YASUNARİ KAVABATA KİYOTO Çeviren: Esat Nermi BİRİNCİ BÖLÜM İlkbahar Çiçekleri Çieko, ihtiyar akçaağacın gövdesinde menekşelerin açtığını gördü. Bu yıl da çiçekler açıyor diye düşündü ve o zaman sevgili ilkbaharı selâmladı. Evlerin karmakarışık yığını, ortasında maman daracık bahçedeki bu akçaağaç bir dev gibi yükselmekteydi. Gövdesi genç kızın vücudundan daha kalındı, ama yer yer kuruyarak dökülmüş, yosunlarla kaplı sert kabuğu Çieko'nun genç vücuduyla pek tabii karşılaştırılamazdı. Akçaağaç Çieko'nun kalçası hizasında hafifçe eğilmiş ve sağ yana doğru kızın başını aşan bir kemer meydana getirmişti. Bu kemerin üzerinde dallar her yöne kol atıyor ve bahçeyi egemenlikleri altına alıyordu. Uzun dalların uçları kendi ağırlığının altında yere doğru sarkmıştı. Eğrildiği yerin biraz aşağısında gövde iki kere yarılmıştı. Menekşeler işte bu iki yarığa yerleşmişlerdi ve her baharda çiçek açıyorlardı. Çieko kendini bildi bileli bu menekşe salkımları orada durmaktaydı. Birbirlerinden aşağı yukarı bir ayak boyu uzaklıktaydılar. Çieko gelinlik çağa gelince bazı kez şöyle düşünmüştü: menekşeler birbirlerine kavuşabilecekler mi acaba? Acaba tanışıyorlar mı birbirleriyle? «Birbirine kavuşmanın» ve «birbiriyle tanışmanın» menekşeler için ne anlamı olabilirdi? Ağacın gövdesindeki küçük oyuklarda her bahar yapraklar yeşerir ve sonra da çiçek açardı, çoğu kez bunlar üç, en çok da beş tane olurdu. Çieko, balkondan ağacı gözler ve zamanı gelip de hayat ağacın üstündeki menekşelere değince bir yalnızlık duygusu yüreğini kaplardı. «Burada doğmuşlar, burada yaşıyorlar ve yaşamalarını burada sürdürecekler...» Mağazaya gelen müşteriler, gösterişli akçaağaca hayran olurlardı, ama hiç biri üzerinde açan menekşeleri farkedemezdi. Tepesine kadar yosunla kaplanmış kalın gövde, şişiklerinde kocamışlığın gücüyle hâlâ heybetli, hâlâ hoş görünüşlüydü. Oraya yerleşmiş kendi halinde menekşeler ise göze çarpmıyorlardı. Fakat kelebekler onları öğrenmişlerdi. Çieko menekşelerin yeniden çiçek açtığını keşfettiği sırada, yerde uçuşan küçük beyaz kelebeklerden birkaç tanesi akçaağacın üstüne doğru yükselip menekşelerin çevresinde kanat çırpmaya başladılar. Kırmızı yaprakçıklarını sürmeye başlamış olan ağaç, kelebeklerin danseden beyazlığında parıldamaktaydı. Çiçek açmış küçük menekşe kümelerinin incecik gövdeleri, gövdenin tatlı yeşil, taze yosunları üzerine düşüyordu. Buram buram tüten yumuşak bir bahar günüydü. *** Beyaz kelebekler bahçenin içinde dört dönüyorlardı. Çieko balkonda oturup kaldı ve menekşeleri seyre koyuldu. Benim için bu yıl da böylesine güzel çiçek açmaları beni sevdiklerinden, diye fısıldamak istiyordu onlara. Ağacın kökünün hemen yanında, menekşelere doğru yükselen eski bir taş fener vardı. Fenerin alt tarafında bir kabartma bulunuyordu. Babasının bir zamanlar anlattığına göre, kabartma Hazreti İsa'yı tasvir ediyordu. Çieko o zaman, «Meryem Ana olmasın?» diye sormuştu. «Kitano'daki Tenyin tapınağı yakınlarında buna benzeyen daha büyük Meryem Ana resmi görmüştüm.» Babası, «Bu Hazreti İsa'dır» diye kestirip atmıştı. «Baksana kucağında çocuk taşımıyor.» «Ah öyle ya..» Çieko başını eğerek bu sözü doğrulamış, sonra da, «Bizim atalarımız arasında Hıristiyan var mıydı?» diye sormuştu. «Elbette yok. Bu fener bir bahçıvan, ya da bir taş oyucu tarafından getirilip buraya konulmuş olmalı, öyle görülmemiş bir şey değil.» Bu Hıristiyan feneri belki de Hıristiyanlığın henüz yasak 1 olduğu zamanlardan kalmaydı. ( ) Taş kabaca yontulmuş ve yer yer çatlamıştı. Rüzgârların ve yağmurların etkisiyle dökülmeye başlamış kabartmanın üstünde baş, gövde ve ayaklar güçlükle seçilebiliyordu. Belki de aslında derinliği fazla olmayan bir kabartmaydı. Figürün kollarının geniş yeni, elbisenin eteğindeki saçaklara kadar uzanıyordu. Görünüşe göre ellerini kavuşturarak göğsüne doğru kaldırmıştı. Ama şekil tam olarak seçilemiyordu. Her haliyle basit bir çalışma 2 olan bu figür, Buda'nın, ya da Cizo'nun ( ) taştan yapılmış tasvirlerinden çok daha başka, bir etki uyandırıyordu. Mağazanın bahçesindeki Hıristiyan feneri şimdi akçaağacın yanıbaşında öylece durmaktaydı. Bir inancın eski tanığı olarak etkilemek gücünü yitirmiş, sadece yaşlı ve saygıdeğer bir görünüş içindeydi. Bir müşterinin dikkatini çekince, babası keyifli bir edayla, «Bir İsa resmi!» derdi. Taşı kararmış bu fener bir kimsenin ilgisini de pek seyrek çekerdi; ona kimse aldırış etmiyorsa, bu bir ya da iki bahçe fenerinin her yerde her zaman görülen şeylerden oluşundandı. Çieko'nun bakışları menekşelerden aşağıya İsa figürüne doğru indi. Genç kız misyoner okullarına gitmiş değildi. Sırf İngiliz diline olan sevgisinden küçük Hıristiyan kiliselerine girmiş çıkmış ve İncil'i de okumuştu. Ama dökülmeye başlamış bu eski fenerin önünde çiçekler kurban etmek, ya da mum yakmak zıddına gidiyordu. Taşın üstünde hiç bir yere de haç işareti yapılmış değildi. Çieko fenerden tekrar menekşelere döndü. Çiçekler ona Meryem Ana'nın yüreği gibi görünüyorlardı. Birden aklına eski Tamba seramiğinden bir kutuda yetiştirdiği cırcır böcekleri geldi. Çok zaman önce, ihtiyar akçaağaçta menekşeleri daha yeni keşfettiği sırada, cırcır böcekleri toplamaya başlamıştı. Dört ya da beş yıl oluyordu. Ortaokuldan bir kız arkadaşının odasında cırcır böceklerinin aralıksız ötüşünü dinlemiş ve bunlardan birkaçını alıp eve getirmişti. O zaman, «Hayvancıkları bir kutu içinde beslemek doğrusu feci bir şey» demişti. Ama arkadaşı açık bir kafese koyup, ölüp gitmelerine seyirci kalmaktansa böylesi daha iyi cevabını vermişti. Hatta bunların yığınla yetiştirildiği manastırlar bile vardı, çünkü bu hayvancıklar aranılan yaratıklardı… Çieko'nun cırcır böcekleri de çoğalmışlar ve onları eski Tamba seramiğinden iki kutuya bölüştürmesi gerekmişti. Her yıl haziran başında yumurtalarından çıkıyorlar ve ağustos ortasında da ötmeye başlıyorlardı. Karanlık daracık kutunun içinde doğuyorlar, şarkılarını söylüyorlar, yumurtluyorlar ve ölüyorlardı. Böylece soylarını sürdürüyorlardı. Bir neslin bile açık kafeste kısa ömürlü de olsa yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Ama bütün bir hayatı kutu içinde geçirmek!. Bütün evrenlerinin bir kutu oluşu! Çieko, «kutu içinde evren»in çok eski Çin'in dağ keşişlerine ait bir efsane olduğunu biliyordu. Bu kutunun içinde, tadları eşsiz şaraplar ve nefis yemeklerle dolu saraylar varmış, bu dünyanın ötesinde sihirli bir ülkeymiş orası. Cırcır böcekleri kutunun içinde besbelli sıkılmıyorlar, her canlı gibi ölümlü dünyadan korkuyorlardı; belki de bir kutunun içine kapatılmış olduklarından hiç haberleri yoktu. Ama yaşıyorlar ve yaşamalarını sürdürüyorlardı. Çieko'yu en çok şaşırtan şey, bir seferinde yeni erkek böcek koymadığı kutuda yumurtadan çıkan yavruların minik ve güçsüz kalmaları oldu. Suç kardeş hayvanların çiftleşmesindendi. Bunu önlemek için cırcır böceği besleyenler aralarında erkek hayvancıklar değiş tokuş ederler. Şimdi ilkbahardı, cırcır böceklerinin mevsimi olan güz değildi, ama akçaağacın gövdesindeki menekşelerle bunların Çieko'ya cırcır böceklerini hatırlatması arasında besbelli bir ilinti olmalıydı. Cır cır böceklerini kutuya Çieko koymuştu, iyi ama menekşeler o daracık yerlerine nasıl gelmişlerdi? Menekşeler nasıl çiçek açtıysa, aynı şekilde cırcır böcekleri de bu yıl yumurtalarından çıkacak ve öteceklerdi. Hayat böyle mi sürüyordu? Çieko hafif bahar rüzgârının oynaştığı saçlarını kulaklarının arkasına attı. Menekşeleri ve cırcır böceklerini düşündü, sonra da arıları kendisiyle karşılaştırdı. Ya ben? Bu bahar gününde, tabiatta hayatın uyandığı ve nabızlarının atmaya başladığı bu günde Çieko sadece minnacık menekşelere bakıyordu. Mağazada öğle paydosu başlamıştı ve Çieko çiçekleri seyretmeye gitmek için söz vermiş olduğunu, bunun için de hazırlanması gerektiğini hatırladı. *** Bir gün önce, Misuki Şiniçi, Çieko'ya telefon etmiş ve Haian 3 tapınağında ( ) çiçeklerin açmasını seyretmeye gitmek üzere davet etmişti. Tapınağın bahçe kapısında birkaç haftalığına bilet kontrol işine girmiş bulunan fakülteden bir arkadaşı Şiniçi'ye çiçeklenmenin şu sırada en güzel dönemine girmiş olduğunu haber vermişti. Şiniçi, «Ben onu kendime özel muhafız olarak atadım, onun için her şey yolunda» demiş, hafifçe gülmüştü. Ve onun bu hafifçe gülmesi güzeldi. Çieko, «Bizi de kollar mı?» diye sormuştu. «Oğlan kapı kontrolü dedim ya, dilediğini bırakır içeri.» Şiniçi tekrar hafifçe gülmüştü. «Ama Çieko'nun daha hoşuna gidecekse, ayrı ayrı içeri girelim, sonra da bahçede çiçeklerin ortasında buluşalım. O zaman insan bir süre çiçekleri yalnız başına seyretmek zorunda kalır, bunun da bir zararı yoktur. Öylesine güzel ki onlar, seyretmeye bir türlü doyulmuyor.» «O halde belki de Şiniçi'nin yalnız başına gitmek daha çok hoşuna gidecek.» «Ah hayır! Ama bu gece yağmur yağar ve çiçekleri kırarsa, o zaman elden ne gelir?» «O zaman da kırılmış çiçeklerin güzelliğini seyrederiz.» «Yağmurdan ezilmiş, çamur içinde oraya buraya saçılmış çiçek yapraklarına sen güzel mi diyorsun? Yere düşmüş çiçekler, şey..» «Sen kötüsün.» «Hangimiz kötü?» Çieko göze çarpıcı olmayan bir kimono seçti ve dışarı çıktı. Haian tapınağı geçmiş zamanları değerlendiren şenlikleriyle de tanınmıştır. Tapınak binası bin yıldan fazla bir zaman önce başkenti Kiyoto'ya nakleden İmparator Mammu'nun hatırasına kurulmuştu. 1895'ten kalma bir yapıydı. Yani pek o kadar eski sayılmazdı. Ama Tanrılar kapısı ile dıştaki ayin salonu eski Haian —imparatorluk sarayının büyük salonu— daygok'u ve büyük kapısı örnek alınarak yapılmış, oradaki gibi buraya da sağlı sollu kiraz ve portakal ağaçları merdivenli çıkış yolunun iki tarafına dikilmişti. İmparatorluk sarayının Tokyo'ya nakledilmesinden önce hükümdarlık etmiş olan İmparator Komay 1938'de burada Tanrılar arasına kabul edilmişti. Bu tapınakta sık sık evlenme törenleri yapılmaktaydı. Kiraz ağaçları erguvan rengi çiçekleri ve alabildiğine aşağıya sarkmış dallarıyla tapınak bahçesinin en güzel süsü olarak, göze çarpmaktaydı. Ağaçlar sanki tapınağa kendi damgalarını basmış gibiydiler. Eski imparatorluk şehrinin baharını bu kiraz çiçeklerinden daha iyi ne ifade edebilirdi? Tepeden tırnağa çiçek açmış kirazların kızıl rengi Çieko'nun gönlünü dolduruyordu. Ah, bu yıl da Kiyoto'nun baharıyla karşılaştım diye düşündü, olduğu yerde durdu. Bakışlarını başka yana çeviremiyordu. Şiniçi daha önce gelmiş miydi acaba? Kendisini nerde bekliyordu? Önce onu aramak sonra seyre koyulmak istedi. Çiçeklerin arasından aşağıya doğru yürüdü. Aşağılarda bir çayırlığın üzerinde onu buldu; gözlerini yummuş, ellerini ensesinde kavuşturmuştu. Şiniçi'yi uzanmış bir halde bulacağını Çieko hiç beklemiyordu; yakışık almaz bir davranıştı bu. Hem bir genç kızı beklemek, hem de böyle sere serpe uzanmak! Kendisini incitse ve nazik olmayan davranışta bulunsa genç kıza onun bu yakışıksız uzanışından daha az dokunacaktı. Çieko çevresinde erkekleri yatmış görmeye alışmamıştı. Delikanlı ise Üniversite bahçesinde çamların üzerine sırtüstü uzanıp başını kollarına dayamaktan ve arkadaşlarıyla öz değeri olan sohbetlere girişmekten zevk alırdı. Sadece bir alışkanlık işte. Şiniçi'nin yakınında dört beş tane yaşlı kadın kahvaltı paketlerini açmışlar, ateşli ateşli çene çalmaktaydılar. Acaba Şiniçi yaşlı kadınları sevimli bulup yanlarına oturmuş, sonra da uykuya mı dalmıştı? O zaman içinde delikanlıdan gülümseyerek özür dilemek arzusu uyandı, birden yanakları kızardı. Şiniçi'ye seslenmek elinden gelmiyor, kararsız bir halde orda duruyordu. Sonunda uzaklaştı ordan. Genç adamı şimdiye kadar uyurken hiç görmemişti. Üniversiteli üniformasını derli toplu şekilde giymişti, zaçları özenle taranmıştı. Uzun kirpikleri bir erkek çocuğunun kirpikleri gibi görünüyordu. Ama Çieko bakışını onun yüzünden başka yana çevirdi. Şiniçi, «Çieko! » diye bağırarak yerinden fırladı. Çieko birden öfkelenmişti. «Burda böyle yatman çok çirkin. Önünden gelip geçenler seni seyrediyor.» «Uyumuyordum. Gelirken seni gördüm.» «Ne kötüsün.» «Ben seslenmeseydim Çieko ne yapacaktı?» «Buraya geldiğimden beri hep uyur gibi mi yapıyordun?» «Şu gelen genç bayan ne kadar mutlu görünüyor diye düşündüm. Ve bir parça da efkârlandım. Üstelik başım da ağrıyordu.» «Ben mi? Ben mi mutluymuşum?» «……………...» «Baş ağrın nasıl?» «Yok, geçti artık.» «Rengin solmuş.» «Yok, yok bir şeyim.» «Yüzün parıldayan bir kılıç gibi aydınlık.»
Description: