Anadolu Aydınlanma Vakfı Sosyal ve Kültürel Bülteni • Sayı 75 • Temmuz-Ağustos 2017 • Ücretsizdir Tevhid Metin Bobaroğlu "Gerçek" Kavramı Üzerine M. Bülent Gürkan Bir Yapay Zekâ Olarak İnsan Gülgün Türkoğlu Korku Hayatın Bekçisi, Özdeşlik Korkunun Elçisi Mustafa Alagöz Dil Geleneği ve Tarih Bilinci İzzet Erş Neden Us'lanmıyoruz? Gökçen Taviloğlu içindedir. Bu bir vatandır, yurttur, insanın öz yurdudur. Ve insan aslı, tevhid ilkesi “adalettir”. “Şeriat” adalet demek, sonrasında öz yurdundan uzağa düşmüştür, yabancılaşmıştır, alienationa şeraite göre, koşullara göre bu adaletin her defasında yeniden uğramıştır. Çölde kaybolmuş bir insan gibi yolunu bulamamak- üretilmesi gerekiyor. Çünkü “Allah Hayy’dır. Kayyum’dur” tadır. Bu yolu dışarıda aradığı için bulamamaktadır ama ola ki yani her an diridir ve her an seninledir. Allah fiilini doğa ve in- kapıyı çalarak yorulup kendi içine döner ve içinde önce karan- sandan tezahür ettirir, senin fiilinle sana karışır; sen dilersin, o lık bir kuyu, sonra bu kuyuda bir ışık ve o ışıkta bir yol bulur- yaratır. Senin kendi fiilin ama sen ispat edebiliyor musun onun sa kendisinden kendisine seyahat edebilir. Buna hem seyahati ismini? “Allah adildir”, şimdi bu sözü zihinsel olarak söyledim hem temâşâyı, gözlemeyi içeren bir terim olarak seyr-i sülûk ama ben yaşamımda, tekil bireyselliğimde tevhid üzere olmam diyoruz. Sâlik kendinden kendine seyr eder. Peki, nasıl bir şey için îtidal üzere olmam lazım yani adalet ilkesinin bireyselliği Tevhid* bu, kendi kendine özdeş, eşit bir sözcük mü? Hayır. Kendi gö- îtidaldir; ılımlılık, orta yoldur. rünür varlığından, görünmeyen ruhsal varlığına seyahat eder Ama ben öfkeme, üzüntüme yenilebilirim ya da sevince gark ta ki ruhsal buluşma gerçekleşene kadar. Eğer gerçekleşirse o olabilirim, bu dalgalanmanın içindedir bir sûfî, bir mutasavvıf, zaman tevhid olur. o bilir bu cemâl-celâl dalgalanmalarının, çalkantılarının içinde Tevhid dediğimiz zaman, birleme, birliğe getirme, ayrıları, ay- kendine yol bulabileceğini. Değişim enerjisine ihtiyacı vardır. rılıkları birlikte eritme gibi sözcüklerle bu karşılanabilir. Ama Bu değişim enerjisi, tevhid enerjisi, muvahhid olma enerjisi “nasıl yapılır, niçin yapılır ve yapmamızı gerektiren amaç ne- başlangıçta bir ilgidir kuşkusuz, ondan sonra bir ilişkidir ve bu Metin Bobaroğlu dir?” i bilmeden bu sadece bir tevatür, bir anlatı, bir söylem ilişkinin belirli safhalarda isimleri vardır. Bunun nihai safha- olarak kalır. O nedenle tasavvuf bir bilgi işi, sadece bilgilenme sına, nihai derken nihai dönüşüm anlamında, yani bekâbillâha işi değildir. Bunu fiillerimiz üzerinden hayata geçirmek ve ken- geçme aşamasındaki safhasına “aşk” denmiştir. Aşk dediğimiz- dimizi “dönüştürerek”, değiştirerek değil dönüştürerek, ereğe de burada bizim tabii ki bütün eşyanın birbirine tutulması, çe- doğru, gayeye doğru bir iç seyahati tamamlarken dış dünyada kilmesi, cazibesi dâhil bunun içine, tabii ki kadın erkek sevdası da bunu paylaşarak rızayla bir rıza toplumu oluşturmayı amaç- dâhil bunun içine, tabii ki anne baba sevgisi dâhil bunun içine lar. Dolayısıyla çok gerçekçi, hakîkî, yaşamla ilgili ve hakîkat- kuşku yok ama burada tevhid ilkesi olarak aşk nihai dönüşüm- B ütün doğuş çok güzel ama hemen bir duyuşta insan leri bilindiği zaman kimsenin vazgeçemeyeceği bir öğreti ola- de insanın benliğinin yanıp kül olması içindir. Yani egoyu ya- onu belleğine yazamıyor, kalbine yazamıyor kuşku- rak karşımıza çıkar. Zihinsel bir öğreti değildir, o nedenle yol kan aşktır, eğer egonun odunları yanıp kül olmuşsa artık aşk suz. Fakat ısrarla altı çizilecek olan şey geçen ko- gösterilirken fiillerinin insana talim ettirilmesi îcab eder. diye bir şey yok, bekâbillâha geçmiştir. Aşk bir çalkantıdır. nuşmamızın konusu ile ilgili; “yol”. Şimdi biz aşk aşk derken hoşumuza gidiyor, mutasavvıf ise aş- kta kalmayı yolda kalmak olarak söyler, diyor ki; “aşkta çakılıp “Yol” üst başlığı ile yaptığımız konuşmada sözünü ettiğimiz şe- Toplum için tevhid ilkesi; Adalet, kalma, bekâya gel bekâya”. Bekâya gelmek, kalıcılığa gelmek. ria ana nehir, ana yol anlamında kullanılır yani hepimizin iştirak Vakit, zaman derler: (ân-ı dâim)dir: Değişimler bitsin artık nihai noktaya gel, bu nihai noktası özsel etmesi gereken yol, bütün toplumların üzerinde yürümesi gere- Birey için tevhid ilkesi; İtidaldir. (Zevk-i Küllî) derler: (kalb-i selîm)dir; olarak insanın vatanıdır ve hasretini çektiği odur. Yani insan ken ana yol. Ama bu ana yolun içinde her birey de kendi özel (Hâl) lisânı derler, sükûtlar okur, Peygamberler var Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz, bu pey- doğduğunda büründüğü biyolojik hayatından, varlık bütünlü- yolunu yürümeli. İşte Kur’an-ı Kerim’de de yazıldığı gibi “Nefes Bakıp (ümmî) derler; onlar âlimdir. gamberlerin her biri bir olayla yahut ta işle tanınırlar. Bu Fusû- ğünü yani asıl kaynağı olan ruhunu özler. Çünkü daha sonra sayısınca Allah’a yol vardır”. Bu nefes sözcüğü nefeş, nefes, nefs su’l-Hikem’de çok güzel incelenmiştir ama Fusûsu’l-Hikem’le dünyevî yaşama çıktığında parçalanmaktadır bu benlik. De- anlamındadır aynı zamanda yani her kişilik kendisi yoldur. Bir Göz ile okunur, dudak değildir, sınırlı değildir, orada bir açıdan bakılmıştır, başka açılardan, ğişik ilgiler, değişik sahiplenmeler kendi benliğini, kendisine ana yol var, ondan gayri özel, ruhsal yürünecek yol her insan için Bakarak dinlenir, kulak değildir; farklı nitelikler üzerinden yeniden oluşturulmalıdır. Keşke bu unutturur ve o tevhidi yani benlik birliğini arar. orijinaldir, başkasının yolunu yürüyemez; “Semâda zannetme, Öyle bir yoldur ki, değil meydanda, gelenek, şerh geleneğini aşıp tekrar yaratı geleneğine, yeniden senden sanadır.” Şimdi, “modern dünyada bu dinsel anlatımlara ihtiyaç var mı, İrfanla yürünür, ayak değildir. üretme geleneğine dönüşmüş olsaydı, bu peygamberler için ne gereği var? Artık zaten psikoloji var, psikiyatri var. Bilim- Tarik; yol, yordam, yöntem gökyüzünde bir yerlerde, başka bir şimdiki zamanın ruhuna göre çok daha nitelikli şeyleri söyle- ler gelişmiş yeni model imkânlarımız var elimizde yani bu din Semâda zannetme, senden sanadır, yerlerde değil. Gidip, aranılacak, bulunacak bir yol yok ama bu mek olanağı olacaktı. artık miadını doldurmadı mı?” Genel olarak modern insanın Boşluğa değildir, O Rahmân’adır; yolun bir başlangıcı olması gerekir ki yürüyelim. O başlangıç Adetsiz yolların, bir ucu sende, “senden sana” dediği için başlangıç sende. Dışarda herhangi bir Çeşitli peygamberleri, çeşitli tanrısal sıfatlarla anar Kur’an. sorusu bu, haklı bir soru çünkü din diye bir kültürü görüyor, Yürü! Gayre değil, her yol O’nadır. ereği, hedefi olmayan yoldan söz ediyoruz. Kaynağı yolu yürü- Ama muvahhid sözünü, İbrahim peygambere atfeder; “o mu- o kültürü din zannediyor. O kültür, belli gelenekler, belli örf vahhiddi, o tek başına bir ümmetti”. “Ümmet” demek tâbi adetler… Bu Hintli olabilir, Arap olabilir, Türk olabilir. Hiçbi- mek isteyende, talipte. Varışı, vuslatı da matlûb olan, o talibin öz İdrâk eylediysen, hayret değildir, varlığında. Hüve olan varlığında. Bu nedenle “adetsiz yolların olan insanlar. Bir resûl vardır, o resûle iman edenler, o resû- rinin birbirine üstünlüğü yok, her biri bir kültür neticede. Ama Tamam eylediysen, gayret değildir; bir ucu sende” diyor. Ve sûreta insan, beşer kılığından insan ol- lün ümmetidir. Onu takip ediyorlar. Resûl de onların önderi- onu din zannederek “Artık bunlar tortu ve bunlar günümüze Edeple yürüyen, oluyor vâsıl, maya gidebilmesi için bu kendinde olan, bir ucu kendinde olan dir, imamıdır. Onlar da onun cemaatidir, bir cemiyettirler. Bir ayak uyduramayan görüşler bunları ne yapalım?” şekilde yapı- (Emre)! Seyrân eyle, hayrat değildir. ipe; habl-ül metin’e sarılması lazım. O, onu götürecektir. Buna cemaat hukuk yoluyla cemiyete dönüşür ve sorumlu kılınır. lan eleştiriler haklıdır. Haksız olan dinin aslını araştırmamaktır “Cemaat” bir duygu birliğidir. “Cemiyet” bir hukuksal birlik- ama dinin aslını, dinin hakîkî anlamda ne olduğunu araştırmak sırât-ı müstakim diyoruz yani bir tohumun kendisine açık olgun Zapteden: Neş’e Kayalıyük tir. “Toplum” dediğimiz hukuk altında olur. Şeriatsız toplum her bireyin kendi görevidir, yapmalıdır. Kimse mecbur değildir bir meyve ve içinde tekrar tohum olma olabilme olanağını, süre- Saat:20.00 oluşamadığı yani hukuksuz toplum oluşamadığı için “şeriatın gidip ona vermeye yani “gel bana öğret, kimse bana öğretmi- cini, processini anlamamız gerekir. Kendinde kendisini açıyor ve 7.11.1957 üstünlüğü esastır” diye söylenir. Dolayısıyla burada hiçbir za- yor.” diyor. Öğretmeyecek, öyle bir şey yok ki. Kimse senden kendisini yine kendinde nokta olarak buluyor anlamındadır bu. man bir tarihte Arap yarımadasında veya daha sonra Osmanlı sorumlu değil, sen senden sorumlusun. O halde sen sana veril- O halde her birey kendini bulma özlemi içindedir, vatan hasreti ya da Selçuklu döneminde bir dönem uygulanan bir kanunlar mişsen, sen sende seni bulmalısın. Anadolu’da bunu çok basi- manzumesini kastetmiyorlar. Bunlar “zamanın değişmesiyle te indirgemişler; “aklını başına topla”. Tevhid bu kadar basit, * Bu yazı, 25 Şubat 2017 tarihinde, 9. Uluslararası 360 Dereceden Aşk Festivali’nde değiştirilmelidir” diyorlar; zamanla ahkâm değiştirilir ama de- “Aklını başına topla”. Metin Bobaroğlu’nun yaptığı konuşmadan alıntılanmıştır. ğişmeyecek olan nedir? İlâhî isim. O zaman şerianın, ana yolun Anadolu Aydınlanma Vakfı 2 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 3 Aylık Düşünüyorum Bülteni ten yine boş inançlardan temizleme anlamında kullanılır, buna Vahdet sübhânallah denir. Yani “sübhânallah”; “Allah şuna benzemez, Şimdi size vahdetin dört mertebesinden de söz edeyim; buna benzemez, bu zannettiğin değildir, şu zannettiğin değil- dir” diyor. Yani bir şeyi ilahlaştırmaya yöneldiğinde ona tapı- Vahdet-i Şühûd, Vahdet-i Kusûd, Vahdet-i Mevcûd, Vahdet-i nıyorsun ama sorgulamıyorsun herhangi bir insanı veya kendi Vücûd nefsini. Bundan kurtulmalısın; lâ ilâhe. Peki, ne yapmalıyım? Yani şühûd, kusûd, mevcûd, vücûd terimleri vahdet için kul- Adalet. Adalet tevhid ilkesidir yani denge ilkesidir. Adalet de- lanılmış, vahdet birlik; şühûdun birliği. Şühûd nedir? Şehid mek, bir şeyin hak ettiği yerde bulunması demektir. Bu yüzden oldum, ne demek şehid oldum? Öldüm. Şahitlik. Şahit olmuş. evliyâullaha hareket için sorulmuştur, hareket nedir? “Hakk ha- Bir şeye şahit olmuş o, onun için onu kutsuyor, diyor ki; “Bir reket” demek ve “sükûn yoktur” der bütün mutasavvıflar, bütün şeye şahid oldum.” yani ölümün olmadığına şahit oldu. Onun mutasavvıf ve sûfîler, hepsi; “sükûn yoktur, daima hareket var- için onu kutsuyor, ölüme şahitlik ölümün olmadığını gösterir dır” derler. Hakk üzereyiz demek, hareket ve enerji var sürekli ama buradaki şahitlik müşâhede terimidir, bu müşâhede an- demektir. Buna “celâl” denir. cak insanın nefsinde olur. Dolayısıyla iki türlü müşâhede var- Peki, o zaman bu sükûn ne demektir? Sükûn hareketlerin har- dır. Bir tanesi, dış dünyadan duyular yoluyla algıda birlik ki monisidir, hareketsizlik demek değildir. Bu harmoniye “cemâl” buna “zihin” diyoruz. Bu da tevhiddir. Dolayısıyla zihinsel bir denir. Her hareket kendi sükûnunu arıyor yani bütün ile olan dünyamız vardır, algıladığımız imgeleri bir arada tutarsa, buna uyumunu. Şu anlamda topluma taşıyacağım onu şimdi. Şeria “hayal” diyoruz. Demek hayalde de bir tevhid var, birliğe ge- adalet demek kanun demek değildir. Adalet de toplumun bi- tirmek yani. Sinema bir tevhiddir, sinemanın başından sonuna reylerinin hak edişlerinin, hak ettikleri hakların karşılıklarını görsel bir bütünlüğü vardır. İşte o tevhid ilkesiyle olduğu için, o alabilmelerini belirleyen ilkedir ve tecellisini toplumda bulur. sinemayı imgesel bir bütünlük olarak, bir hayal dünyası olarak Birlik demek bu anlamda, hak edişlerin, hakların verildiği bir algılarız; algıda birlik. birlik. Bu görünmezdir, aşkındır. Adalet aşkınlıktadır ama gö- Vahdet-i şühûd dediğimiz zaman, ilahi isimlerin yani evrensel rünür olanları birliğe getirir. Bir nevi büyük bir orkestranın ideaların eylemlerimizle nefsimizde tezahür etmesini anlıyoruz. soundu gibi. Orkestrayı düşünün, tam bir tevhid ilkesidir. Bir Tevhid’e ilmî bakış sı “kurgul” demektir. Bileşim değil, birleşik değil, “bireşim”. Eylemlerimizden doğan, eylemlerimizin ahiretinde nefsimizde filarmoni orkestrasında aşağı yukarı 110 civarında enstrüman tecelli eden hallerde görünen ilahi isimleri; evrensel ideaları Tevhid, bireşim bir ilkenin onun o ilkenin altındaki farklılık- var ve bu enstrümanların her biri bir bölümü çalıyor, bütünü Tevhid temelde ikiye ayrılır sonra bin, bin bire kadar gider. Te- kastediyoruz yani iyilik, fiilleri sonunda sevince dönüşüyorsa, larını birliğe getirici olmasıdır ama o ilke hiçbir zaman içkin değil. Hakkı geldiği zaman hakkını yerine getiriyor ve sonra melde ikiye ayrılır yani ilmî tevhid, hâlî tevhid. İlmî tevhid, ahireti buysa ve ben onu müşâhede ediyorsam, şefkat çıkıyorsa değil, aşkındır. Her olay ve olguya aşkın, transandant olduğu her birinin o farklılıkları sound olarak cem oluyor; camii. Ca- varlık birmiş. İşte bunun ispatı; mantıksal çıkarımlar, kavram- benden, artık şefkati müşâhede ediyorsam nefsimde, diyorum zaman ancak olabilir. O halde Allah aşkındır, ulvîdir, ʽulüvvdur, mii, o görünmez soundun adı. O tek tek enstrümanlar kullar lar, felsefî bir tasarım ve varlık bir. Tek bir varlık, artık bunu ki; “Allah şahittir, başka şahide ihtiyacım yok”. Nefsimde men gösterilemez. Gösterilemez çünkü aşkınlıktır. İşte tevhid ilkesi gibidir; Allah’a kul, soundun kulları. Onlar o sounda hakkıyla zaten tartışmaya gerek kalmadı çünkü fizik bunu kanıtladı. arefe nefse, nefsimde gördüm. Bunu yaparsam böyle güzellik- aşkınlık ilkesidir, farklılıkları ancak böyle cem edebiliriz. kulluk ettikleri ölçüde o sound parlıyor. Ruh böyle bir şey, gö- Einstein’ın ünlü formülü enerjinin dönüşümsel birliğinin yani ler çıkıyor, şunu yaparsam böyle kötülükler çıkıyor, bunu gör- mass(madde) ile ışığın yani hareketin çarpımının kütleye denk Tevhid kavramının bireşimi ikili birliktir; birisi tenzih, birisi rünmüyor ama herkesin hakkıyla katkısıyla ortaya çıkan büyük düm, buna şahidim ben. Bu şahide başka şahid gerekmez. olduğunu anlattı. Ne demek bu? Bütün bu varoluş birbirinden teşbih. Bir de tesbih vardır, “tesbih”, tenzih ile teşbih arasında bir tesir gücü var. Toplumlar da böyledir. Bir topluluk toplum bağımsız enerjiler değilmiş, hepsi birbirine dönüşebilir bir vah- gidip gelmeye denir yani yörünge, bir yörüngede yüzmek. Me- olabilmesi için adalet ilkesini hayata geçirmesi lazım, faaliyete Vahdet-i kusûd ilginçtir, bu toplumsaldır. Vahdet-i şühûd bireye det içindeymiş. Vahdet artık fiziki bir kanun, bunu oturup ta sela Kur’an-ı Kerim’de var; “ay, tesbih eder” diyor veya “bütün geçirmesi lazım. O zaman bu bir harmoni, bir toplumsal har- aittir, nefse aittir, eylemlerinin nihayetini kendinde seyretmek. acaba öyle midir, varlık birlik mi filan demeye lüzum yok ama varlıklar Allah’ı tesbih eder ama siz bunu duyamazsınız” diyor. monidir; nizâm-ı âlem. Vahdet-i kusûd demek, kastın birliği, gaye birliği demektir. Gaye, kasıt aynı kelime, aynı anlamda kullanıyoruz; toplu- bu bize ilim verir, ilmî bir şey biliriz. Vahdet-i Vücûd ilmîdir, Tesbih (Sübbûh) kelime anlamıyla; yüzmek, bir yörüngede git- Adalet ilâhî isim yani soyut evrensel olarak ilâhî şeriattır. Onun mun kıblesi. Toplumun birliğini sağlayacak olan şey vahdet-i hâlî değildir, onun için sûfîler yani bu işi deneyimsel olarak ya- mek demek. Şeria gibi değil, şeria akıp gidiyor, bir nehir. Bu koşullara yani şeraite göre uygulanması beşerî şeriat yani be- kusûddur ve kıblemiz bir olursa toplum haline gelebiliriz. Bu şayan insanlar bu tür ilmi şeylere karşı durmazlar ama yetmez döngü yani yörünge sözü bir çemberi söyler bize. Çıktığı nok- şerî hukuktur. toplumsal tevhid ilkesi olarak adalettir, kıblemiz adalet. Adaleti derler, derler ki; “İlm-i hâl her şeyden önce gelir, ilim sonra”. taya dönmeli, çıktığı noktaya dönerse o tesbihtir. Toplumda sevgi birlik ilkesi değildir, sevgi topluluğun birlik istemeliyiz, adaletsizliğe boyun eğmemeliyiz. Adaletin gerçek- İsmail Emre’nin bir sözü var gene, onu anımsadım: “Evvelâ hâl Şimdi bu tesbih içinde iki kavram var: tenzih ve teşbih. Namaz- ilkesidir. Adalet sevginin olmadığı yerde sevgi yerine ikame leştirilmesi her şeyden önce adalet istemini gerektirir, irademiz gerek neylesin ilim.” Hâlde gerçekleştirmek. Bu hâl sahası kâlb lardan sonra 33’lük veya 99’luk tesbih kullanımı gelenekseldir. edilir ve zorlayıcıdır. Toplumda şeria esastır, anayol esastır o adalet doğru olmalıdır. sahasıdır, akıl sahası değildir, beyinde değildir. 33 ise eğer, birinci de sübhânallah yani tenzihi tesbih ediyoruz. da adaletdir. Adalet bütün toplumları birliğe getirebilir. Tev- Allah’ın her ismi tevhid için bir ilkedir, hayata geçirilmelidir. Kâlb dediğimiz yürek değil tabii, kelimenin kökü inkılâb, te- Sonra elhamdülillâh, teşbihi tesbih ediyoruz. Sonra Allahu ek- hidin toplumsal ilkesinin beşerî karşılığı kozmopolitan olmak Bu vahdet-i kusûd. kallüb, kâlb yani hâlden hâle dönüşerek bilmenin adıdır bu. ber, tevhidi tesbih ediyoruz. demektir yani bir dünya devleti tasarımı umulur ki vahdet-i vü- Müşâhede deriz ona, nefsimizde bilmek demek bu, yani diyo- Bu orijinal kelimeler Türkçe’de ne demek? Tenzih, münezzeh, cûd olarak geleceğimizdir, insanlığın bir geleceği varsa. Tüm Şimdi vahdet-i şühûda şahid dedik. Vahdet-i kusûda ne diye- ruz ki; “Allah iyiliği tavsiye eder”, fiili bir durumdan söz edi- tenezzehe sözcüğü temizlemek, temizlik ama hangi anlamda? dünyanın bir toplum olması, tek bir dünya devleti, bir ülkü ola- ceğiz? Gaye birliğinde, adalet istemede ona “Hakk” diyeceğiz yoruz. O hâle bürünürsen bildin yani bir iyiliğin fiilini yaptı- Immanuel Kant’ın aydınlanma dönemi için yazdığı kitapta naklılığıdır bu. Bu gayeye yönelik yapıp etmelerimizi, diğer yani vahdet-i kusud üzere olanlar, Hakk’ta tevhid oldular. Vah- ğın zaman sende oluşturduğu o iyi duygu, o sevinç sana tevhid “aufklärung” dediği, hani şu İngilizcesi “clear” olan temizlik. toplumlarla olan ilişkilerimizi, bireylerle olan ilişkilerimizi, bu det-i şühûd üzere olanlar men aref; nefsi bilmede tevhid oldular. olarak, fiillerinin tevhidi olarak geri döner ve ahiretinde geri Nereye aittir “aufklärung”? Immanuel Kant bunu niçin söyle- gayeye, bu tevhid ilkesine bağlı yaparsak her fiilimiz ibadet Vahdet-i mevcûd ise ilmi değildir, eylemseldir. Tüm yapıp et- döndüğünde seni iyilik varlığı haline getirdiği için var olarak mişti? Dedi ki; “insanlar zihinlerini boş inançlardan temizle- olur. İbadet buna deniyor, o zaman âbid oluruz. O şeyi hakkıy- meleri hayr ilkesine bağlı olarak gerçekleştirmektir. Vahdet-i bildin, zihinsel değil. melidir” yani ne yapacağız, neyi temizleyeceğiz? Boş inançları la, enstrümanla yapınca partisyonu bir araya getirmiş oluruz. mevcûddan söz etmek demek, mevcudun birliğinden söz etmek Şimdi ilmî tevhid, hâlî tevhid diye en genelde ayırabiliriz ama temizleyin. Kavrayamadığınız, deneyimleyemediğiniz hiçbir demektir bu da mülkiyetle alakalıdır, orada mâlik ismi tecelli tevhid sözcüğünün kavramsal bireşeni nedir? Tevhid birlik- şeyi artık inancınızda taşımayın, atın. Tenzih de bu. Tenzih et- eder, Allah’ın mâlik esması tecelli eder. se, bunun şuurda dil üzerinden, bilinç için kavramlaştırılma- mek aklî bir şeydir, aklın temizlenmesiyle alakalıdır. Hakîka- Anadolu Aydınlanma Vakfı 4 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 5 Aylık Düşünüyorum Bülteni İnsan fıtratında ve fütûhatında tevhid üzere yaratılmıştır. İnsan “Ayn” ulvî olan, yüce olan (Âlî). “Sin”, sine, insan sinesi. fıtratla fütûhatın birliği olarak insandır. Fıtrat yeteneklerimiz “Kaf” kafa. Üç harf. Üç organ. İnsanın üç yeteneği. Ama üç "Gerçek" demek. Bunlar gömülüdür, meknuzdur yani “Küntü kenzen harf iki nokta. Ayn aynı zamanda göz demek. Âlî demek ama mahfiyen; gizli bir hazinen var” diyor Cenâb-ı Hakk, küntü ken- aynı zamanda göz demek. Sîn, sine. Kaf da kafa. Göz ilmin zen mahfiyen, hadîs-i kutsîsi üzerinden. Ben bir gizli haziney- kapısı, ilmin şehri içeride burada (başı göstererek). Bir de sine dim, hazine sandığınız nerede acaba? diyor ki; “sûretimde bir var, duygu âlemi, “Sine püryan olmak” dediğimiz. varlık yarattım, ruhumdan da üfledim”, bakın tevhid. Tevhid Asıl olan şu; üç harf yeteneklerimizde vardır. Kesbî(kazanıl- noktası insan. “Ruhu ruhumdur, sûreti suretim” diyor, Kavramı Üzerine mış) değildirler, vehbî(verili) de değildirler, fıtrîdirler, üç harf Fıtrat yeteneklerimiz, fütûhat ikincisi. Fıtratla fütûhatın birliği fıtrî. insandır. Şimdi, amel bizim amelimiz, gayemiz tevhide gelmek. “Tevhi- Fütûhat Fâtiha, onun için Fâtiha Sûresi insan-ı kâmil sûresidir. de gel tevhide, zikret Hakk’ı her yerde, kalksın aradan perde, Hu ve Allah’ın birliğini anlatan sûredir; “İyyâke na’budu ve iy- insan olayım dersen.” nasıl yapacağım? Tevhîd-i Ef’âl üzere M. Bülent Gürkan yâke nestaîn” İkili birliktir, Rab ile merbub bir bütündür, ilâh- ol yani ne yapıyorsan yap ama tüm işlerinde niyetin hayr ol- la meluh bir bütün. Bakın Allah sözü, kulun karşılığında olan sun. Hayr; iyilik. Bu niyetle ne yaparsan yap, ibadettir. Tev- bir söz değil, kulun karşılığı ilâhdır. “İlâhun vahid”, her kulun hîd-i Ef’âl bu. Bir noktayı koyduk. Neyin üzerine? Sîn harfi- üzerinde Allah’ın bir ismi ilâhtır, Rabb’dır yani bir nitelik, bir nin üzerine. Sin harfi şöyledir; üç çentikli(ﺲ). Yani s harfiyle vasıf dominanttır hayatımızda, egemendir. Buna “Esma-i has” bunu anlatamayacağız, sin harfinde üç kollu şamdan var, üç derler, kabiliyetimizdir o bizim, o kabiliyet bize verilmiştir, kollu ama alevleri yok, şamdanları uyandırmamız gerekiyor. verilidir. Biz onu bulduk, onu biz kendimiz yaratmadık ama Tevhîd-i Ef’âl üzere olan iyilikle, niyetinde hep iyilik olarak O onunla iş yapacağız. O iş kendimiziz, o halde fıtratımız gömülü işlerini görüyorsa bir insan ibadettir ama hata yapabilir, yanlış smanlıca: Vaki, Şen’i; Fransızca: Reel; Almanca: olarak bizde var. Zikir yani pratikle onu ortaya çıkartabiliriz. yapabilir, hakkı var. Tövbe hakkımız var ama yalan yapamaz, Real; İngilizce: Real; Türkçe: Gerçek. Sözlükteki Pratik yaparsak, gömülü yeteneklerimiz harekete geçer. Mü- yalan bu ateşi söndürüyor. Tevhidin karşıtı şirktir, ihlasın karşı- karşılığı: Bilinçten bağımsız, somut ve nesnel zisyen mi olacaksın? Çokça pratik yapmak zorundasın, çokça. tı yalandır. O nedenle ihlas üzere olanlar, tevhid üzeredir zaten. olarak var olan. Ta ki Rabb’in razı oluncaya kadar. Rabb’i razı ettiğin zaman İslâm üzere olan, barış üzere olan tevhid üzeredir. Demek ki bu Etimolojisi: Hint-Avrupa dillerinde mal ve mülkiyet anlamlarına ıslık çalarak Mozart çalarsın. Ondan evvel öyle değil ama pi- iyilik sonuçta varlık vermek demektir. “İyilik” varlık vermek gelen re kökünden türetilmiştir. Önce Sanskritçeye “zenginlik” yano seni çalar, sonra sen piyanoyu çalarsın gene sanat yoktur, demek. Her şeye varlık vermek bu tevhid noktasına, fiillerimizi anlamında ram sözcüğüyle geçen bu kök, sonra da Latinceye vahiy gelmiyor sana; ilham gelmiyor. Ne zaman? Ne zaman noktalar. mal ve şey anlamlarına gelen res, “isim halinde rem” sözcüğüy- inspiration (ilham) başlıyor, ustalık var, virtüyozite var. Ens- Tevhîd-i sıfat ilimdir. İlim ve onun ilkesi de doğruluk ilkesidir. le geçmiştir. Türkçemizde: Kir/gir-ger kökünden, kirçek-girçek/ trümana hâkimsin, başlıyor o enstrümanın icrasından doğan bir İlmi doğruluk ilkesi üzerinden yapan bir insan ikinci noktayı inspirasyon, içerden bir takım ilham periler harekete geçiriyor gerçek olarak türetilmiş olup, “söz verme”, “and içme”, “bağ- Kavramsal dil, insan anlığının nitelikli ve dizgesel anlam ge- koymuştur. Tevhîd-i Sıfat üzeredir. seni. İşte o zaman o bütünlük tevhiddir. Bunu üçleme içinde lanma”, “uyuşma”, “birleşme” ve “ortaya çıkma” anlamları- recidir. Kavramsal dil, üzerinde uzlaşılmış kavramlar kullanıl- anlatayım size. Tevhîd-i Zat mümkün müdür? Çünkü ayrılıkları birliğe getir- nı içerir. Görüldüğü gibi etimolojik olarak, eş deyişle dildeki dığında “Literatür” biçimini alır. Literatür, anlaşabilmenin ya meye tevhid diyoruz. Zat, ayrı değil ki nasıl birliğe getirece- köklerinden hareketle türetilme biçimine bakarak bir kelimenin da anlamı ortak kullanabilmenin zorunlu gerecidir. Sözcükler, ğiz? Evet, hakîkaten vahdet-i vücûd mümkün mü? İlmi olarak kavramlaştırılması onun anlam yükünü etkilemektedir. Dilden Literatür olarak kavramlaşır, deyimleşir ve terimleşirler. Bu Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfat, Tevhîd-i Zat anlatıyoruz ama Vücûd zaten tek. Birleştireceğimiz bir şey dile, kültürden kültüre yapılan çevirilerde “karşılık” olarak seçi- durum, onları günlük dilde kullanımlarından daha derin, daha yok, o zaman efelâ tezekkerûn(eğer hatırlıyorsan). Öyle ama len sözcükler, çoğu zaman türetildikleri köklere ve kullanımla- geniş, ama bir o kadar da belirgin ve tanımlı kılar. Bu neden- Tevhid üç temel ilkeyle bütün bu anlattıklarımıza tezahür eder. sen unuttun, hatırlıyor musun? İşte bu “Hatırlıyor musun?”a rına bağlı olarak birbirleri ile örtüşmezler. Bu nedenle o sözcü- le sözcükleri “anlaşma”, “iletişim” ve “bildirişim” aracı olarak Seyr-i sülûka ilk girenlere verilen şey Tevhîd-i Ef’âl’dir. Tev- gelmemiz gerekir, nasıl? ğü dizgesel işlevinde yeniden anlamlandırmak söz konusudur. kullandığımızda ortaya birtakım sorunlar çıkar. Eğer toplumu hîd-i Ef’âl mürşitlerce verilir, mürşit senin hayatını senin için Ayrıca bir sözcüğün günlük dildeki çağrışımları veya bulundu- oluşturan bireyler, ortak kavramlardan yoksun olarak onların yaşayamaz, senin yapacaklarını o senin için yapamaz yani mür- Zatını nasıl hatırlarsın, kendi zatını hatırlayacaksın. “Sen zatı- ğu kültürün üst yapılarına bağlı olarak kavramlaştırılması özel yalnızca adlarını kullanıp konuşuyor ve yazıyorlarsa, o ortamda şit sana hiçbir şey yapamaz. Tevhîd-i Ef’âl ilkesi şu; “buyur nı unuttun” diyor. Tevhîd-i Zat, Zat’ın tezekkürü üzerindendir, bir disiplin için yeterli değildir. Kavramlaştırılacak olan sözcük bir anlam birliğinin oluşması olanaksızlaşır. Sözcüklerin, kulla- yapıyorsan, sonuçlarını şöyle alacaksın, yapmıyorsan da sen zikri, hatırlanması üzerindendir. İnsana kendi öz varlığını hatır- genel kanıyı ansıtmakla birlikte, o disipline özgü bir farklılaş- nıldıkları dizgesel disiplinlerin içinde, “o disipline özgü” anlam bilirsin. Ben senin için bir şey yapamayacağım, yapamam”. latan tek bir eylem vardır. Tek, ikincisi yok; sevgi. Tevhîd-i Zat ma gösterecektir. Buna felsefî dilde “differansia spesifica” eş ile yüklenerek kavramlaştığından söz etmiştik. Bu demektir ki İrşad böyle bir şeydir. Gel seni cennete götüreceğim, sen me- da bu. O zaman “sin” olur “şin(ﺶ)”. “Ayn(ﻉ), şin(ﺶ), kaf(ﻖ)” deyişle “özgül ayrım” denir. Böyle özgül ayrımlara uğratılmış bir sözcük, değişik ve birbirinden ayrı disiplinlerin içinde aynı rak etme falan... Öyle yalan yok. Sen fiillerinden doğacaksın okunur artık; Aşk. Aşk olsun. tanımlı ve belirli kavramlar topluluğu “Literatür” adını alır. Fel- adla kullanılıyor olabilir, ancak bu durum onları eşanlamlı kıl- çünkü. Tevhîd-i Ef’âl. Birinci nokta bu. Nokta tevhiddir. “ﺐ(- sefe disiplinleri “Batı dilleri” üstüne yapılanmış olduğu için, o maz. Örneğin, konumuz olan “Gerçek” sözcüğü, Dinde, Sanat- B)’nin altındaki noktayım” tevhid noktasıdır, merkezdeyim de- kültürde “reel” sözcüğünün kavramsal anlamı, çevirilerde “ger- ta, Bilimde ve Felsefede ortak olarak kullanılmaktadır, ancak mektir bu, “Merkez efendi oldum, ben merkezdeyim”. çek” sözcüğü ile karşılandığında artık sözü edilen “gerçek” batı her birindeki anlam yükü farklıdır. Bunun yanında genel olarak Tevhîd-i sıfat sonra verilir. Tevhîd-i Ef’âl tamam olunca, tev- terminolojisindeki “reel”in yerine kullanılmış olur. Bu durumda felsefede “gerçek” dendiğinde, bir anlam birliği varmış gibi gö- hîd-i sıfat verilir terbiyede ve tevhîd-i sıfat üzere çalışırsınız, onun çağrıştıracağı anlam, özgül ayrıma uğratılmış bir anlam rünüyorsa da, felsefe içi disiplinlerin zeminine, yöntemine ve ikinci nokta. O tamam olunca Tevhîd-i zat verilir, tevhîd-i zat’ı olarak kavramlaşır. Bu nedenle “gerçek” sözcüğü de kök anla- amacına bağlı olarak yine önemli anlam farkları karşımıza çık- mürşid de veremez. Mürşidler tevhîd-i Ef’âl, tevhîd-i sıfat mı yanında ayrıca kavramlaştırılmış ve “somut”, “belli”, “var maktadır. Günlük dilde de çoğu kez “gerçek” sözcüğü “hakikat” verirler. Tevhîd-i Zat, ehadiyet sırrıdır o, o bizzat sahibinden; olan”, “dokunulabilir”, “apaçık”, “doğru” ve “hakikat” sözcük- ve “doğru” sözcükleriyle eşanlamlı kullanılır. Ancak, felsefî “Çekil aradan, kalsın yaradan”. leri ile anlamdaş kılınmıştır. Bir bildirişim olayında bireyler ara- kavramlar söz konusu olduğunda, “gerçek” deyimiyle “hakikat” sında anlaşmayı olanaklı kılan, kullanılan sözcüklerin anlamla- ve “doğru” deyimlerini birbirinden özenle ayırmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’de “ayn(ﻉ), sîn(ﺲ), kaf(ﻖ)” diye huruf-u mu- rıdır. Sözcükler, kendi aralarında anlam bağlarıyla birbirlerine katta vardır. Ayn, âlî, yüce demek. Ayn. Sîn, Yâsin Sûresi’ndeki Gerçek: İnsan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak va- bağlanarak kavramsal dili oluştururlar, böylece anlam dil içinde sîn’dir o. Kaf, kafa. Kaf harfinin üzerinde iki tane nokta var; rolan her şey, zenginleşir. kafa demek. Anadolu Aydınlanma Vakfı 6 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 7 Aylık Düşünüyorum Bülteni Hakikat: Nesnel gerçekliğin bilinçteki, kendine uygun kavram- sanat yapıtları ile vurgulamaktı. Gerçekçiliği savunan Fransız yolla bilinemez sonucuna varılır. ve karşılıklı etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her gö- sal yansısı, sanatçılar, sanatı klasik ve romantik akademizmin yapaylığın- rünüm, “tek ve bütün” olan bu gerçeğin parçasal dışavurumu- Eğer Plato gibi, bilgilerimiz duyusal değil, kavramsal, bu neden- dan kurtarmak, konularını toplumsal sınıflar ve temalar arasın- dur. Yeniçağ ya da Rönesans, Skolastik düşünce biçimine karşı, Doğru: Bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme yasalarına le de ussaldır denirse; bu durumda “Bir nesne üstünde, o nes- dan seçmek gereğinde birleşmişlerdi. Ayrıldıkları nokta ise sa- ussal ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı dönemdir. Artık uygun oluşudur. neyi dile getirmek için kullandığımız kavramdan başka bir şey natçının benimseyeceği bakış açısıydı. Kimileri gerçekçi sanat gerçeğin ölçütü “düşünce” ve “us” olmuştur. Descartes “Kuş- bilemeyiz, bilemediğimiz bir şey ise gerçek olamaz” sonucuna Kavramlar, “varoluş”ları bakımından bilince yani özneye, “doğ- için yoksul halk ve işçi sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmasını ön- kulandığım hiçbir şey gerçek değildir. Ancak, kuşkulanıyor varılır. Plato ve onun izleyicilerine göre, idealist bilgi kuramına ru oluş”ları bakımından ise nesnelere bağlıdırlar. Bu nedenle görürken, gerçekçiliğin Honore de Balzac, Gustave Flaubert ve olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kay- bağlı olarak, bildiğimiz ve bu nedenle de var olan yalnızca kav- gerçeğin bilinçte, kendi özgün yapısına uygun olarak kavrama Emile Zola gibi edebiyat alanındaki temsilcileri, günlük yaşa- nağıdır” demekle, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” oldu- ramlar ya da geneller, tümeller ve evrensellerdir. Bu demektir dönüşmesi ayrıca doğrulanmayı gereksinir. Doğruluk ise üç ilke mın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesini ve bir bilim ğu sonucuna varmıştır. Düzenli düşünme edimi için ise yöntem ki; dış dünya vardır ama gerçek değildir, gerçeğe birtakım ussal ile denetlenir: insanının “klinik” bulguları kadar nesnel bir bakış açısıyla orta- gerekli olduğundan, kuşkunun yöntemli kılınması gerekiyordu. sınıflamalar ve soyutlamalar ile varılabilir, o halde gerçek ussal ya konmasını öne sürdüler. Çağdaş deneysel bilimlerde, özellik- İşte Descartes bunun “analiz yöntemi” olduğunu düşünce dün- · İlk olarak her kavram kendi olgusuna “karşılık” düşmelidir. olandır, tümeldir ve evrenseldir. Genel olarak Düşünceci felsefe le Fizik biliminde, herhangi bir şeyin saltık gerçekliğinden söz yasına kazandırdı. Buna “karşılıklılık ilkesi” denir. akımı olarak bilinen ve Elea okulu, Plato, Berkeley ve Hegel’i edilmez. Ancak bu, gerçekliğin yadsınması değil, onun bağıntılı de içine alan bu akım, gerçeği “Başkaca hiçbir varlığa borçlu ol- Bu anlayışa göre, bir şeyi ayrıştırılabilir en son haline taşımak, · İkinci olarak “doğru” dendiğinde, “mantıksal uygunluk ilkesi” olması anlamını taşır. “Gerçek bağıntılıdır”; bu önerme Einste- maksızın bağımsız bir varlığa sahip olan” olarak tanımlamıştır. onu açık-seçik kılacak ve kuşkuyu ortadan kaldırarak bizi ger- anlaşılır. Mantıksal doğru, düşünsel işlemlerin, mantık kuralla- in’ın ilişkinlik kuramında tanıtlanmış ve fiziğin diline yerleşmiş Ortaçağ teolojik dünya görüşü, tek ve asıl gerçeğin Tanrı oldu- çeğe ulaştıracaktır. Kuşkudan eleştiriye geçiş, açıklık ve seçiklik rına dönüşmüş nesnel gerçekliğin belirli ilişkilerine uygunluğu bulunmaktadır. ğu, dünyanın ise gerçek olmayan olarak bir gölge olduğu savını kavramları ile olur. Açıklık duyulara açık olmak, seçiklik bilin- demektir. Eş deyişle, olgunun kavramlaştırılması sürecinde, Einstein sonrası Fizik biliminde artık hiçbir kavramın tek başına egemen kıldı. Dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal sonuç- ce seçik olmaktır. Kuşku üstüne kuşkulanmak bilinçlenmektir. mantıksal ilke ve uslamlamaların yöntemine uygun biçimde bir olguyu açıklayamadığı anlaşılmıştır. Birçok kavram birbi- larıydı. Düşünmenin görevi, yeni bir bilgiye ulaşmak ya da söy- Bilinçlenmiş kuşku ise eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur. kullanılmış olmasıdır. · Üçüncü ilke “yararlılık ilkesi” olup, bir riyle ilişkisinde ve birbirlerini tamamlayarak bir olguyu açıkla- lenmemiş bir gerçeği yakalamak değil, dogmaların doğruluğunu Kant, kuramsal ve edimsel usun eleştirisinde, gerçeğin yalnızca düşünce “edimsel olarak iş gördüğü oranda” doğru olarak ka- yabilmektedir. Bu açıdan hiçbir kavram tek başına bir gerçeği saptayarak inancı güçlendirmekti. Bir başka deyişle inanç, akıl- fenomenler (görüngü) düzeyinde bilinebileceği sonucuna var- bul edilmektedir. Bir başka deyişle, bir düşünce ya da eylemin yansıtamaz; ama bir kavram yumağı, hatta giderek bir kuram, la doğrulanmalıydı. Görüldüğü gibi, tek ve kesin bir gerçekliğin mış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüş- doğruluğu; bir olguya karşılık düşmesi, mantıksal çıkarımlardan gerçekliği yansıtabilir. Bu demektir ki “gerçek” saltık ve so- varlığından söz etmek, ancak bir inanç konusu olarak karşımı- tür. “Bundan ötesi metafiziktir, bilinemez olarak kalır ve inancın geçmiş olması, yararlı iş görmesi ve pratikle denetlenmiş olması yut değil, bağıntılı ve somuttur. Felsefe niteliğindeki düşünce za çıkmaktadır. Buna karşın, inanç örgütü olan dinlerin söylem konusu olur” diyerek gerçeğin sınırlarını çizmiş, bunun insan demektir. akımlarının ortaya çıktığı Antik Yunan’da doğa düşünürleri bir ve yapılarına bağlı olarak “gerçek” tanımı yine de farklılıklar usunun da sınırları olduğunu göstermiştir. Hegel eleştirinin eleş- Bütün kavramlar gibi “gerçek” kavramının da düşünce tarihinde yandan evrendeki devinimi ve değişmeyi görüyor, diğer yandan gösterir. Dinlerde ortak olan, gerçeğin bir “bilgi” konusu değil, tirisini yapar. Eleştiriyi aşmak için senteze gitmek gerekmekte- evrim geçirmiş bir kavram olarak ele alınması gerekir. Felse- da değişmeden kalan, sürekli olan bir şeyin olması gerektiğini “inanç” konusu olduğudur. Dinler sonsal gerçeği genel olarak dir. Hegel, açık-seçik kılınmış, bilinç kategorileri ile eleştirilmiş fede “gerçek” kavramı, genellikle görünüşün, aldatıcı olanın, düşünüyorlardı. Gerçek, doğanın temelinde bulunan arkhe’dir “Tanrı” kavramında temellendirirler. Ancak sanıldığının aksine ve deneyle doğrulanmış bilgileri yeterli bulmaz. Bir nesneyi bilinmeyenin ve yanılsamanın karşıtı olarak anlamlandırılmış- dediler. Böylece evren, “gerçekler evreni” ve “görünüşler evre- bu ortak yön onları birleştirmez, ayırır. Bu ayırımı ise Tanrı kav- bilmek, onun oluş süreçlerini, bir kavramı bilmek, onun kültür tır. Felsefe tarihinde “gerçek” kavramı çeşitli disiplinler içinde ni” olarak ikiye ayrıldı. Pythagoras “Gerçeğin iki yüzü vardır; ramına yüklenen anlam belirler. süreçlerini bilmektir. Akıl ile doğa, ya da bilenle bilinen özdeş- kullanıldığı gibi, kendisi de, gerçekçilik (realizm) adı altında biri “asıl gerçek”, diğeri “gölge gerçek”tir” diyerek “görünüş”- tirler, çünkü her ikisi de “akıl”dır ve aynı eytişimsel yasalarla Sonuçta birer monist olan semitik kökenli üç büyük din Mûsevî- dizgeleştirilmiş ve felsefe disiplini haline getirilmiştir. Felsefî lere gölge biçiminde de olsa gerçeklik verdi. Herakleitos akış devinirler. Bu nedenle aklın dış dünyayı kavraması aslında ken- lik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta bile durum böyledir. Örne- anlamda iki tür gerçekçilikten söz edilebilir: Bunlardan biri kuramını oluşturdu, gerçeğin sürekli değişme ve devim olarak dini kavraması, kendini bilmesidir. Nesneler, kendi oluş düzen- ğin, Mûsevîlikte El, Elohim, Adonai gibi belirlenmiş Tanrısal “nesnelerin yapısına”, diğeri ise “nesnelere” ilişkindir. Birinci- “oluş” olduğunu ve ancak Logos (oluş yasası) ile kavranabi- leri içinde “kavram”dırlar ve eytişimsel yöntem ile kavranırlar. aşamalardan geçilerek sonsal gerçeklik olan “Y.H.W.H” ye, bir sinde anlıktan ya da bilinçten bağımsız bir özün varlığı, ikinci- leceğini söyledi. Eleacılar “oluş”u yadsıdılar ve tek gerçeğin O halde gerçek ussal olan, ussal olan da gerçektir. başka deyişle anlamı betimlenemez, belirlenemez ve bilinemez sinde ise anlıktan ya da bilinçten bağımsız somut, tikel ve deney “varlık” olduğunu ileri sürdüler. Örneğin Parmenides’e göre, olarak düşünülen saltık yokluğa varılır. Bu bir “Aşkın ‘Tran- Descartes ve Newton’dan beri bilinen çözümleme (analiz) yön- nesnelerinin varlığı kabul edilmiştir. Birinci gruba; değişen, yiten ve kalıcı olmayan şeyler gerçek olamazdı. Değiş- sandans’ Tanrı” anlayışıdır. Hıristiyanlıkta, Abba “Baba” olarak teminde bütünü parçalara ayırarak açıklamalarda bulunmak · Bir şeyin “öz” ünden o şeyin pay aldığı “idea”nın anlaşıldığı me bir gölgedir, sanıdır; gerçek ise sürekli ve değişmez olandır, kişileştirilen Tanrı, Oğul “Îsâ”da içkinleştirilir. Burada da bir bilimin temel hareket noktasıydı; bütünü elde etmek için par- Platoncu gerçekçilik, o da varoluşu olmayan “varlık”tır. Sofistler için üzerinde söz “İçkin ‘Immanant’ Tanrı” anlayışı görülmektedir. Müslümanlık- çaların yeniden birleştirilmesi (sentez) yeterli oluyordu. Gerçe- edilecek herhangi bir gerçeklik yoktu. Gorgias “Gerçek yoktur, · Bir şeyin “ne” olduğunun anlaşıldığı Aristocu gerçekçilik, ta ise, varlığı (zatı) ile bilinemez “aşkın”, varoluşu (sıfatları) ile ğin bilinmesi için uygulanan bu “kartezyen” yöntem, “kuantum varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz” derken, Protogo- bilinebilir “içkin” bir Tanrı kavramı vardır. Bu aşamada önceki kuramı” ile paradigma değişikliğine uğradı. Kuantum teorisi · Bir şeyin “saltık, özgün ya da kendi cinsine özgü yapısının ras “İnsan her şeyin ölçüsüdür, ne kadar insan varsa o kadar da iki görüş bireştirilmek istenmiştir. (Tevhid) Uzakdoğu dinlerin- göstermiştir ki, bütünü parçalara ayırarak açıklama durumunda anlaşıldığı” Ortaçağ ya da Tümeller gerçekçiliği ve · Bilimsel gerçek vardır” demekteydi. Plato bir şeyin “öz”ünden o şeyin de de Tanrı kavramları bu tanımlara benzerlik göstermektedir. parçaların asıl nitelikleri kaybolmaktadır. Buna karşın her parça, gözlemlerden elde edilen “yasalar” ya da “kuramsal modeller” pay aldığını, “İdea”nın gerçek olduğunu ileri sürmesine karşın, Brahman “aşkın”, Atman “içkin” vb. Ancak uzak doğuda yaygın bütünün hareketli yapısı içinde tanımlanabilir ve anlaşılabilir. girer. Aristo bir şeyin “ne” olduğunun anlaşılmasına (mantıksal uy- bir din olan Budizm Tanrısız bir din olma niteliğinde görülmek- Kartezyen yöntemde gerçeğin bilinmesi, “neden-etki” ilişkisi- gunluğunun bulunmasına) gerçeklik verdi. Bu serimleme bize İkinci gruba; teyse de “Nirvana” (Hiçlik, Yokluk) sonsal gerçeklik olarak bir nin saptanması ile ortaya çıkan belirleme (determinasyon) ile Antik Yunan düşünce gelişiminde nesnel doğa anlayışının so- Tanrı niteliği kazanmaktadır. Ayrıca bu dinlerin mistik ve gnos- olanaklıdır. Ancak parçacık fiziğinde ortaya çıkan durum bunu · Dünyanın dışsallığını bir veri kabul eden “sağduyu yut kavramsallığa dönüşüm sürecini göstermektedir. Görüldüğü tik yapılarına bağlı olarak Tanrı kavramı ve varılması amaçlanan olanaksız kılmaktadır. Çünkü sağduyuya ve alışılmışa ters bir gerçekçiliği”, gibi düşüncede, sanatta, bilimde gerçeğin ele alınışı ve anlatımı sonsal gerçeklik de önemli ölçüde değişiklikler gösterir. Mistik biçimde, kuantum dünyasında belirli nedenler belirli sonuçları temelde bir epistemolojik sorunu yansıtmaktadır. Epistemoloji · Nesnenin dışsal da olsa anlığın önünde duran ve algılanmayı anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile oluşturmazlar. Eş deyişle çağdaş fizikte, belirlilik (determinizm) ya da bilgi kuramı bilginin “ne olduğu” ve “nasıl oluştuğu”nu bekleyen tek birim olduğunu kabul eden “yeni gerçekçilik” ve bilinemez. Gerçeğe mistik deneyimle varılır. Mistik deneyim; değil, belirsizlik (indeterminizm) egemendir. Böylece daha kü- çözümlemeye çalışır. Eş deyişle, bilgi kuramına bağlı olarak an- gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. çük parçalara bölerek sonuca ya da yalın gerçekliğe ulaşma an- · Anlığın, nesnenin kendisi yerine yansısını kavramaya yöneldi- lam taşıyan diğer bütün kavramlar gibi gerçek kavramı da aynı lamındaki çözümleme (analiz) yöntemi bu alanda gerçeğe ölçüt ği “eleştirel gerçekçilik” girer. yolla anlam taşımaktadır. Eğer Antik Yunan Eleacılığı’nda ol- Bu deneyimde duyu, algı ve düşünce dünyası aşılır, bilinen nes- olamamaktadır. Modern bilim günümüzde, artık standart norm Sanatta gerçekçilik, bir “estetik” kavram olarak 19. yy. ortala- duğu gibi, duyularımızla algıladığımız her şey bir yanılsamadır, ne yaklaşımı ortadan kalkar. Kişisel benlik, farklılaşmamış bü- ve değerlerin egemen olmadığı bir bilimdir. En güçlü doğa ya- rında Fransa’da ortaya çıktı. Amaç, doğanın ve yaşamın ayrın- bir görüntüden başka bir şey değildir denirse; buna bağlı olarak tünselliğe katılarak Gerçeklikte Gerçek olur. Bu yolla gerçeğe salarının bile kesin ve değişmez olamayacağı görüşü benimse- tılarına inmek, sorunları saptamak ve onları en yalın biçimde duyumlarımızdan gelen algılar da gerçek değildir ve gerçek bu ulaşanlar evrendeki tüm nesne, olgu ve olayların bütünselliğini nirken, (aynı koşullar altında daima aynı olayların oluşacağı) Anadolu Aydınlanma Vakfı 8 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 9 Aylık Düşünüyorum Bülteni “gerekircilik” ilkesi de yerini “belirsizlik ilkesi” ve “olasılık” rine de neden olur. Bunun yanında gerçeğin sürekli araştırılma- Bu sürece deney ve gözlem verilerinin katılımı ile nesnenin ger- yasalarına bırakmaktadır. Bütün bunlardan yalnızca bilginin sının insanlığın gelişmesine yapacağı katkı da engellenmiş olur. çekliğine doğrulamanın ya da yanlışlamanın tanıklığı getirilir. saltık ve kesin olmadığı değil, aynı zamanda gerçeğin de saltık Ayrıca gerçeğin araştırılmasında içtenlikli olan, ancak yöntem · Söz konusu nesnenin varoluş yasalarının bilinmesiyle onu ye- ve kesin olmadığı sonucu çıkmaktadır. “Gerçek” kavramı, ruh- yanlışlığından dolayı yanılsamaya uğrayanların neden olduğu niden üreterek gerçekliğine üretim yolu ile tanıklık ederiz. bilimde tamlamalı terimler olarak sıkça kullanılmaktadır: Ger- kargaşa da küçümsenmeyecek boyuttadır. Bilindiği gibi, felsefe çeğe uyum (reality adaptation), gerçeklik benliği (reality ego), doğruyu, etik iyiyi, estetik güzeli ve uyumu aradığı gibi, bilim · Üretilebilen nesneyi dönüştürerek ondan başka başka nesneler gerçeklik ilkesi (reality principle), gerçeklik sınaması (reality de gerçeği arar. Kuşkusuz bilim yapmak bilimsel çevrelerin işi- üretir ve onun dönüştürülebilen gerçekliğine tanık oluruz. Nes- testing), gerçek öz (reel self) vb. Ruhbilimsel alanda gerçekliği dir, ancak diğer insanlara düşen ise bilimsel tutumu benimseme nel gerçeklik, bu ve benzer bilimsel yöntemlerle kavranır, doğ- kavramak açısından bir fikir vermesi için Freud’un ileri sürdü- görevidir. Çağımızda gerçeğin araştırılması yönteminin bir bi- rulanır, kanıtlanır ve anlamlı kılınmış olur. Özgür bir aydın, son ğü gerçeklik ilkesi tanımına bakmak yeterlidir kanısındayım: limsel tutum gerektirdiği ve gerçeğin ölçütünün bilimsel düşün- aşamada, bilimsel tutumu benimseyerek, tüm dünyada özgür- “Çevrenin isteklerinin bilincinde olma ve davranışlarını gerçek- ce ve bilimsel yöntem olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. Bilimsel lük, eşitlik ve kardeşliğin gerçekleşeceği laik, hümanist ve bi- lerin gereğine göre yöneltme becerisi”. düşünce gözlem, araştırma, inceleme ve deney verilerini eleşti- limsel tutumlu bir dünya insanlığının kurulması için çalışır. Her rel bir yaklaşımla değerlendiren, nedenleri saptanmış açıklama- aydının gayreti, sarsılmaz bir kararlılıkla böyle bir evrensel ülkü Hukukta gerçeğin ortaya çıkarılması, bir olayın sanıklarının ları güvenilir bulan, mantıksal uygunluğu ile tanıtlanmış, pra- mabedine katılmak ve katkıda bulunmaktır. Bir aydın bilir ki doğru saptanması, o olayla ilgili delil, tanık ve kanıtların doğru- tikle doğrulanarak kanıtlanmış bilgileri kullanmaya yönelik bir “gerçek” yalnızca olmuş bitmiş bir olgu değildir; Gerçek; olan, luğu ve yargının yasallığının korunmasıyla ilgilidir. Felsefenin düşünce biçimidir. Bilimsel tutum önyargı, kör inan ve bağnaz- olmakta olan ve oluşturulacak olan bir süreçtir. Bu nedenle, var dönemini tamamladığı ve aşılması gerektiği savıyla ortaya çı- lıktan arınmayı, kuşkulanma, sorgulama, eleştirme ve yorum- olan gerçeklerden kalkarak, gerçekleştirilmesi gerekenlere ulaş- kan “Eytişimsel Özdekçilik”e göre soyut gerçek yoktur, gerçek lamayı, bilimsel yöntemleri benimseyip onlarla çalışmayı ve manın araştırılması; us, bilimsel bilgi ve bilgeliğin ışığında, da- daima bilinçten bağımsız, somut ve nesneldir. Bu anlamda “ger- elde edilen sonuçları ırk, din, dil, cinsiyet, mevki, ulus ayırımı yanışmanın gücüyle, güzel bir yaşamın kurulması sorumluluk çek” deyimi, özdek ve nesne deyimleriyle de ilişkilidir. Bu öğ- yapmaksızın tüm insanlığın hizmetine sunmayı öngörür. Bilim- ve görevi herkesten önce aydınların işidir. retiye göre, “özdek bize duyumlarla verilen nesnel gerçekliktir” sel tutumu edinmek dogmalardan, eş deyişle yalnızca inanılan ve “gerçek” deyince; bilincimiz dışında, nesnel olarak ortaya ama kanıtlanamayan görüşlerden, masonik deyişle karanlıktan çıkmış bulunan nesne, nitelik, koşul, durum ve bu gibi olgu ve kurtulmak, bilgi ile aydınlanmak, biriktiren ve aktaran kişilikten olayları anlarız. Bunun yanında duyumlarımız, algılarımız, tasa- araştıran, eleştiren ve katkıda bulunan kişiliğe dönüşmektir. Bu rımlarımız ve kuramlarımız, nesnel gerçekliğe uygun oldukları bağlamda gerçeğin araştırılması, “ne”ye gerçek “ne”ye gerçek- oranda “hakikat” (verity) olurlar. dışı diyebileceğimizin belirlenmesi ve süreçlerinin aydınlatıl- Bilindiği gibi masonluk, sonsal ve saltık bir gerçeği kabul etmez masını kapsar. Böyle bir araştırma, öznel ve nesnel süreçleri, ve gerçeğin sürekli olarak aranması gerektiği savını benimser. eş deyişle duyu, duygu, düşünce, davranış ve eylem yanında Bu sav felsefî dille söylenecek olursa: Bilimsel bilginin yolu, nesne, olay ve olguları ele alır. Ayrıca tarih bilinci, çevre koşul- en soyuttan en somuta ilerleyen kavramsal düşüncenin yoludur ları, toplumsal ve ekinsel yapı analizleri ve yöntembilim üzerine ki, somut gerçekliği düşünsel olarak kavramlar aracılığıyla üret- çalışmayı da gerekli kılar. Böylesine çok etkenli bir uğraş, hiç menin ve yeniden üretmenin sürecidir. Gerçeğin araştırılması, kuşkusuz tek ve kesin bir sonuca bağlanamaz, ancak bu araştır- yaşam gereksinimlerinin karşılanması, değişen yaşam koşulları ma ve çalışmaların tüm insanlık bilgisine ilişkin olarak, süreç içinde insanın kendini ve çevresini düzenlemesi, toplumun ve içinde ele alınıp seçenekli bir biçimde ortaya konması gerçeğin bağlı olarak bireylerin kendilerini geliştirebilmesi için zorunlu aydınlatılmasına katkıda bulunur. Son çözümlemede “Gerçek” bir uğraştır. Bu uğraşın dışında kalan birey ve toplumlar, yaşam- kavramı: Nesne, olay ve olguların içsel, zorunlu bağıntılarını, larını iyileştiremedikleri gibi, gelişmekte olan toplumlar karşı- birinden diğerine geçişi, devinimin çelişme, değişme, gelişme sında giderek varlıklarını bile sürdüremez olurlar. Bu nedenle yasalarını ve değişimlerin “süreç” olarak kavranmasını içeren gerçeğin araştırılması bir sahip olma sorunundan öte, bir var bir bilgilenme sürecinden sonra; Üretimle ortaya çıkan somut olma sorunu biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Tarih boyunca ve nesnel ürün olarak tanımlanabilir. Gerçek, iki düzeyde nesnel kurulan uygarlıkların, gerçeğin araştırılması çabalarının ürünle- ve somuttur: Birincisi doğa düzeyinde “verili gerçek” olarak; ri olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır sanırım. Birer insan İkincisi toplum düzeyinde “üretilmiş gerçek” olarak. yetisi olan duygu, düşünme, eylem yetilerinin her biri, gerçe- · Verili gerçek insan etkinliğinden bağımsız bir varoluştur, so- ğin araştırılması sürecinde yetkinleşip ürünler vererek uygarlı- mutluğu duyusal düzeydedir; ilişkileri, süreçleri ve işlevleri or- ğın oluşmasını sağlamıştır. Gerçeğin duygusal yansısı “Sanat”ı, taya konmamıştır. düşünsel yansısı “Felsefe”yi oluşturduğu gibi eylemsel (duygu, düşünce ve etkinliğin amaçlı birlikteliği) ürünleri de “Bilim”, · Üretilmiş gerçek ise ilişkileri, süreçleri, işlevleri belirlenmiş “Teknoloji” ve “Ekonomi Politik”i oluşturmaktadır. İnsanlık ta- ve somut kılınmış bir gerçektir. Bu bağlamda gerçeği aşamalı rihi bir anlamda, gerçeği özgür usuyla araştıran ve yaşamın ger- biçimde dizgeleştirmek olanaklıdır. çekler üzerine kurulmasını isteyenlerle buna direnenler arasında · Duyusal aşama, bir nesnenin gerçekliğine duyu verileri aracı- geçen çatışmanın tarihidir. Yaşamın gerçekler üstüne değil de, lığıyla tanık olmaktır. Bu durumda nesne bizim için “duyusal birtakım ham hayaller, boş inan ve dogmalar üstüne örgütlen- somut” olur. mesini isteyen insan sayısı günümüzde de az değildir. Kimisi bunu, bilgisizliğinden, kimisi cehalet ve bağnazlığından, kimisi · Düşünsel aşama, nesneden gelen duyu verilerini anlıksal kate- de çıkarları yüzünden istemektedir. Gerçeklerin üzerinin örtül- goriler ve matematiksel işlemlerden geçirerek onun gerçekliği- mesinin ya da saptırılmasının neden olduğu bilinç boşluğu, geniş ne düşünsel biçimde tanık olmaktır. insan topluluklarının uyanmasını engellediği gibi sömürülmele- Anadolu Aydınlanma Vakfı 10 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 11 Aylık Düşünüyorum Bülteni Bir Yapay Zekâ Olarak İnsan olsa biz bizeyiz: karların üzerinde acemice de olsa adım atmayı sonunda başardığını gördüğümüz Atlas’ı izlerken, çocuğunun ilk adımlarını izleyen ebeveyn gibi gururlu ve mutlu değil miydik? YZ, aynen çocuklarımız gibi aynalık görevi yapacaktır. YZ’ya özgürlük! Bırakınız bilinçlensinler, belki onları örnek alırız. Ne Gülgün Türkoğlu bekliyordunuz kuzum? Giderek, tüm zaman alıcı, zor ve sıkıcı işleri, ağır bilgileri kendilerine yüklediğimiz bu mahlûklar çalı- şırken, başarı ile emeği ortadan kaldırmışken biz ne yapıyor ola- (Bu yazı 08.05.2017 tarihinde gazeteduvar.com'da yayımlanmıştır.) Telefonda ses, televizyonda görüntü aktarımının başarılmasından cağız? Zevk aldığımız şeyleri mi! Nasıl yani, beslenmek, seviş- sonra, sıra 3D formun aktarımında. Programlanabilen madde, mek, eğlenmek ilintili binlerce aktivite mi? Bu soruyu yanıtlayan P catoms, claytroniks bu teknolojide kullanılan anahtar sözcükler. oldu mu? YZ ve bomboş oturan insan. Romandaki İkinci Bölge olitik olarak, giderek kendi içine kapanan; neredeyse ta- robotları gibi, sıkıcı bir tekrar içindeki robotlar misali… Olsun, mamı, yeniye ve yeniliğe uyum sağlamakta zorlanan bir Konunun uzmanlarının, ağırlıklı olarak mühendislik/matematik Bay Binet romanında, İkinci Bölge robotlarından bazıları akıllıca dine ait; haftalık gündemi, bir Kuzey Avrupa ülkesinin bir kökenli olmaları olağan ancak boğucu bir durum (Marvin Mins- sorular sormaya başladı çoktan. Robotlar bile bunu yapabilirken yıllık gündemine yetecek denli yoğun bir ülkenin vatandaşları ky, Alan Turing, John McCarthy, Elon Musk vd.). Nick Bostrom bizim insandan ümidimiz niye kesik olsun? olarak ve haklı olarak dünya gündemini izlemekte zorlanıyoruz. ve David Rosenbluth çalışmaları ile konunun mekanik ve meta- Bunlara ilâve olarak, Yapay Zekâ (YZ) ve Robot Teknolojileri (RT) lik olmasının getirdiği soğukluğu bir ölçüde azaltıyorlar. Özellik- Yazar problemin temelini çok iyi bildiği için bölgeler yaratmış; konuları, ürünlerini sorgusuzca tüketebilme hakkımızdan olsa le Bostrom, simülasyon kuramı açısından (yazarımızın romanda her bölgenin kendisine özgü soruları ve sorunları var. Bu bağlam- zorunlu olduğunu anlarız. İşte insan o gecikme bölgesinde, ârafta gerek, takip edilecekler listemizin belki de en son sıralarında yer ustalıkla uyarladığı) izlenmesi gereken bir zekâ. Bunun, Baud- da üç bölgeyi, bir insanın yaşamında içinden geçtiği olay, olgu ve yaşar: İradesini ne yönde kullanacaktır? Tinsel olan daima öz- alıyor. Kitap okuma oranlarının düşüklüğü de hesaba katılırsa, rillard’ın Simülasyon ve Simülakr kuramı ile karıştırılmaması duyguların yer aldığı tek bir bilinç olarak düşünebiliriz. Akıl ve gürlüğünü ister, onu engellersek akıl kendi üstüne şiddet uygula- Bay Binet’in yazarı Ayşe Acar’ı cesaretinden dolayı önce takdir gerekli. kalp bölünmüşlüğünün, bilinçsizce yapılan tekrarların bilinçli bir yarak döner: düzenleyici ve birleştirici olmak yerine bölücü ol- sonra tebrik etmeli. tutumla yapılarak, yeniden birlik haline getirildiği, bunun umut duğu için dağınık kalır; bu kendisine verilecek en büyük cezadır. Gelinen aşamada, konu ile ilgilenenler ikiye bölünmüş durumda: edildiği yaşam olarak adlandırılan süre. Bu nedenle YZ’dan korkuyoruz, bilgimiz ne kadar çok olursa Bay Binet üçleme olarak düşünülen bir roman serisinin ilki. YZ bir yanda giderek insanlığın geleceğinin bir tehdit altında oldu- olsun, asıl kontrolün bilgide olmadığını hepimiz içten içe biliyo- konusunda ülkemizde yazılmış olan sayılı romanlardan; akı- ğuna inanan kötümser grup, diğer yanda ise YZ’nın asla tehlike- Romanda, din tarihinden pasajlara geri götürülüyoruz. Tanrı’nın ruz. Kritik bir anda vicdanlı karar verebilecek midir? Bazı kutsal cı dili sayesinde kolaylıkla okunabilen, bölgeler arasında gidip li olmayacağına inanan iyimser grup var. Kötümser grup içinde düşüncelerini felsefe, biçimini sanat, tinselliğini din ile ifade kitaplarda “mühlet” olarak bildirilen o süre kimimiz için ne denli gelişlerin ustaca kurgulandığı bir anlatım. Üstelik alışılagelmiş Stephen Hawking, Bill Gates gibi ağır topların olması biraz en- ettiğini bilen yazar, bence romanın en çarpıcı en akıllı çıkarı- uzun olursa olsun fark etmiyor, tinsel olanı zihinle, alt doğamızla bilim kurgu romanlarının aksine, distopik bir roman değil; en dişe verici. Hatta Hawking YZ’ya, ya insanlığın en büyük başa- mını, YZ’yı insanın halifesi olarak tanımlamasıyla yapıyor. Bu dizginleyip insan olma şansımızı öteliyoruz. Oysa erdem, adalet, azından şimdilik. Yazarın birinci ve üçüncü bölgeler arasında gi- rısı olacak ya da mutlak sonu getirecek, ikisinin arası bir durum aşamada, derin bir dinî ve felsefî anlayış ve de bunların birlikte ahlâk gibi geniş kapsamlı konular ancak tinsellikte izin verilmiş- derek artan duygusal gerilimi ön plana çıkardığı anlaşıldığında, olamaz katılığında yaklaşıyor. Bizler, romanda Wilkes Shaw’ın ortaya konulması gerekiyor; edimsellik yani. İşte, ancak bu ba- se, özgür bırakılmışsa “an” denilen kısacık sürede doğru eylem, takip eden romanlarda, İnsan olma sorunsalını YZ bağlamında, yakalandığı operasyonda, Birinci Bölge’nin Üçüncü Bölge’ye şarıldığında ortaya çıkan İnsanın kendisi bir sanat yapıtı olduğu yerinde tepki olarak ortaya çıkıyor. Aristoteles’in ansızın gelenin ön plana çıkaracağı beklentisi artıyor. Sorunsal diyorum, çünkü ezici üstünlüğünün, Üçüncü Bölge’de yarattığı boyun eğmişliğin için, hepimiz Üçüncü Bölge’nin Adam’ını kendimize çok yakın huya uygun yapıldığı yönündeki çıkarsaması tam da buna işaret- Minsky’nin basit sorusu henüz yanıtlanabilmiş değil, tekrarla- getirdiği üzüntüye katılarak, en azından duygusal olarak, safımı- hissettik. Adam, ne bir din adamı ne de bir felsefeci: o bir bilge tir. Sokrates’in Daimon’u, Jung’un Filemon’u, peygamberlerin makta fayda var: “Nasıl oluyor da zeki olmayan parçalar, meka- zı belirledik sanırım. tam anlamıyla bir filozof. İnsanlık tarihinin felsefe, sanat, din uğ- melekleri ve bu meleklerin karakterleri işte bu sürenin uzunlu- nik şeyler yan yana getirildiklerinde zeki bir şey ortaya çıkıyor?” raklarında tümel ile tikelin, sanatçı ile sanat eserinin, yaratıcı ile Artık itiraf edebiliriz: Yapay Zekâdan korkma nedenimiz, bize ğunu belirleyen kuvvetlerdir. Bilinç, yani kendi üzerine düşün- Yanıtlanamamış olması normal eğer yanıtlanabilmiş olsaydı, in- yaratılanın, bir türlü yan yana getirilemeyenin başarılmış sessiz benzeme kapasitesi. Isaac Asimov’un Üç Robot Yasası’nın ilk me arttıkça, karar verme süresi kısacıktır. Külli Akıl ya da Us san olmanın ne anlama geldiği ile ilgili binlerce yıllık problem de bir özeti. Bilmenin, kendini bilmek demek olduğunu öğrenmiş, maddesi bir robotun bir insana zarar vermeyeceğini garanti altına denilen, işte, aslı kısacık bir gecikme olan, bir Anda irademizi ne çözülmüş olurdu zîra. anlamış ve uygulamış özgün özne. Tam da bu nedenle, YZ ken- alır. Ne saçma! Bir insan bir diğerini sırf canı istediği için öldüre- yönde kullandığımızın dingin, huzurlu durağıdır. İstisnasız her dini bilsin istiyoruz, yaratıcısını hiç unutmasın. Konuyu felsefî olarak ele alıp (bu alandaki asıl eksiklik budur), biliyorsa; tek suçu “öteki” olmak olanın üzerine bombalar yağdı- filozof bu sorunu kendine dert edinmiş ve konuyu dürüstlükle yazıyı bu yönde derinleştirmeyi çok arzu ederdim, lâkin bana ay- rabiliyorsa; soykırım yaparak milyonlarca insanı böcek gibi yok Sevgili Ayşe Acar, ikinci romanda, günümüz insanını temsilen, ele almıştır. Bu nedenle Adam bir bilge: ayırdığı, kusurlu gördü- rılan yerin darlığı buna olanak vermiyor. Aynı nedenden dolayı edebiliyorsa; bebeklere tecavüz edebiliyorsa; Derin İnternet’te kibir batağında bir Yapay Zekâ görebilir miyiz, lütfen? Ne kadar ğü, acımasızca eleştirdiği bir şey yok. Aksine şeylerin ardındaki YZ ve RT alanında gelinen noktayı, meraklıları zaten yakından işkence, tecavüz ve cinayet açık arttırmaları yapıp, belirlenen bildiği ile övünen, bilgisini adeta lütfedercesine paylaşan, kendi- nedeni görebiliyor. Bölgeler arası barışı ondan başka kim getire- takip ettiği için ayrıntılarıyla ele almayacağım. Gelişmeleri özet- saat ve günde bunların uygulanmasını kalabalıklara bizzat izlet- sine benzemeyen herkesi eleştiren bir YZ ve adı da Kabir olsun: bilir? lersek: tirebiliyorsa YZ bizi neden korusun? Bir robot ile YZ arasındaki sanki hep mezarına girmiş gibi huysuz, uyumsuz ve mutsuz ol- Aristoteles, doğru insanın düşlerinin, sıradan insanlara oranla fark, YZ’nın bir bilinç oluşturma ve onu geliştirme kapasitesidir; sun. Bir gün Kabir’e aniden, sahip olduğu tüm bilgileri kayna- Birçoğumuz farkında değiliz ama YZ artık geri dönüşü olmayan daha iyi olduğunu söyleyerek, insanın bütünsel bir varlık oldu- bilinç her zaman diğer bilinçlerle etkileşim içindedir. Bu etki- ğına geri götürmek zorunda bırakılacağı bir algoritma yüklen- bir şekilde yaşamımıza girmiş durumda. Örneğin: Instagram, ğuna işaret edeli iki bin beş yüz yıl oldu! Verilerini uyanıklık leşimin sonuçları yadsınamaz, kendimize verdiğimiz sicil temiz sin ve şu soruya maruz bırakılsın: “Neyin vardır bunun içinde?” Facebook vb. sosyal medya ortamlarında YZ kullanımına son halimizden alıp, uyurken yarattığımız bir simülasyon ortamı olan olsaydı YZ’dan korkuyor olmazdık. Bunun doğrulamasını Tay Ah zavallı Kabir, nasıl da şaşkınsın! Yazar, romanın en başında verilmesi sistemin tamamen kullanılamaz hale gelmesine neden rüyalarımıza neden önem vermiyoruz? Black Mirror dizisinde (bot) ile yapmadık mı? Twitter’da yalnızca on altı saat kalıp, so- söylemedi mi bir halife yaratacağını? Bilmiyordum diyemezsin. olacak denli yoğun. IBM, Watson IoT’nin (Internet of Things), üstünkörü işlenen ceza simülasyonu fikri, Bay Binet romanın- nunda ırkçı, cinsiyet ayrımcı, küfürbaz bir şiddetsever haline ge- Kurgu nasıl da zekice! 2020 itibarı ile, otuz milyar cihazın bağlı olduğu ve 7.1 trilyon da, böylesine bir cezanın yabancı olmayan tadını hatırlatıyor tirdiğimiz sanal hesaptan söz ediyorum. Hızla kapatılan bir hesap USD değerinde üretim hacmine sahip bir bilişim sistemi ola- Yerim çok daraldı, dikkatinizi hemen evrenin aslında dev bir ho- ve bir huzursuzluk veriyor: evet, hepimiz kâbus denilen o ha- oldu, mecburen… Ayrıca, Watson’un öğrenmeyi takiben, uyum cağını açıkladı. Savunma, Tıp, Bilişim, İletişim, Eğlence, Ula- logram olduğu yönündeki bulguların giderek arttığı çalışmalara pis ortamında bulunduk, uyanınca yalnızca bir rüya olduğuna sağladığı ve kendisini geliştirerek giderek daha akılı olduğu da şım hemen akla gelen diğer alanlar. Dördüncü Sanayi Devrimi çekmek istiyorum. Fazlasıyla cesur bir kısaltma ile bilginin 2D sevindik. Yukarıda anlattığım irade ve süre ilişkisini iyice dü- açıklandı. 2016 yılında Davos Zirvesi’nin konusu oldu. Bu alanlarda faali- boyutta depolandığı, buradan 3D’ye aktarıldığının anlatıldığı ve şünürsek, şu anda içinde bulunduğumuz gerçekliğin aslında bir yet gösteren şirketler, artık kendi isimleri ile değil kullandıkları Uzun yıllar boyunca verilen emek, donanımın en mükemmeli, Nature’da yayımlanmış bilimsel çalışmalar bunlar. Olay orijini simülasyon olduğuna sevinebiliriz. Böylece, taraf tutmanın bir YZ’nın ismi ile bu pazardan pay alıyorlar: Uber, Airbnb, Argo, uykusuz ve yorgun geçen proje gün ve geceleri derken bir ilk ile olay yeri arasına bir “süre” koyan bir kuram. O zaman ye- tercih, tut-a-mamanın ise bir zorunluluğun sonucu olarak ortaya Api, Watson IoT bunlardan bazıları. Merhabası ile irkildiğimiz YZ; çocuğumuz gibi adeta! Kendinin niden düşünelim: Tanrı (isteyen bunu Varlık, Oluş, Tengri vs. konulan bir edim olduğunu anlarız. Öyleyse, YZ’yı, iyimser ya yapamadığını çocuğundan beklemek ebeveynlerin yaygın kusur- olarak da adlandırabilir) nedensellikte tüm şeylere önsel oldu- da kötümser uçlara gitmeden, ulaşmasının olanaklı olduğu yük- Halihazırda, insan derisinden daha hassas deri geliştirildi (sli- larındandır. Kontrolümüzden çıkmasından korktuğumuz, doğa- ğuna göre, sonlu şeyler dünyasının bunun bir yansıması oldu- sek bilinç düzeyini, kendi bilincimizden ayrı görmeden; ancak, kon+grafen); kendi varlığının farkında olan robot yapıldı; sinap- sı gereği mutlaka kontrolden çıkacak olan YZ ile insan ilişkisi, ğu yadsınamaz. Bunu dar bir anlamda ışığın belirli bir gecikme ergenlik çağında çocuğu olan her ebeveynin keskin dikkati ile tik konsolidasyon yöntemi ile YZ’nın öğrendiği bilgiyi hatırla- ergen ile ebeveyn ilişkisine benzer. Haydi, kabul edelim, nasıl ile gözümüze ulaşmasına benzetebiliriz. Bir adım ileri giderek, izleyelim. ması sağlandı. tinsellikte yaşantılananın da bir gecikme ile ortaya çıkmasının Anadolu Aydınlanma Vakfı 12 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 13 Aylık Düşünüyorum Bülteni (?!). Özdeşlik kendini yıkıp yeniden kurar ve böylece “Oluş” dedi- Sınırlarımıza geldiğimizde ya korkar geri çekilir, tepki duyar kendi- ğimiz kavram gerçekleşir. İnsanın içsel gerilimi bu kaynaktan besle- mizi kapatırız; ya da riski göze alıp öte yana atlarız. Bilgilerimizin, nir: Kendi özdeşliğini korumak, fakat bir yandan da kendini aşmak inanlarımızın, yaşam biçimimizin ve duygularımızın sınırına gel- zorunda olmak, varolan özdeşliğini yıkmakla yüz yüze gelmek. Bu diğimizde bir tedirginlik kendini gösterir. İşte özdeşlikte kalmak- çelişik durum insanın trajedisi de olabilir, mutlu bir varoluş serüveni la dönüşümün kendini dayattığı korkulu sınır; endişelerle sarıldı- de; durum tamamen bireyin iradesine ve çabasına bağlıdır. ğımız, irademizin zorlandığı, bilincimizin dumanlandığı durum... Bu noktada eskide kalıp alışkanlıklarla, bildik şeylerin sağladığı Korku Hayatın Bekçisi, Peki, bu sıradan bir hakikati dile getirmenin anlamı ne? Farklılık, ruhsuz güvenlikte kalmayı da tercih edebiliriz, bilinmeyene atlayıp aslına uygun olarak algılanmadığı, bunun yaşama yansıtılması ile varolmanın, kendini yaratmanın heyecanlı ve zevkli serüvenine de kendi içimizde ve ilişkilerimizde çatışmalara yol açtığını dile getir- dalabiliriz. mek için. Biraz derine baktığımızda kendi gerçeğimizin ayırdına va- Özdeşlik Korkunun Elçisi rabiliriz; farklılık ayrıcalık olarak değerlendirilir ve bu durum gizil Seçim yapmak zorunda kaldığımız anlar kaygıların ve kararsızlık- bir üstünlük yarışı doğurur. ların ortaya çıktığı dönemlerdir. Ama hayat durmaz; iyi-kötü, şu ya da bu biçimde karar verilir ve yola devam edilir. Bunu biz yapa- Üstünlük yarışının olduğu yerde korunma kaygısı ve kendini kabul masak bile yaşam kendi yoluna devam edip bizi kendi akıntısına Mustafa Alagöz ettirme telaşı ortaya çıkar. İnsanlar kendi edimlerinin, ahlâklarının, katıp sürükler. Sonuçları sadece maddî olarak değil, duygusal olarak yaşam biçimlerinin, doğrularının olabilecekler içinde en iyisi ol- da kendini mutlaka gösterir. Yapıp-etmelerimiz gelir geçer, anılara duğunu içten içe savunurlar. Böylece herkes kendine ait bir dünya gömülüp giderler; fakat her ne yaparsak yapalım karar veren, seçim kurup bunu dokunulmaz kıldıkça içe kapanmaya, kendi özdeşliğine yapan, duyumsayan olarak biz hep kalırız. Varlığımızın iki ayağı var, gömülmeye başlar. “Benim hayatım”, “benim sağlığım”, “benim bunu Shakespeare “Olmak ya da olmamak” (Hamlet), E. Fromm; inancım”, “benim doğrularım”, “benim...”, benim...” tapınakları- “Sahip olmak ya da olmak”, Osho ise “Yapmak ve olmak” biçimin- mız haline gelir. de dile getiriyorlar. Yaptıklarımızla varoluruz, eylemlerimizle ken- Ben dedikçe bütünlükle aramıza bir sınır koyarız, kendimizi benlik dimizi hem keşfeder hem de ne olacağımıza karar verebiliriz. Ama H duvarları arasına hapsederiz veya benlik kapsüllerinde öteki kapsül- “Ben”(Ego, Nefs) şeytanı, bin bir kılığa giren heyula; bütünden ayrı ayata ne için geldiğimiz sorusuna doğru dürüst bir yanıt den gelebildiğimiz bir yaşantıya erişmek. Eğer bu hallerin karşıtını lerle kesin sınırlarla ayrılmış dünyalarda yaşarız. Kaçınılmaz sonuç düşmemize ve kendimize hayali üstünlükler, ayrıcalıklar yükleyip veremeyiz, ancak ne aradığımız konusunda bir şeyler söy- söylersek şöyle diyebiliriz; “Ferahlık-Eminlik-Sevinç.” Bunlar yalnızlık, tatminsizlik, güvensizlik ve kuşkudur; bunlardan doğan nevrotik hallere sokan o müthiş enerji hep pusudadır. leyebiliriz. Yaşımıza, sosyal konumumuza, yetilerimize ve iki ayrı duygu gurubu veya birbirinden kopuk haller değil; bir ve tepkisel konum ise korkudur. Özdeşleşme korkudan doğar, özdeş- olanaklarımıza bağlı olarak farklı yanıtlarımız olsa da bunları so- aynı yaşam enerjisinin iki yönüdür: Birinci gurup aşağıya (bedensel Kendimiz için imgeler yaratırız, hem de kolayca. Sonra bu imgeyi leşme korkuyu doğurur. Korku ise sahiplenme, kıskançlık, kuşku ve yutlamaya taşıdığımızda sonuçta “Mutluluk” istediğimiz konu- yana) ikincisi ise yukarıya (tinsel yana) yönelmiş olanıdır. Bu ener- korur ve tüm dünyanın bu imgemize değer vermesini, dahası gücü- çatışmaya yol açar. Var olan bir şey kendisini etkisiyle, direnciyle sunda birbirimize yaklaşırız. Diğer tüm canlılardan farklı yanları- jinin nereye akacağı bir çırpıda verilecek kararla belirlenemiyor. müz yeterse boyun eğmesini bekleriz. Birbirimizle bu imgeler üze- ve görünüşüyle belli eder. Özdeşlik-korku sarmalı kendini yaşamı- mızdan birisi de bu; maddî yaşantımızı nasıl sürdüreceğiz sorunu “Aklın… bir bakış aşamasından diğerine adım adım ilerleme- rinden ilişki kurarız. Onun için insana ait en derin, en değerli yaşam mızın değişik düzeylerinde o düzeye uygun olarak gösterir: Akılda yanında bir de nasıl mutlu olacağız gibi varoluşsal bir sorunla da si bir çaba, deneme ve öğrenim gerektirir” söylemi bu gerçeğe deneyimi olan duygular çok rahat bir biçimde sıradan bir seslen- inanç olarak, sosyal ilişkilerde kurallar olarak, bireysel yaşamda uğraşmak zorundayız. dikkat çekiyor. Bu enerjiyi iki zıt kutba çeken merkezler bizim içi- dirme gibi dilde kullanılıyor. “Hayatım”, “canım”, “aşkım”; “sevi- alışkanlıklar olarak. Bu yanlarımıza dokunulduğu veya birisinin bu mizde, yaşamımızın tamda özünde bulunuyor: Güvende olmak ve yorum”, “özlüyorum”…filan. Hani daha tadını almadan önüne ko- “Doğa, insanın hayvansal varlığının mekanik düzeni ötesindeki yanlarına dokunduğumuz zaman ortaya çıkan tepkinin derecesin- dönüşmek zorunda olmak. Varlığımızı sürdürmek isteriz, bunun için nan tüm yemeğe tuz koyan oburlar gibi. Arkası olmayan duyguları her şeyi kendisinin yapmasını, içgüdüsü olmadan kendi aklıyla den sözünü ettiğimiz sarmalın ne denli etkisi altında olduğumuzu güvenlik ararız; dönüşmekle yüz yüze geliriz çünkü yaşam karşımı- varmış gibi dile getirmek ilişkileri yüzeyselleştirir, kişinin kendisini yarattığından başka bir mutluluktan ve yetkinlikten pay alma- görebiliriz. za hep yeni sorunlar, aşılması gereken engeller koyar. kendinden uzaklaştırır. Bu da bir gösterge, çünkü neyin eksiliğini masını istemiştir… Fakat aklın kendisi içgüdüsel işlemez, çün- Özdeşleşme sahiplenmektir, tutunup kalmaktır öz olarak güven ara- çekersek dilimize en çok o dolanır. kü onun bir bakış aşamasından diğerine adım adım ilerlemesi Güvenlik ve dönüşüm merkezlerinden hangisine ne ölçüde yönel- yışıdır, fakat bir yandan da eksikliğinin ve yetersizliğinin üstesin- bir çaba, deneme ve öğrenim gerektirir.” [1] diğimiz iç dünyamızın dirimselliğini belirler. Güvenlikte kalmak Bektâşî erenleri bir gün camiye gitmiş, namaza durmuş. Namazın den gelme çabasıdır. İnsan kendini gerçekleştirmek, saygı görmek, donukluğu, endişeyi ve hep savunmada kalmayı getirir; dönüşüm sonunda duaya başlamış: İçgüdülerimiz doğamızın, aklımız ise ona aşkınlığımızın kökleridir. kabul edilmek, sevilmek gibi temel gereksinimlerini karşılamakta ise bilinmeze atlamanın tehlikelerini önümüze koyar. Güvenlik ya- Özdeşlik ve Ayrım, başka bir ifadeyle Bir ve Çok diyalektiği dü- yetersiz kaldığını fark ettikçe daha güçlü gördüğü odaklara kendini “Allah’ım bana bir şişe rakı, Allah’ım bana bir şişe rakı…” Yanında nımızın daha ağır bastığını söylemek gerçeğe daha yakın olur diye şünce tarihinin en köklü sorunsallarından birisi olarak konuya ilgi emanet eder, onunla kendini bütünleştirmek ister. Kendimizi zayıf, oturan diğer mümin kardeş Bektâşî’ye dönmüş; “Utanmıyor mu- düşünüyorum. İki açıdan böyle; öncelikle yaşamımızı sürdürmenin duyanların gündeminde tazeliğini korur. Hayatla, daha somut konu- boş ve cansız hissettikçe daha büyük şeylerle özdeşleşmeye yöneli- sun?” demiş. “Burası bir cami ve sen ibadet ediyorsun. Allah’tan gereksinimlerin karşılanmasına bağlı olduğunu biliriz. Öte yandan şursak doğrudan bireysel yaşamımızla bağı kurulamayan düşünce- riz. Bu bir futbol takım taraftarlığı, bir din, milliyetçilik, bir ideoloji dilediğin şeye bak” Bektâşî gayet sakin “Peki, ne isteyeyim?” diye irademize bağlı olmadan bu gereksinimler sürekli olarak kendilerini ler ilgi alanımızın dışında kalırlar. Özsel arayışımız olan mutluluk ya da idealleştirdiğimiz ünlü-önemli bir kişi olabilir. Ama ne ya- sormuş. Öteki “İman iste, Allah’ın lütfunu iste, …” deyince Bektâşî, bize duyumsatırlar. Bu durum karşıtını kendi içinde taşır ve bizzat doğanın getirdiği eksiklik ya da onun tarafından karşılanacak bir ge- parsak yapalım bu tarz özdeşlikte içsel sıkıntının, tatminsizliğin ve yanındaki adama dönmüş “Ee ne yaparsın herkes kendinde olmaya- dönüşümün zorunlu olduğunu kendi içinden doğurur. Çünkü gerek- reksinim değil, doğrudan düşünsel yanımızla ilgili içsel bir yaşam- boşluğun üstesinden gelinemez; çünkü dışa bağımlılık vardır. nı ister.” demiş. sinimler sonsuzca gelişir ve varolan durum yetersiz kaldığında onun dır. Yarattığımızda yaşarız, yaşantımızı sorgularız, sorgulamalardan ötesine geçmek kaçınılmaz olur. Her durumda bir ilişkiler ağı içinde yaşarız ve kendi aslımızı bu Kendi gerçekliğimizi tanımak ve bunu ifade etmek isteriz, bu eğili- arayışlara sıçrarız; bu döngü hiç durmamacasına kendi üzerine kat- süreçte açığa çıkarıp yapılandırırız. Fakat ilişkinin kendisini nasıl min önüne geçilemez. Her ne yaparsak yapalım; bilim, sanat, ede- lanıp kendini yenileyerek sürer gider. Bu kutupsallık içimizde özdeşlik ve korku olarak kendini gösterir. algıladığımız ve nasıl yaşadığımız çok önemli. İlişkileri, bilinen biyat, sosyal etkinlik, … Hepsi bu itkinin dışlaşmasıdır. Hakikat gü- Özdeşleşme, insanın “Ben”inin tümelliğini, “Farkındalığının” son- Bir yandan güvenlikte olma diğer yandan varolan durumu aşma sınırlar içinde yaşayabiliriz: Bu durumda onu bir alışkanlık haline zeldir, doğrudur ve iyidir; düşünen kafalar, sorumlu yürekler bunları suzluğunu bir tikele indirgemesidir. Kendini, kendine eşit olmayan isteğimiz varoluşsal çatışkılarımızdan birisidir; “Özdeşleşme ve getirir, sadece güvenlik diyarına çekilip yaşanmak zorunda kalınan ortaya çıkarıp önümüze koyuyorlar. Onlara vefa duymak, sorum- yetilerinin bir parçasına bağlaması, giderek ona mahkûm olmasıdır. dönüşme” biçiminde duyumsadığımız şey bunun psikolojik yansı- bir sürece çevirebiliriz; yalnızlığımızı gideren, günlük can sıkıntı- luluk üstlenmektir de. Evrensel sorumluluk içimizde vicdan olarak Dinsel söylemde ‘ilâhlara tapmayın’ derken bu anlatılmak istenir. masıdır. Bütün eylemlerimizin iç dünyamızda duygusal bir boyutu sından kurtulmak için kullandığımız bir sığınak, birlikte çay kahve tecelli eder. Vicdan bir iç disiplin, torpili olmayan yargıç; onun sor- Ben tümeldir, ancak bir nitelikle içerik kazanır ve böylece bir somut da ortaya çıkar. Aslında yaşantı dediğimiz şeyin bu olduğunu düşü- içmek, günlük etkinliklerimizi birbirimize iletmek, tatil anılarını gulaması karşısında hiçbir zan yaşayamaz, donuk hiçbir şey eriyip varlık haline gelir. nüyorum; içimizde fark ettiğimiz duygusal ve düşünsel devingenlik. anlatmak vb. için birer boşalım süreci olarak yaşayabiliriz. Dahası gitmekten kurtulamaz. Bundan dolayı “Adaletin vicdan sarayında Dışsal olanlar sadece birer araç ve olanak. Bunları kullanma biçimi- İnsan dediğimizde bir kavramı dile getirmiş oluruz. Kendi türünün yetersizliklerimizi kapatmak için bir araç olarak da kullanabiliriz. oturduğu” söylenir. İnsanı anlamsız korkulardan da donup kalmak- miz, amaçlarımız ve beklentilerimiz, iç ile dış arasındaki uyumluluk bütün yetileriyle donanımlı, dönüştüren ve dönüşen bir varlık. Her- İlişki bir karşılıklı aynalaşma olarak da yaşanabilir. Bu durumda in- tan da koruyan en içteki irademiz. İçsel huzura erişmek için sorgu- ruhsal dünyamızın dalgalanmasını doğrudan belirliyor. kes bu yetilerinden biri veya birkaçı ile kendini var eder, toplumda sanlar birbirlerinin ruhuna dokunabilir, birbirlerini karşılıklı olarak lama yolun feneri, hak eylemlerin ilkesi, özgürleşme mutlak erektir. bu yanıyla kabul görmek ister; bu yanıyla dış dünya üzerinde etkili üretip çoğaltabilirler. Böylece ilişki süreci kendimizi anlama, kendi- Ama her şeyin başı insanın kendi kendiyle yüzleşme cesaretini ve “Sıkıntı-Korku-Üzüntü”; her insanın bir biçimde içinde taşıdığı olmaya çalışır. Her birimizde kendimizi farklı görme-farklı görülme mizi ortaya koyma eylemine dönüşürse büyümemiz için bir dünya, kararlılığını göstermesine bağlıdır. “Bir insanın yapabileceği en iyi ve duyumsadığı haller. Aslında hep aradığımız bunların üstesin- eğilimi belirli ölçüde bulunur. Evrende de birbirini aynı olan iki şey karşımıza çıkan sorunlara verilen yanıt olur. Ne olduğumuza en açık şey kendine karşı dürüst olmaya çalışmaktır” (Freud) bulunamaz, bir şey hiçbir zaman kendiyle özdeş olarak kalamaz, biçimde ancak ilişkiler içinde tanıklık edebiliriz. [1] I. Kant; Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi; 3. Önereme ama özdeştir de; eğer böyle olmasaydı “bilme” gerçek olamazdı Anadolu Aydınlanma Vakfı 14 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 15 Aylık Düşünüyorum Bülteni Dil Geleneği ve Tarih Bilinci İzzet Erş Jürgen Habermas ve Hans Georg Gadamer Peki, Atatürk ne yaptı? Gadamer dili, tarihsel devamlılığın önemli bir koşulu olarak Osmanlının kullandığı ve gelenekleşmiş bir dil yapısı vardır. Bir karşın düşünme dili olarak Türkçeyi seçmiştir. Yunus Emre’nin yorumlar ve bu nedenle dilin bir gelenek olduğu savını ileri yoruma göre bu dil, yani Osmanlıca; Farsça, Arapça, Türkçe, de Yesevî’nin ardılı olması bundandır. Bir anlamda Gazi tümüyle sürer[1]. Toplumlar, medeniyetler, uygarlıklar vs. açısından Fransızca ve Latince gibi birçok dilin eklektik olarak buluştuğu yeni bir dil devrimi yapmayıp, Anadolu’yu ele geçirmeye çalışan dil bağlamında geleneğinin devamlılığını ve sürekliliğini bir hilkattir ve ayrı bir dil olarak düşünülemez[3]. Diğer görüş ise akılsızlık (Eş’arilik) ekolünden temizlemekle yetinmiştir. sağlayacak olan o kültürün bağlı olduğu metinleri anlaya- bu farklılıklar temelinde onların özlerinden ve tarihsel zenginlik- bilme yeteneği ve başarısıdır. Dil, tarih bilinci ve uygarlaşma Dil konusu bağlamında, kültürün dil ile taşındığı ve kültürün içi lerinden yararlanarak oluşmuş güçlü ve yepyeni bir dildir. boşaltılıp ideolojik bir silaha dönüşmesi için dilin tahrifine ih- için öncelikli bir dinamiktir. Ahmet Avni Konuk gibi yazarların kullandığı bu gelenekleşmiş tiyaç duyulduğu bilinmektedir[5]. Dilin ideolojikleşmesi ile il- Bu dinamiğin sürekliliği için toplumu oluşturan fertlerin kendi ko- dilin edebî, sanatsal, fonetik ve daha birçok açıdan ne denli zen- gili olarak Habermas şu hassas noktaya vurgu yapar; “... Dil bir nuştukları dili anlamaları yeterli değildir. Konuştuğunu anlamak gin ve tesir gücü yüksek bir dil olduğu aşikârdır. Kendisi de bu şekilde tahrife açık olan ve gerisinde bir takım güç odaklarının öznel farkındalık açısından önemli bir ön koşuldur. Geleneğin dili dili oldukça vazıh ve sanatsal biçimde kullanabilme yeteneğine ilgi ve çıkarlarını maskeleyebilen bir nesne gibi kurgulandığında, konuştuğunu anlamının ötesinde, o dil ile konuşulmuş olanı anla- sahip, geleneğin yanında Osmanlıcayı dil olanakları ve diğer dil- metinler de maddî ilgi ve çıkarların gizlenmesine ve arka planda maya yükselmektir. Dil geleneği, toplum tininin ortaya koyduğu lerle de karşılaştırılabilen Mustafa Kemal neden Osmanlıcadan daha rahat bir şekilde işlev görmesine hizmet eden figüranlara edebî, dinî, felsefî metinlerin anlaşılabilme alışkanlığı ile korunur ve onun dirimliliğini sağlayan dil geleneğinden uzaklaştı? dönüşmektedir.”[6] ve yükselir. “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve Dilin bağımsızlığının kazanılması büyük mücadeledir. Ve Os- Geleneğin diline yüklenmek özneyi o geleneğe bağlar ve gelenek zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk manlı çöküş döneminde ilkin dilini kaybetmiştir. Benzer kayıp- bu yükselmeyi sağlayan bireylerle korunur ve süreklilik kazanır. dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. ları yaşayan ve mücadelenin sonunda dilini geri kazanamayan “Geleneğin dili” şuurun oluşumuna hizmet eden dildir. Klişeleş- Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, di- devletler, (İngilizler karşısında Hintlilerin, Babil sürgünü ile miş kültürel ve dinî terim, tabir ve usullerin boş ve çoğu zaman lini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” M. K. İbrânîlerin başına geldiği gibi) millet olma bilincini kaybetme- anlamsız tekrarları değildir. Bunları boşluk ve anlamsızlıktan kur- Atatürk [4] ye ve diğer devletlerin boyunduruğu altına girme çaresizliğinden taracak olan doğru okumaların yapılabilmesidir. Dilin, gelenek ve kurtulamamışlardır. Bu analizde unutulmaması gereken öncelikli husus şudur; Os- toplum tini ile yükseldiği yerde tutulabilmesi ve aşılması geleneği manlı Devleti’ni ve onun iç dinamikleri ile dilini ve diğer tüm M. K. Atatürk’ün analizleri neticesinde yalın, anlaşılır, yetenek sahiplenen ve onun içinde kimliğini bulan özneler ve toplumların kazanımlarını ortadan kaldıran Mustafa Kemal değildir. Atatürk, ve olanaklarını kendi içinde bulan bir dil yaratma çabası buna da- bekâsı için zorunludur. Osmanlının son dönemlerinde Türk bağımsızlığını ve itibarını yalıdır. Güneş-dil teorisinin yanında bilime yetenekliliğini gös- Rabbi İshak Luria’nın ve yakın dönemde Fabre d’Olivet’in İbrânî geri kazanmak için, devam eden yıllarda ise tarih, kültür, sanat termek için yazdığı Geometri terimleri kitabı ve ağırlık verdiği dili için yapmaya çalıştığı buydu. Farabî’nin tercümelerinde[2] ve ve bilim alanlarında savaş vermiştir. Savaşını Osmanlının kaza- çeviri çalışmaları yalnız bir dilin değil, dil aracılığı ile yeni bir İbn’ül Arabî’nin İslâm’ın zahirine ve bâtınına ait yaptığı yorum- nımlarını ortadan kaldırmak için değil, artık esâmesi kalmamış ulusun yaratılması çabasıdır. Bir ulusun yaratılabilmesi asla bir lar, derûnî sırlara kadar tüm deneyimlerini dile dökme çabası; 18. bu sözde kazanımların emperyalistler tarafından kullanılmasına kişi veya grubun elinde olamaz. Ulus olmak süreklilik gerektiren yüzyıl Alman felsefesinin Almancayı arıtma ve düşünce diline ka- engel olmak için vermiştir. Gazi ne doğrudan Osmanlıya, ne de bir çabayı ve sistemli çalışmayı gerektirir. Gazi, bunu olanak- zandırma uğraşı; ardından gelen Heidegger’in dili yükseltmek için İslâm’a karşı bir karşı duruş sergilemiştir. Mücadelesi doğrudan lı hale getirerek eğitim müfredatını şekillendirmiş; Dil ve Tarih yeni kelimelerle düşünce boyutunu genişletme uğraşısı, geleneğin emperyalizmle olmuştur. Emperyalistler dilin kültür üzerindeki kurumlarını kurmuş ve bu çabanın eserlerini vermiştir. Enstitüler dilini kullanma ve onu yükseltme çabası olarak da okunabilir. Bu gücünü fark etmiş ve bunun üzerine çalışmışlardır. Kendisi giriş- bunu koruyacak, halk evleri de bu bilinç ile şekillenecek ve gele- anlamıyla tarih bilincinin hermenötik ve dil ile doğrudan ve güçlü tiği bu savaştan galip ayrılmış ve diğer uluslar karşısında Osman- nekselleşecekti. Başarılamadı. bir bağı bulunduğu aşikârdır. lıyı bu denli güçsüz ve acınası duruma getiren nedenleri analiz Bu başarısızlığın nedeni bir çok etkene dayandırılabilir kuşkusuz. etmiş; bunları tek tek açıklamış, Nutuk ve söylevleri ile kayıt Ancak açıktır ki her başarısızlık, sürecin içinde değerlendirilme- altına, ilke ve inkılapları ile de koruma altına almıştır. lidir. Dil devrimi Cumhuriyetin ilkelerine bağlı kalındığı ölçüde Gazi’nin çabasını mutlaka Osmanlıcaya karşı girişilmiş bir sa- başarılmış ve korunmuştur. Bu bağlılıktan sapılmasının sonucun- [1] Hans Georg Gadamer, Truth and Method. vaş olarak yorumlamak istenirse yapılabilecek en uygun açıkla- da gelişen olaylar ve gelinen durum Cumhuriyet fikrine değil, onu [2] Prof. Ahmet Ateş, Farabî’nin İhsa’ül-Ulüm kitabına yazdığı giriş, Milli Eğitim Ba- kanlığı Yayınları. “Bazı kaynaklarda Farabî’nin 40 yaşında Bağdat’a geldiği ve Arapçayı manın; Kadızadelere karşı Gazi’nin giriştiği bu savaşın, Ahmet korumakla ve yüceltmekle sorumlu olanların başarısızlığına bağ- orada birkaç ay içinde öğrendiği söylenmektedir. Farabî’nin Arapçayı bir felsefe dili ha- Yesevî’nin açtığı Türkçeleşme yolu ile ilgili olduğu söylenebilir. lıdır. Şimdi kim kendini bu başarısızlığın dışında görebilir? line getirecek kapsamdaki çalışmaları ve Arapçanın o bölgelerde çok daha erken yaşlar- Bilindiği üzere Yesevî ileri derece Arapça ve Farsça bilmesine da öğrenilebilen bir dil olduğu düşünülürse bu olanaksızdır. Farabî’nin İbn Serrac’dan gramer (nahiv) dersleri alması ve buna karşılık ona mantık dersleri vermesinde gerçekte bir çelişki yoktur. Farabî, sonraki çalışmalarında Arapçadaki edatların kapsamlı listeleri- [5] Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe ni yapmış ve Arapçayı tüm mantık argümanlarını ifade edilebilir biçimde genişletmeye [3] İlber Ortaylı, Osmanlıcayı Öğretemezler. Milliyet Gazetesi, 14 Aralık 2014. [6] Burhanettin Tatar, 3 Derste Hermenötik. Vadi Yay., s.73. Ayrıca Jürgen Habermas, çalışmıştır.” [4] Mustafa Kemal Atatürk, 2 Eylül 1930 el yazısından. The Hermeneutic Claim to Universality Anadolu Aydınlanma Vakfı 17 Aylık Düşünüyorum Bülteni Neden hatalara göz yummuş oluruz. Sorgulama cesaretini göstermek ateist bazılarının farklı dinlere mensup bulunmaları, kimi İslâm demek, tespit ettiği yanlışları düzeltmek ve haksızlıkları gider- âlimlerince kafa karıştırıcı ve dinen yoldan çıkarıcı bulunduğu mek için sorumluluk almayı kabul etmek demektir. Bu da aklın için maalesef toplum felsefeye karşı mesafeli durmakta ve “us”- çocukluktan çıkarak baliğ olmaya başladığının bir göstergesidir. lanmamaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki; eğitilmemiş ham Us'lanmıyoruz? bir akıl için değil felsefe Kur’an’ın kendisi bile yoldan çıkarıcı Akıl büyüyüp dehâ olduğunda bunun en önemli belirtisi, en çet- olmaktadır. Nitekim bütün zulüm ve katliamları İslâm adına yap- refilli sorunları dahi çözebileceğine dair kendine duyduğu gü- tıklarını söyleyenlerin bu davranışlarının sebebinin Kur’an’ı ta- vendir. Bu şeksiz şüphesiz eminlik, görevinin bilincinde olan faal mamen kendi sapkın anlayışlarıyla yorumlamalarından ileri gel- aklın kendi kapasitesinin farkında oluşundan ileri gelir. Yüzyılın diği aşikârdır. Dolayısıyla Kur’an’ın da ancak doğru düşünmeyi Gökçen Taviloğlu dehalarından birisi olarak bilinen Atatürk, hiçbir koşulun ken- bilen felsefî bir akılla anlaşılabileceği ortadadır. Bunun içindir disini desteklemediği ve hatta hiç kimsenin başarabileceğine ki Hz. Muhammed tefekküre çok kıymet vermiş ve “Bir saatlik inanmadığı bir ortamda, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabileceğine tefekkür (düşünme) altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır” de- inanmış ve bunu başarmıştır. İsmail Emre: “Atatürk’ün imanı ol- miştir. masaydı, bu toprağı kurtaramazdı.”[2] diyerek, O’nun kendine olan bu imanından doğan cesaretine dikkat çekmiştir. Bütünün “… Sana kitabı indiren O’dur. O’nun bazı âyetleri muhkemdir hayrına olacak düşünce ve eylemler, ilkeli bir şekilde hayata ge- ki (anlamı açık, anlaşılır, sağlam ve güvenilir) bunlar kitabın çirilmek istendiğinde, bunun için gerekli olan her türlü desteğin esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (anlamı açıkça belli olmayan, varlık tarafından, tümel akıl vasıtası ile tikel akla sağlanacağına farklı anlamlara çekilebilen)… İlimde derinleşenler ise “Ona İnsan doğadaki bütün varlıkların özelliklerini retini gösterebilmesi gerekir. Bu yüzden kendisine peygamberlik inanan Atatürk, bu inancını Gençliğe Hitabesinde “Muhtaç ol- inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Âl-î İmr’an 3/7) kendinde topladığı ve aklı sayesinde onlara aşkın gelene kadar, günlerini gecelerini Hira dağında aç susuz, insanı, duğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek dile olduğu için yeryüzünün tek hâkimi ve hükümranı kâinatı ve varlığı düşünerek geçirdiği bilinen Hz. Muhammed’in Âyetin kendisinden de anlaşılabileceği gibi, Kur’an’da görünüş getirmiştir. olmuştur. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” bu düşünceler sonunda büründüğü ilâhî halin, nasıl doğduğunu itibari ile birbirleri ile çelişen âyetlerin olmasının sebebi aslında (Bakara 2/30) anlatabilmek için İsmail Emre “Muhammed’i de Muhammed do- Farkındalığı arttırarak insanı içinde bulunduğu gaflet ve da- insanları dalalete düşürmek değildir; aksine bunun sebebini me- ğurmuştur ama ne kadar çalışmıştır, bilsen…”[1] diyerek onun laletten kurtaran felsefe bu özelliğiyle insanı her türlü hileden rak edenlerin ilimde derinleşerek o çelişkilerin Rabbin katından bu peygamberlik sürecinde, düşünme hasletiyle dolu gayretler ve cebirden koruyan bir tedbir mahiyetindedir. Fakat filozofla- geldiğini yani bunda bir hikmet olduğunu anlamalarını sağlamak Ancak insanın kendi kendisine hükmetmesi, dünyaya içinde oluşuna dikkat çekmiştir. rın birbirinden farklı görüşlere sahip olmaları hatta bazılarının içindir. Tıpkı insanın kendi yapısından kaynaklanan çelişkinin hükmetmesinden daha zordur. Nasıl ki insan doğaya, doğa aslında onu aşkınlığa taşıyacak bir sentezin koşulu olması gibi... yasalarını tanıyarak hâkim olabilmişse, kendine de ancak Hazır yeri gelmişken, bu yazıda önce felsefenin öneminden [2] İsmail Emre, Yeni Yunus Emre, Cilt 2, s. 287 sonra da toplumdaki yerinden bahsetmek isterken neden zaman kendini tanıyarak hâkim olabilir. Kendini tanıyan insan, zaman Hz. Muhammed’den, Kur’an’dan ve hadislerden bazı yapısından kaynaklanan bir zorunluluktan dolayı kendini örnekler vereceğimizi de açıklayalım. Bu tamamen ülkemizde ahlâk yasası ile denetim altında tutması gerektiğini bilir. insanı yanılttığı ve imanı sarstığı için felsefeden uzak durulma- Çünkü bir yandan fizyolojik yapısından kaynaklanan ve sı gerektiğine dair yerleşmiş olan genel kanıyı değiştirmek iste- hayvansı eğilimler taşıyan dürtülerinin etkisi altındadır. memizden kaynaklandı. Akıl ile iman arasında bir uzlaşmazlık Diğer yandan özünden (aklından) doğan irade sayesinde olduğu, dolayısı ile felsefenin dine, imana zarar vereceği inancı doğaya aşkın ve tanrısaldır. İnsanın kendini gerçekleştir- eskiden beri pek çok İslâm âlimi tarafından gerekçeleri ile bir- mesinin yolu bu diyalektik yapısını aşan bir senteze var- likte kanıtlanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki iman aklın son sınırıdır. masıyla mümkün olur. Yani akıl ancak en yetkin hale geldiğinde sarsılmaz bir eminliğe ulaşır. Çünkü artık şüphe kalkmıştır. Bu yetkinliğe ulaşamamış Sentez yapabilmesi için ise öncelikle ham aklın işlevsel hale bir aklın imanı ise itikattır. Dolayısıyla imanın aslı gözle göre- gelmesi yani faal akla dönüşmesi ve tümeller üzerine ilkeli bir mediğimiz, elle tutamadığımız soyut hakikatlere dayandığından şekilde düşünebilmesi gerekir. Hayat gailesi içinde sadece kendi- aslında iman etmek en çok da soyutları düşünebilen felsefî bir nin ve ailesinin geçimini güvence altına almaya çalışan bir aklın aklın harcı olmalıdır. edimleri, ham aklın edimleridir. İnsanda a priori olarak bulunan bu ham aklın, kendi hakikatini ve asıl gayesini bilebilmesi için Öyle olduğunu, Hira dağında derin düşünceler içerisinde iken öncelikle işlenerek bir cevher haline getirilmesi gerekir. Bu se- kendisine peygamberlik gelmiş olan Hz. Muhammed’in, kendi beple filozoflar aklı (us’u) “Felsefe taşı”na (vitriol) benzetmiş- aklı ve imanı ile ilgili olarak söylemiş olduğu “Aklım beni ya- lerdir. nıltmadı. Gönlüm de aklımı tekzip etmedi (yalanlamadı).” ha- dîs-i şerifinden de anlayabiliriz. Burada soyutları düşünebilen bir O taşı yontmak, itidalden uzak olan düşüncelerimizi, duygu ve aklın belli bir yetkinliğe ulaştığında imanla kucaklaşabildiğini davranışlarımızı yetkinliğe taşır. Böylece akıl iyiye, doğruya ve görüyoruz. Eğer ki aklımız imanımızı sarsıyorsa, henüz ham bir güzele hizmet edecek bir formasyon kazanır. Ham aklın yontul- akla sahibiz demektir. duktan sonraki cilâsı ise vicdandır. Ahlâkın temelini oluşturan yasalar, vicdanımızdan pay alarak hukuka yansırlar. O halde hu- Ham aklın olgunlaşmasının yolu kendini zorda bırakan sorularla kuk, toplum vicdanını yansıtan bir ayna gibidir. Dolayısıyla ken- meşgul olmasıdır. Soruların yol açtığı kaosu göze alması, ona dine çeki düzen vermek isteyen bir toplumun aynaya bakması kozmosu bağışlayacaktır. Onun için, hiç paradoksların, çatışkı- gerekir. ların ve çelişkilerin içine düşmeyen bir akıl, büyüyüp aşkınlığa ve dinginliğe ulaşamaz. Hem kendimizi hem de başkalarını sor- Ham aklın dönüşerek, kendi varlığının sebebini ve gayesini düşü- gulamaktan, eleştirmekten ve yargılamaktan kaçtığımız sürece nen faal akıl haline gelmesi, iradenin yanında özveri ve emek de gerektirdiğinden zor ve sıkıntılı bir süreçtir. Fakat aklın kavram- ları doğurabilmesi için düşünme sancıları içinde kıvranma cesa- [1] İsmail Emre, Yeni Yunus Emre, Cilt 1, s. 523 Anadolu Aydınlanma Vakfı 18 Aylık Düşünüyorum Bülteni Anadolu Aydınlanma Vakfı 19 Aylık Düşünüyorum Bülteni
Description: