ebook img

Maya Banks PDF

163 Pages·2015·2.3 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Maya Banks

Maya Banks - İskoçyalının Kollarında www.CepSitesi.Net 1 Mairin Stuart yatağının kenarındaki taş zeminde diz çökmüş boynunu eğmiş bir şekilde dua ediyordu. Elini boynundaki deri kolyenin pürüzsüz yüzeyinde gezdirdi. Küçüklüğünden beri ezberlediği kelimeleri fısıldayarak her zaman yaptığı gibi bitirdi duasını. Lütfen, Tanrım. Beni bulmalarına izin venne. Yerden kalktı, fakat dizleri bu bozuk taş zemin yüzünden mahvolmuştu. Giydiği düz, kahverengi kıyafet onu diğer rahibe adaylarından ayırıyordu. Diğerlerinden daha uzun süredir burada olmasına rağmen henüz ruhsal yolculuğunu tamamlayacak yeminleri etmemişti. Böyle bir niyeti hiç olmamıştı. Köşedeki lavaboya gidip testiden su doldurdu. Kıyafetini ıslatırken gülümsüyordu ve Mother Serenity’nin sözleri aklına geldi. Temizlik ibadetle eş değerdir. Yüzünü sildi ve elbisenin tamamını yıkayabilmek için tam üzerinden çıkarıyordu ki korkunç bir gürültü duydu. Giysisi üzerinden kayıp düşerken şaşkınlıkla kapıya baktı. Öyle heyecana kapılmıştı ki koşup kapıyı açtı ve geri yerine döndü. Onunla birlikte diğer rahibeler de salona doluşmuşlardı. Hepsine bulaşan şaşkınlıkla beraber sesleri de gittikçe yükseliyordu. Manastırın ön tarafından gelen bağrış tüm koridoru inletti. Bunun ardından da acı bir çığlık geldi. Mairin’in kalbi o an korkudan donmuş gibiydi. Bu Mother Serenity idi. Mairin ve geri kalanlar sese doğru koştular. Bazıları geride kalırken diğerleri kendilerinden emin bir şekilde ilerlediler. Şapele ulaştıklarında Mairin karşılaştığı manzarayla dehşete kapılmıştı. Her yer askerlerle doluydu. Zırhlı savaş kıyafetleri giymiş, yüzleri pis, saçları ve kıyafetleri terden sırılsıklam olmuş en azından yirmi asker vardı. Ama kan yoktu. Gelmelerinin amacı koruma ya da yardım değildi. Komutan Mother Sercnity’yi kolundan tutmuştu ve bu uzaklıktan bile Mairin baş rahibenin yüzündeki acıyı görebiliyordu. Nerede o? diye sordu adam soğuk bir sesle. Mairin bulunduğu yerde bir iki adım geriledi. Sert görünüşlü bir adamdı. Tam bir şeytan. Saldırmayı bekleyen bir yılan gibi gözünü öfke bürümüştü. Bir cevap vermediğini görünce Mother Serenity’yi sarstı. Kadın tıpkı bir bez bebek gibi görünüyordu. Mairin durmadan dua ediyordu. Etrafındaki diğer rahibeler de bir yerde toplanmış dua ediyorlardı. Burada değil. Size söyledim, aradığınız kadın burada değil, diye çıkıştı Mother Serenity. Bana yalan söyleme, diye bağırdı adam. Soğuk bakışlarını rahibelerin üzerinde gezdirdi. Mairin Stuart. Onun nerede olduğunu bana söyleyeceksiniz! Mairin buz kesmişti, hissettiği korku sanki midesinden tüm vücuduna yayılıyordu. Onu nasıl bulabilmişlerdi? Bu kadar şeyden sonra bile kabusu bitmemişti. Aksine şimdi her şey yeni başlıyordu. Elleri o kadar şiddetli titriyordu ki onları elbisesinin altında saklamak zorunda kalmıştı. Alnını ter basmış, bütün düşündükleri bir anda kaybolmuştu. Yutkundu ve kusmamak için kendini zor tuttu. Kimseden ses çıkmayınca adam gülümsedi ve bu Mairin’in kanını dondurdu. Adam onlara bakmaya devam ederek Mother Serenity’ııin kolunu kaldırdı, hepsi açıkça olup biteni görebili yordu. Duygusuzca, Mairin içini sızlatan o kemiğin kırılma sesini duyana kadar, kadının işaret parmağını büktü. Bu sırada rahibelerden biri çığlık atarak öne fırladı, fakat bir asker onu yakalayıp yere yatırdı. Diğerleri öfke içinde nefeslerini tutmuş olup biteni izliyordu. Burası Tanrı’nın evig^dedi Mother Serenity cılız bir sesle. Böyle kutsal bir yerde şiddet uygulayarak çok büyük günah işliyorsunuz.'’ Kapa çeneni, yaşlı kadın, diye çıkıştı adam. Ya bana Mairin Stuart’ın nerede olduğunu söylersiniz ya da hepinizi öldürürüm. Mairin nefesini tutmuş ne yapacağını bilmiyordu. Adamın söylediklerini yapacağından emindi. Gözlerindeki ifadeye bakılırsa durum kötü ve umutsuzdu. Sanki şeytanın elçisi olarak gönderilmişti. Ona karşı çıkmak imkansızdı. Adam tam Mother Serenity’nin orta parmağını tutmuştu ki Mairin öne doğru atıldı. Hayır! diye haykırdı Mother Sererity. Mairin onu duymuyordu bile. Mairin Stuart benim. Onu hemen bırakın. Adam Mother Serenity’nin elini bıraktıktan sonra onu arkasından itekledi. Büyük bir ilgiyle Mairin’i seyretti. Daha sonra bakışlarıyla kadının vücudunu baştan aşağı defalarca süzdü. Mairin bu taciz eden, saygısız bakışların altında oldukça gerilmişti. Ama yine de en ufak bir taviz vermeden, olabildiğince kendinden emin bir şekilde, meydan okurcasına adama bakabilecek kadar cesaretliydi. Mairin aklından kaçmayı bile geçirmem işken, iki adam onu yakaladı. Saniyeler içinde onu yere yatırıp telaşla elbisesini çıkartmaya çalışıyorlardı. Mairin ise karşı koymak için tüm gücüyle çırpınıyordu fakat bir kadın için bu gücü kırmak imkansızdı. Ona burada manastırda mı tecavüz edeceklerdi? Adamlar kıyafetlerini sıyırırken, onunsa utançtan gözleri dolmuştu. Mairin’i sağa çevirip, kalçasındaki o işarete dokundular. Lanet olsun! Mairin başını eğmişti, gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Evet, bu o! dedi heyecanla adamlardan birisi. Komutan bu işareti incelemek için eğildiğinde adam hemen kenara çekildi. O da Alexander’ın kutsal armasını dikkatlice inceleyerek dokundu. Zevk alırcasına kadının çenesini kavrayıp ona bakması için yüzünü hızlıca çevirdi. Adamın gülüşü, kadını iyice çileden çıkarıyordu. Biz de uzun zamandır seni arıyorduk, Mairin Stuart. Cehenneme kadar yolunuz var! diye çıkıştı Mairiıı. Ona vurmak yerine, adam daha da iğneleyici bir şekilde sırıtmaya devam ediyordu. Böyle kutsal bir yerde böyle sözler, sana hiç yakışmıyor. Mairin gözlerini açıp kapayıncaya kadar adam onu hızlıca omuzlayıp kaldırdı. Bütün askerlerle beraber manastırdan gecenin karanlığına doğru yola çıktılar. Adamlar hemen atlarına bindiler. Mairin’in ağzını, ellerini ve ayaklarım bağlayarak öylece adamlardan birinin önüne, tıpkı bir yük gibi yüklemişlerdi. Mairin tepki bile veremeden, sadece atların ayak seslerinin yankılandığı gecede son sürat ilerliyorlardı. Acımasız oldukları kadar kendilerinden eminlerdi. Atın eyerinin sırtına verdiği acı bir tarafa sürekli sarsılmaktan kusmak üzereydi. Ağzını o kadar sıkı bağlamışlardı ki o an boğulacak diye korkmuştu. Durduklarında, bilincini neredeyse yitirmiş haldeydi. Adamlardan birisi eliyle incecik boynunu kavrar kavramaz, Mairin ne olduğunu anlayamadan sıçrayıp bir anda kendisini yerde buldu. Bu nemli ve soğuk havada titreyerek yerde yatarken, adamlar onun etrafında kamp kurmuşlardı. Sonunda adamlardan birisi konuştu. Kıza göz kulak olsan iyi olur, Finn. Bu kız teşhirden ölürse Lord Cameroıı buna pek de sevinmez. Öfkeli bir homurdanmanın ardından kızın ellerini, ayaklarını çözüp ağzını açtılar. Bu kaçırmanın lideri Finn, yanan ateşten parlayan gözleriyle, kadına doğru eğildi. Burada seni duyabilecek tek bir kişi bile yok. Eğer sesini çıkaracak olursan, o güzel çeneni dağıtırım. Mairin başını sallayıp bir köşede kıvrıldı. Öfke içinde kıvranırken, Finn onu botuyla itekleyip gülüyordu. Ateşin orada battaniye var. Onu al ve git uyu biraz. Sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkacağız. Altındaki taşları bile fark etmeden o anlık rahatlıkla battaniyeye sarılmış ısınmaya çalışıyordu. Lord Cameron. Adını manastırdaki birçok askerden duymuştu. Acımasız adamın tekiydi, aç gözlülüğü ve hırsı tüm hayatını ele geçirmiş gibiydi. Söylentilere göre İskoçya’nın en büyük ordusuna sahipti ve İskoçya Kralı David bile ondan korkuyordu. Malcolm, Alexander’ın üvey oğluve Mairin’in üvey kardeşi daha önce taht için David'e karşı bir isyan çıkarmıştı. Malcolm ve Duııcan Cameron zamanında güçlerini birleştirmiş olsalardı, şu anda karşı konulamaz bir güç olabilirlerdi. Mairin kıvrılıp gözlerini kapattı. Neamh Âlainn’in varlığı Cameron’ı yenilmez kılacaktı. Neamh Alainn’nin kontrolünü ele geçirmesine izin veremezdi. Bu onun mirasıydı, babasından geriye kalan, sahip olduğu tek şeydi. Bu halde uyumak imkansızdı. Battaniyenin altında kıvrılmış tahtadan yapılmış haçını sıkıca tutup güç vermesi ve bir yol göstermesi için Tanrı’ya dua ediyordu. Bazı askerler uyurken diğerleri gözlerini kırpmadan etrafı izliyordu. Bunun kaçmak için bir şans olduğunu düşünmeyecek kadar akıllıydı. Ağırlığınca altından daha değerli olduğu bir zamanda değil. Fakat onu öldürmeye de niyetleri yoktu. Çünkü Mairin için bu ödül olurdu. Korkup kaçması için de hiçbir şey yoktu görünüşe göre. Arkasında olup bitenden habersiz, bir saattir dua edip öylece karanlığa dalmıştı. Sessizlik bir çocuk çığlığıyla bölününce etrafta uyuyan askerlerin hepsi bir anda ellerinde kılıçlarıyla ayaklandılar. Adamlardan birisi çocuğu tekmeleyip itekleyerek ateşin etrafındaki kalabalığın ortasına doğru yere fırlattı. Askerler kahkahalarla çocuğa gülerken, o da oracıkta çömelmiş şaşkınlıkla onları izliyordu. Bu da neyin nesi? diye sordu Finn. Bizim atlardan birini çalmaya çalışırken bulduk, dedi çocuğu yakalayan adam. Normal zamanda bile yeterince kötü olan Finn sinirden iyice, ateşin de yüzüne yansımasıyla, daha da korkunç görünüyordu. En fazla sekiz yaşında olan çocuksa askerleri daha çok cesaretlendirircesine onlara meydan okuyordu. Seni terbiyesiz çocuk, diye azarladı Finn. Tam çocuğa vuracaktı ki Mairin aniden çocuğun önüne atladı. Fakat tokat da onun yüzünde patlamıştı. Hemen kendini toparlayıp tekrar çocuğun yanına çekti. Çocuğu kucağında iyice sarıp sarma!amıştı. Fakat çocuk hâlâ dövüşmeye hazır gibi olduğu yerde çırpınıp, Keltçe küfürler ediyordu. Sonunda kafası şiddetlice Mairin’in hâlâ ağrıyan çenesine çarptı. Şimdi sessizce dur, dedi Mairin, çocuğun konuştuğu dilde. Sakin ol. Sana zarar vermelerine müsaade etmem. Hemen bırak onu, diye bağırdı Finn. Mairin sonunda tepinmeyi kesen çocuğa sımsıkı sarılmıştı. Finn de yanlarına gelip kadının saçlarını eline dolayarak, başını yukarı kaldırdı. Fakat Mairin onu bırakmamaya kararlıydı. Adam onu kendisine bakması için zorlayınca, Önce beni öldiirmelisin, dedi kendinden emin bir şekilde. Saçlarını bıraktı fakat hıncını çıkarırcasına kadının kaburgalarına bir tekme attı. Mairin acıdan kıvransa da çocuğu bu delirmiş adamdan korumaya çalışıyordu. Finn, yeter artık, diye bağırdı adamlardan biri. Lord onu tek parça istiyor. Söylene söylene geri döndü. Bırakın o pis, küçük dilenciye sahip çıksın. Nasıl olsa sonunda bırakmak zorunda kalacak. Mairin başını kaldırıp Finn’in gözlerine baktı. Bir daha bu çocuğa dokunacak olursan, ben kendi boğazımı kendim keserim. Finn’in kahkahasıyla gece inledi. Bu çılgınca bir blöf. Eğer anlaşma yapmaya çalışıyorsan, önce inandırıcı olmayı öğrenmen gerekiyor. Mairin yavaşça ayağı kalkıp adama doğru yaklaştı. Adam ondan gözlerini kaçırana dek ona öylece baktı. Blöf mü? dedi yavaşça. Ben öyle düşünmüyorum. Hatta sizin yerinizde olsam, ne kadar sivri, kesici alet varsa hepsini benden uzak tutardım. Benim kaderimde ne yazdığını bilmediğimi mi zannediyorsun? Sizin o cani Lordunuzla yatıp, Neamh Alainn’i öldürecek çocuklar doğuracağıma ölürüm daha iyi. Finn gözlerini kıstı. Seni kaçık! Evet, belki öyleyim. Bu yüzden bu keskin aletlerden biri senin kaburgalarının arasına batarsa diye endişeliyim. Finn ellerini ovuşturdu. Çocuğa sahip çık. Seninle ve onunla Lord ilgilenecek. Yalnız, at hırsızlarına pek iyi davranmıyoruz, haberiniz olsun. Mairin onu görmezlikten gelen, yerde kıvrılarak yatan, korku ve hayranlıkla onu izleyen çocuğa döndü. Gel, dedi yavaşça. Eğer birbirimize sıkıca sarılırsak, battaniye ikimize de yeter. Çocuk da Mairin’in yanına koşarak usulca ona sokuldu. Evin nerede? diye sordu Mairin, çocuk yanına oturduğunda. Bilmiyorum, diye cevap verdi üzüntüyle. Buradan oldukça uzak olmalı, en azından iki gün sürer. Şşş, dedi onu teselli etmeye çalışarak. Peki, buraya nasıl geldin? Kayboldum. Babam yanımda adamları olmadan hiçbir yere gitmememi söylerdi, ama bana bebek gibi davranılmasından bıktım. Çünkü gördüğün gibi artık bir bebek değilim. Gülerek, Evet, görüyorum. Bu yüzden sen de onlardan kaçtın, öyle mi? dedi. Bir at aldım. Sadece Alaric Amca’yı görmeye gidecektim. Birazdan döneceğinden sınırın yakınında onu karşılamak için bekliyordum. Sınır? Bizim topraklarımızın. Senin baban kim, ufaklık? Adını Crispen, ‘ufaklık’ değil. Sesindeki hoşnutsuzluk Mairin’i güldürmüştü. Crispen, güzel isim. Anlatmaya devam et bakalım. Senin adın ne? Mairin, dedi sessizce. Benim babam Lord Evvan McCabe. Mairin ismi hatırlamaya çalışıyordu, fakat tanımadığı bir sürü klan vardı. Evi İskoç bölgesindeydi fakat on yıldır oraya gitmemişti. Yani amcanı görmeye gittin. Peki, sonra ne oldu? Kayboldum, dedi kederle. Sonra bir McDonald askeri beni buldu ve fidye için Lorduna götürmek istedi. Ama ben kaçmayı başardım. Bunun olmasına izin veremezdim çünkü babam bu fidyeyi ödeyemezdi ve bu da bizi zayıf gösterirdi. Çocuk kucağında kıvrılmışken, Mairin de onun saçlarını okşuyordu. Crispen bu küçük yaşına rağmen oldukça olgundu. Ve bir o kadar da gururlu. Kaçıp bir tüccarın at arabasında saklandım. Beni bulduğunda bir gün geçmişti. Bir anda başını Mairin’in ağrıyan çenesine çarparak yukarı kaldırdı. Biz neredeyiz, Mairin? diye fısıldadı. Evden çok mu uzaktayız? Evin nerede tam olarak bilmiyorum, dedi üzüntüyle. Ama şu an güneydeyiz ve sanırım senin evinden iki gün uzaklıktayız. Güney mi? Sen de oradan mısın? diye sordu. Onun şaşkınlığına gülerek, Hayır, Crispen ben Kuzey tskoçya bölgesindenim, dedi. O zaman burada ne yapıyorsun? Yoksa seni kaçırdılar mı? Bu çok uzun ve daha sen doğmadan önce başlayan bir hikaye. Tam başka bir şey soracaktı ki Mairin onu yavaşça uyardı. Şimdi uyuyalım, Crispen. Buradan kaçabilmemiz için gücümüzü toplamalıyız. Kaçmak mı? diye fısıldadı. Evet, tabii ki. Bütün mahkumlar bunu yapar, dedi Mairin, oldukça neşeli şekilde. Çocuğun sesindeki korkuyu hissedince ona acımıştı. Evinden ve onu sevenlerden bu kadar uzakta olmak berbat bir his olmalıydı. Beni evime, babama geri götürecek misin? Onun da seni Lord Cameron’dan korumasını sağlarım. Sesindeki sertlik Mairin’i gülümsetmişti. Elbette, seni kendi ellerimle eve götüreceğim. Söz mü? Söz. Oğlumu bulun! Evvan McCabe’in haykırışı her yerden duyuluyordu. Bütün adamları pür dikkat, tetikte bekliyorlardı. Bazılarıysa acı çekiyordu. Dile getirmeye cesaret edemiyorlardı belki ama hepsi Crispen’ın öldüğüne inanıyordu. Evvan bu duruma bir türlü anlam veremiyordu, ama oğlu ölü ya da canlı bulunana kadar onu aramaktan vazgeçmeyecekti. Kardeşleri, Alaric ve Caelen’e dönerek alçak sesle, Bütün adamları Crispen’ı aramaları için kullanamam, dedi. Bu bizi güçsüzleştirir. Benim ve oğlumun hayatı size emanet. Her ikinizıen de yanlarınıza birer birlik alıp farklı yerleri aramanızı istiyorum. Onu bana, evine getirin. O bulunana kadar durmayacağız. Emin olabilirsin, dedi, ortanca kardeşi Alaric. Evet, biliyorum, dedi Evvan. Evvaıı kardeşlerinin atlarına binip adamlarına emir vermelerini izledi. Gözlerini kapattı ve sinirden yumruğunu sıktı. Kim onun oğlunu kaçırmaya cesaret edebilirdi? Üç gündür fidye istemeleri için bekliyordu, fakat hiç haber yoktu. Üç gündür, bütün McCabe topraklarını karış karış aramıştı. Bu bir saldırının işareti miydi? Düşmanları ona en zayıf anında mı saldırmayı planlıyordu? Bütün askerler ne zaman bu aramaya katılabileceklerdi? Gittikçe güçsüzleşen kalesine göz gezdirirken çenesi kaskatı kesilmişti. Klanını ayakta ve güçlü tutabilmek için tam sekiz senedir savaşıyordu. McCabe, her zaman giiç ve gururla birlikte anılan bir isim olmuştu. Sekiz yıl önce, sarsıntı yaratabilecek bir saldırıya karşı direnmişlerdi. Caelen’in sevdiği kadın tarafından ihanete uğramışlardı. Evvan’ın babası ve genç karısı öldürülmüş, geriye sadece hizmetçilerden birinin sakladığı çocukları kalmıştı. Evvan ve kardeşleri döndüğünde, ellerine neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Kocaman bir enkaz yığını, dağılmış insanlar ve neredeyse bitmiş bir ordu. Evvan Lord olduğunda, ortada sahiplenebileceği pek bir şey yoktu. Bu zamana kadar, her şeyi yeniden ancak kurabilmişlerdi. Highland bölgesinin en iyi eğitilmiş askerleri ona aitti. Yaşlılara, hastalara, kadınlara ve çocuklara yiyecek sağlayabilmek için o ve kardeşleri hiç durmadan, yorulmadan çalıştılar. Çoğu zaman erkekler aç kalıyordu. Sayıları yavaş yavaş artarak büyüyordu. En sonunda Evvan mücadeleci klanını canlandırmayı başarmıştı. Artık düşündüğü tek şey öcünü alabilmekti. Bu kadarla yetinemezdi. Sekiz yıldır ona güç veren bu düşünceydi. Bunu unutarak geçirdiği tek bir günü bile olmamıştı. Lordum, oğlunuzla ilgili bazı haberler var. Evvan, atından inmiş telaşla ona koşan askeri karşılamak için yerinden fırlayarak kalktı. Konuş! diye emretti. McDonaldlar’dan biri üç gün önce, sizin topraklarınızın kuzey sınırında görmüş. Onu kaçırıp lorduna fidye için götürmeye niyetlenmiş. Fakat oğlunuz kaçmış. O zamandan beri de gören yok. Evvan sinirden kudurmuştu. Hemen sekiz askerle birlikte McDonald’a gideceksin. Ona şunu söyle. Oğlumu yakalayan askeri hemen bana gönderecek ya da bana öldüreceğinin garantisini verecek. Eğer kabul etmezse, gelip onu kendim öldüreceğim. Tek bir kelimeyi bile atlamadan böyle söyle. Emredersiniz, Lordum. Asker hemen yola çıktı. Ewan hem rahatlamış hem de hâlâ kızgındı. Crispen hayattaydı, ya da en azından öyleydi. McDonald aralarındaki sessiz barış anlaşmasını bozarak akılsızlık yapmıştı. Fakat iki taraf da dost olmamasına rağmen, McDonald, McCabe’i kızdıracak kadar aptal değildi. Soyu artık eski gücüne sahip değildi ve halkı yeterince güçlü değildi. Ama gücü iki kat artmıştı. Askerleri göz ardı edilemeyecek kadar güçlüydüler. Evvan’ın sahip olduklarıyla hemen hemen aynıydı. Ama onun gözü komşusunun sahip olduklarında değil, Duncan Cameron’da idi. Tüm İskoçya Cameron’ın kanıyla sulanmadan, Evvan mutlu olmayacaktı. 2 Yolun sonuna doğru, taşlık yamaçtan ilerlerken Mairin yorgun gözlerle önlerinde yükselen kaleye baktı. Çaresizlik içinde bu devasa yapıyı seyrederken, buradan kaçma fikri aklını kurcalıyordu. İmkansız olduğunu söyleyebilirdi. Her yerde adamlar vardı. Çoğu çalışıyordu. Kimisi iç duvarları onarmakla uğraşırken, kimisi de kalenin taş merdivenlerinin yanındaki kovadan su içip dinleniyordu. Mairin’in umutsuz düşüncelerini hissetmiş gibi, Crispen, yeşil gözleriyle korkarak ona bakıyordu. Kollarıyla onu sarmış, ellerini Crispen’ın önünde kilitlemişti. Güvende olduğunu hissettirmeye çalışır gibi, ona sıkı sıkı sarılıyordu. Fakat Tanrı biliyor, sonbaharda ağacın dalında asılı kalmış, son yaprak gibi titriyordu. Asker atı dizginlerinden yukarı doğru çekerken, Mairin düşmemek için zor duruyordu ama Crispen atın eyerini tutarak onları düşmekten kurtardı. Finn yanlarına gelerek birden Mairin’i attan aşağı doğru çekti. O sırada Crispen da ona tutunduğu için yere düştü. Aşağı indikten sonra, Finn kolunu morartırcasına sıkı bir şekilde tutuyordu. Mairin ise eğilip, bağlı elleriyle Crispen’ı yerden kaldırmaya çalıştı. Bir anda etrafta olup biten her şey durmuş, herkes yeni gelenleri seyretmek için dizilmişti. Kalenin içindeki birkaç kadın uzaktan Mairin’i izleyip, kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Korkunç göründüğünün farkındaydı, Mairin. Fakat asıl Lord Cameron esirini görmeye geldiğinde ne olacağını merak ediyordu. Asıl o zaman Tanrı’nın yardımına ihtiyacı olacaktı. Sonunda onu gördü. Kaleye çıkan merdivenlerin tepesindeydi, keskin bakışlarıyla Mairin’i arıyordu. Açgözlülüğü, acımasızlığı ve hırsı hakkında duyduklarından sonra karşısında şeytana benzer birini bekliyordu. Ama böylesine yakışıklı birini görünce çok şaşırdı. Kıyafetleri, hiç savaş görmemiş gibi yepyeniydi. Mairin’in aşina olduğu bir şeydi bu. Karşılaştığı ve tedavi ettiği pek çok asker olmuştu. Yumuşak deriden yapılmış dar pantolonu, yeşil ceketi ve botları oldukça yeni görünüyordu. Yanda duran kılıcı, öldürücü keskinliğiyle güneşte parlıyordu. Bir anda elleri kendiliğinden boğazına gitti. Boğazı düğümlenmiş gibi hızlıca yutkundu. Onu buldunuz mu? diye seslendi Duncan Cameron, merdivenlerin tepesinden. Evet, Lordum, dedi Finn, onu öne doğru itip bez bebek gibi sallayarak. Bu, Mairin Stuart. Duncan’ın gözleri kısılmış ve geçmişte uğradığı hayal kırıklığından acı çeker gibi kaşları çatılmıştı. Gösterin bana, diye bağırdı. Finn onu götürürken Crispen önüne atıldı. Mairin tüm gücüyle, nefesi kesilircesine Finn’in göğsüne vurdu. Yan taraftan başka bir asker fırladı ve onu küçük düşürücü bir şekilde, elbisesinin eteğini yukarı sıyırdılar. Duncan merdivenlerden inmişti. Yaklaştıkça yüzü daha da ciddileşiyordu. Gözlerinde acımasızlık kendini gösteriyor, elde ettiği zaferle parlıyordu. Parmağıyla damgayı okşadı. Yüzündeki ciddiyet gitmiş onun yerini kocaman bir sırıtma almıştı. Alexander’ın kutsal arması, diye fısıldadı. Senin öldüğünü ve Neamh Âlainn’in sonsuza dek kaybolduğunu düşünmüştük. Ama artık ikiniz de beııimsiniz. Asla, dedi Mairin. Bir an şaşırdı, ama sonra tekrar merdivenlere doğru yönelip Fiıın’e bağırarak Örtün onu! dedi. Finn elbisesini indirip, kolunu bıraktı. Crispen hemen yanına geldi. Bu da kim? diye gürledi Duncan, gözlerini Crispen’a dikerek. Onun veledi mi? Onu da mı istiyor yanında? Böyle bir şey olamaz. Hayır, Lordum, dedi Finn hemen. Bu çocuk onun değil. Bizim atlardan birini çalmaya çalışırken yakaladık. Sadece koruyor onu. Başka bir şey yok. Kurtulun o zaman ondan. Mairin sıkıca Crispen’a sarılıp bütün nefretiyle Duncan’a bakarak Ona dokunursan, doğduğuna pişman olursun, dedi. Duncan oldukça şaşırmıştı. Öfke bütün yüzüne yayılmış, yüzü neredeyse mosmor olmuştu. Bu ne cüret! Sen beni tehdit mi ediyorsun? Hadi, öldürsene beni! dedi sakince. Senin işine gelir. Aniden dönüp elinin tersiyle Mairin’in yüzüne vurdu. Mairin eliyle çenesini korumaya çalışırken yere kapaklandı. Bırakın onu! diye bağırdı Crispen. Mairin hemen kalkıp, Crispen’a sarılarak sakinleşene kadar onu kollarının arasında tuttu. Şşş. Onu daha fazla kızdıracak bir şey yapma, diye uyardı. Gördüğüm kadarıyla aklın başına gelmiş, dedi Duncan. Umarım böyle devam eder. Mairin ise hiçbir şey demedi. Sadece yerde oturup Crispen’a sarılarak, Duncan’ın botlarına bakıyordu. Hiç çalışmak zorunda kalmamış, diye düşünüyordu. Ona tokat atan eli bile yumuşacıktı. Aciz insanların sırtından geçinen bir adam nasıl bu kadar güçlü olabilirdi? Onu içeri götürüp banyo yaptırın, dedi Duncan, iğrenerek. Yanımdan ayrılma, diye fısıldadı Crispen’a. Finn’in ona zarar vermesinden korkuyordu. Finn onu kaldırıp kalenin içine yarı sürükleyerek yarı taşıyarak götürdü. Dışarıdan göz kamaştırıcı olsa da, içerisi kirli ve küflüydü, ayrıca eskiden kalmış bira gibi kokuyordu. Köpekler durmadan havlıyordu. Ve bir anda gelen dışkı kokusuyla burnunun direği sızlamıştı. Merdivenlerden çıkacaksın, diye homurdandı Finn, onu merdivenlere doğru itekleyerek. Bir şey yapmaya kalkma. Kapıda adamlar bekleyecek. İşini çabuk bitir. Lord’u bekletmek istemezsin, değil mi? Mairin’i banyo yaptırmakla görevli kadınlar, saçlarını yıkarken merakla ve acıyarak ona bakıyordu. Sen de banyo yapmak ister misin? diye sordu kadınlardan birisi Crispen’a. Hayır, dedi yatakta oturduğu yerden. Hayır, onu rahat bırakın, diye tekrarladı Mairin. Saçlarını duruladıktan sonra onu küvetten çıkardılar. Daha sonra yakası, kol ağızları ve etekleri göz alıcı şekilde işlenmiş mavi bir elbise giydirdiler. Duncan renkleriyle giydirilmesinin önemini biliyordu. Nc kadaı da çabuk, onu esiri yapmıştı. Kadınlar saçlarına şekil vermek istemişti, fakat Mairin buna izin vermedi. Saçları kurur kurumaz, kendisi öylesine ördü. Kadınlar omuz silkerek odadan çıktılar. Mairin de Duncan’ın onu çağırmasını bekliyordu. Yatağa, Crispen’ın yanına oturdu. Crispen da koluna yaslanarak, Seni pisletiyorum, diye fısıldadı. Hiç önemli değil. Ne yapacağız, Mairin? Korkudan sesi titriyordu. Mairin, onu başından öperek, Bir şeyler düşüneceğiz, Crispen. Bir şeyler düşünmek zorundayız, dedi. O anda kapı açıldı, Mairin çocuğu hemen arkasına sakladı. Finn kapıda durmuş zafer edasıyla onlara bakıyordu. Lord seni istiyor. Crispen’a dönüp onu çenesinden tutarak gözlerinin içine baktı. Sen burada kalacaksın, diye fısıldadı. Bu odadan çıkmak yok, tamam mı? Çocuk sadece başını salladı, fakat gözleri korkuyla bakıyordu. Mairin oturduğu yerden kalkıp Finn’e doğru yürüdü. Tam onu kolundan tutacaktı ki kendini geri çekti. Tek başıma yürüyebilirim. Seni kendini beğenmiş fahişe, diye çıkıştı Finn. Finn’in önünde merdivenlerden inerken, geçen her saniyeyle beraber korkusu da artıyordu. Büyük salonda şöminenin yanında duran rahibi gördüğünde Duncan’ın işini şansa bırakmayacağını anlamıştı. Onunla evlenip, onu yatağına alacaktı. Böylece onun ve Neamh Âlainn’in kaderini kontrol edebilecekti. Finn onu salona doğru çekiştirirken, Tanrı’ya ona yapması gerekenler için güç ve cesaret versin diye dua ediyordu. İşte benim müstakbel gelinim, dedi Duncan, rahiple konuşmasını keserek. Gözleri hiç de güler gibi değildi. Baştan aşağı onu süzdü. Eğer reddederse neler olacağı konusunda uyarır gibi bakıyordu. Tanrım, bana yardım et. Rahip boğazını temizleyip, Mairin’e doğru döndü. Sen evlenmeyi istiyor musun, kızım? Herkes cevabını beklerken sessizlik uzayıp gidiyordu. Sonra yavaşça başını salladı. Rahip suçlayan bakışlarla Duncan’a döndü. Bu ne demek oluyor, Lord? İkinizin de bu evliliği istediğini söylemiştin. Duncan’m yüz ifadesi o kadar korkutucu olmuştu ki rahip konuşmayı keserek istavroz çıkarıp birkaç adım geriledi. Duncan, Mairin’e döndüğünde, kadının korkudan kanı donmuştu. Bu kadar yakışıklı bir adam, biranda nasıl da iğrençleşmişti. Mairin’in yanına gelip, kemiğini kırmak istercesine, tüm gücüyle kolunu sıktı. Son bir kez daha soruyorum, diye sordu, tehdit eder gibi. İstiyor musun? Her şeyin farkındaydı. Onu reddettiği anda başına neler geleceğini biliyordu. Neamh Alainn’e ulaşmak için hazırladığı plan bozulursa onu öldürebilirdi bile. Ama bu kadar yıllık eziyeti, karşılaştığı ilk zorlukta boyun eğsin diye yaşamamıştı. Nasıl olursa olsun, bir şekilde bu beladan kurtulmanın yolunu bulmalıydı. Sırtına dayanmış kılıcın acısını göz ardı ederek omuzlarını kaldırdı. Kararlı ve daha yüksek bir sesle reddetti. Hayır. Duncan’ın öfkesinden bağrışı, neredeyse kulak zarını patlatacaktı. Yumruk atmasıyla birkaç adım sendeleyip yere yığıldı. Kaburgalarına o kadar sert vurmuştu ki ciğerlerinin nefesi kesilmişti..Şaşkınlıkla dağılmış şekilde bakışlarını ona dikmiş, nefretinin şiddetini hissettirircesine başında öylece dikiliyordu. Mairin o an doğru yaptığım anlamıştı. Cinnet geçirip onu şuracıkta öldürse bile onun karısı olmaktan bir farkı yoktu. Zaten Neamh Alainn’in vârisini doğurduğunda artık ona ihtiyacı kalmayacaktı. Asıl o zaman onu başından atacaktı. Kabul edeceksin! dedi, yumruğunu kaldırarak. Hayır. Sesi önceki gibi güçlü çıkmıyordu. Daha çok fısıldar gibiydi. Dudakları titriyordu. Ama yine de sesini duyurabilmişti. Salondaki konuşmalar gittikçe yükseliyordu. Duncan’ın yüzü şekilden şekle girmiş, yanakları sinirden o kadar morarmıştı ki Mairin bir an onun patlayacağını düşündü. Parlayan, o tertemiz botlarıyla Mairin’i tekmeliyordu. Her bağrışının ardından bir tekmeyle daha karşılaşıyordu. Hiç durmadan tekmeledi, sonra yakasından tutup yüzüne yumruk attı. Lordum, öldüreceksiniz kızı. Mairin, yarı baygın halde, kimin konuştuğunu anlayamamıştı. Duncan’m ellerindeydi. Aldığı her nefes ona dayanılmaz acı veriyordu. Duncan nefretle onu tekrar yere bıraktı. Onu odaya kilitleyin. Hiç kimse yemek ya da su vermeyecek, ne ona ne de veledine. Çocuk açlıktan kıvranmaya başlayınca daha ne kadar dayanabilecek göreceğiz. Yaralarını umursamadan onu tekrar kaldırdılar. Merdivenlerden çıkarken attığı her adım ona işkence çektiriyordu. Finn odanın kapısını açıp onu içeri itti. Yerde öylece durup, aldığı her nefesle bilincini toparlamaya çalışıyordu. Mairin! Crispen hemen yanına koşup onu çekiştirmeye başladı. Dur, sakın bana dokunma! diye fısıldadı kısık sesle. Bir kez daha dokunursa bayılacaktı. Yatağa yatmalısın! dedi can havliyle. Lütfen Mairin sana yardım edeceğim. Crispen neredeyse ağlayacaktı. Mairin ise ölürse çocuğun Duncan’ın elinden nasıl kurtulacağını düşünüyordu bu da ona biraz olsun güç vermişti. Dua edip uyumamaya çalışıyordu. Sürünerek yatağa gitti, fakat her hareketi sırtına daha fazla acı veriyordu. Crispen da tüm gücüyle onu taşımaya çalıştı, sonunda yatağın ucuna uzanmayı başarmıştı. Saman yatakta sanki kaybolmuştu, sıcacık gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Nefes almak bile canını yakıyordu. Crispen yanına oturmuş, küçücük bedeniyle ondan şefkat bekler gibiydi. Onun yerine Mairin’e sarılıp, onu kucağına yasladı. Ne olur ölme, Mairin. Çok korkuyorum. Leydim. Hanımım. Uyanın. Uyanmalısınız. Bu ısrarcı ses onu ayıltmıştı. Kimin uyandırdığım görmek için döndüğünde tüm bedenine yayılan acı nefesini kesmişti. Özür dilerim, dedi endişeyle. Biliyorum çok kötüsünüz ama acele etmelisiniz. Acele mi? Mairin’in sesi kısılmıştı. Beynini örümcek ağı kaplamış gibiydi. Crispen onun yanında duruyordu. Yatağın üzerine düşen gölgeyi görünce korkup heyecanlanmıştı. Hadi acele edin, diye tekrarladı ses. Kimsin sen? diye sordu Mairin ısrarla.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.