balyayı alışkın elleriyle tartıveren katip, hiç de lüzum yokken: - Yüz on kaldır! Diye balyanın kilosunu seslendi. Kendisine cevap vermeğe tenezzül edilmediğini sanan Çopur Halil gene söğdü. Aynı hareketi bu sefer mahsustan tekrarlıyan katip:
Description: