IMMANUEL KANT’IN İMAN ANLAYIŞI Hasan TANRIVERDİ Özet Kant’ın “Salt Aklın Eleştirisi”nin önsözünde söylediği ve onunla ilgili yapılan çalışmalarda vurgulanan şu söz dikkatimizi çekmektedir: “İmana yer bulmak için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldım”. Kant’ın bu sözünün, felsefesinin bir özeti olduğunu ve bu iki kavramın (bilgi ve iman) kritik felsefe açısından aynı öneme haiz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Kant ile ilgili ülkemizde yapılan çalışmalara baktığımızda onun bilgi anlayışına verilen önemin iman anlayışına verilmediğini görüyoruz. Kant; Tanrı’nın varlığı, hürriyet ve ölümsüzlük problemlerinin bir bilgi meselesi olmadığını ileri sürer. Bütün bilgilerimiz deney ile başlar ancak bunlar hakkında deney mümkün değildir; bu yüzden pratik akla dayalı bir iman söz konusudur. Teorik akıl tarafından aklın ideaları (Tanrı, hürriyet ve ölümsüzlük) olarak ortaya konulan fakat objektif gerçeklikleri ispat edilemeyen bu idealer, pratik akla dayalı iman sayesinde objektif gerçeklik kazanmışlardır. Anahtar Kelimeler: Bilgi, sezgi, deney, zan, kanaat, iman, teorik akıl, pratik akıl, idea, hürriyet, ruh, ölümsüzlük, Tanrı, irade. KANT'S UNDERSTANDING OF FAITH Abstract We draws our attention this sentence which Immanuel Kant in foreword of “Critic of Pure Reason” says and is emphasized in studies related to him: “I must, therefore, abolish knowledge, to make room for belief (glaube)”. We can say Kant’s this statement a summary of his philosophy and these two concepts (knowledge and faith) have the same importance in terms of critical philosophy. But we see that as are given to the importance of understanding of knowledge as are not given the understanding of faith when looking at about him made the studies in our country. Kant asserts that the problems of God’s existence, freedom and immortality aren’t the problem of knowledge. All of the knowledge starts with experiment. But the experiment about these subjects isn’t possible; therefore, faith based on practical reason is in question. The ideas (God, freedom and immortality) which have been brought up as the ideas of reason but their objective realities haven’t been proved on the part of theoretical reason, gain objective reality thanks to faith based on the practical reason. Key Words: Knowledge, intuition, experiment, opinion, conviction, faith, theoretical reason, practical reason, idea, freedom, soul, immortality, God, will. Bu makale Hasan Tanrıverdi’nin “Immanuel Kant’ta Bilgi-İman Ayrımı” (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Sütçü İman Üniversitesi, Kahramanmaraş 2004) adlı tezinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Yrd. Doç. Dr., Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Felsefesi ABD Öğretim Üyesi. Immanuel Kant’ın İman Anlayışı Giriş Kant, aklın kritiğinin yapılması ve sınırlanması gerektiği kanaatindedir; çünkü ancak bu sayede evrensel bilginin imkanı, kaynağı ve sınırları tespit edilebilecektir. Bu nedenle “Salt Aklın Eleştirisi”nde bilginin kaynağı, sınırları ve metafiziğin imkanı üzerinde durmuştur. Burada duyarlık ve anlama yetisinin kavramlarının fenomenler âleminde geçerli olduğu, düşünülür dünya ve bu dünyayla ilgili objeler hakkında objektif geçerliliğe sahip bilgi sağlamalarının mümkün olmadığı sonucuna varmıştır. Ancak her ne kadar teorik aklın bu âlem ve objelerle ilgili söyleyebileceği herhangi bir şey olmasa da insanda eşyayı bütün olarak kavrama eğilimi vardır. Dolayısıyla akıl bu alana ilgisiz kalamamaktadır. Aklın söz konusu eğilimi yapısından kaynaklanmaktadır. Bu eğilim aklı, duyulara konu olan fenomenler âlemi dışında başka bir âleme, yani numene ulaştırır. Numenin teorik akıl açısından sadece subjektif gerçekliği vardır. Objektif gerçekliğe sahip olduğu teorik akıl sınırları içinde kalındığı müddetçe ispatlanamamaktadır. Ancak numen hakkında bir bilgiye ulaşılamıyor olması, onun var olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu aşamada Kant kendinde şey hakkında bize veri sağlayacak bir yetimizin olup olmadığı sorusunu sorar. Onun bu soruya yanıtı olumlu olmuş ve bu yetinin pratik akla dayanan iman olduğunu belirtmiştir. Böylelikle teorik aklın varlığı hakkında bir şey söyleyemediği kendinde şey, pratik akıl sayesinde gerçeklik kazanmış olmaktadır. Kant; hürriyet, ruh ve Tanrı ideaları hakkında teorik akıl bazında hüküm verme zorunluluğumuz olmadığını ancak pratik aklın bizi bu metafiziksel 183 kavramlar hakkında hüküm vermeye zorladığını belirtmiştir. Ona göre, pratik akıldan kaynaklanan bu zorunluluk, bizi söz konusu kavramları kabul etmeye mecbur eder. Böyle bir kabulün gerçekleşmesi için bu kavramların ahlaki açıdan çelişki içermemeleri yeterlidir. Böylece teorik akıl açısından ihtimalli olan bu idealer, ahlaki açından objektif gerçeklik kazanmış olurlar.1 Dolayısıyla bizi imana yönlendiren teorik akıl değil, pratik aklın doğurduğu ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç ya da zorunluluk “rasyonel bir imanın tek mümkün temelidir”.2 Kant felsefesinde, bilginin sınırlarının sona erdiği yerde iradeye dayalı “ahlaki akıl inancı” ortaya çıkmaktadır. Bu inanç Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğüne olan inançtır. Ancak “Tanrı’nın ve ruhun ölümsüzlüğünün kesinliğine duyulan bir inanç değil, sadece bu kesinliğin talep edilmesidir.”3 Burada ahlaki akıl inancı kavramıyla kast edilen şey nedir? Bu inanç nasıl bir inançtır? soruları burada cevaplandırılması gereken sorular olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat konunun daha iyi anlaşılması bakımından “Kant’a göre inanç nedir?” sorusunu cevaplamaya geçmeden önce pratik akılla ne kastedildiğini açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir. I. Pratik Akıl 1 Kant, Immanuel, Pratik Aklın Eleştirisi, çev.: İ. Kuçuradi, Ü. Gökberk, F. Akatlı, TFK Yay., Ankara 1999, s. 147. 2 Erişirgil, Mehmet Emin, Kant ve Felsefesi, İnsan Yay., İstanbul 1997, s. 349. 3 Cassirer, Ernst, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev.: Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1996, s. 280. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Yrd. Doç. Dr. Hasan Tanrıverdi Kant; insanda hiçbir duyulur kuvveye benzemeyen bir melekenin, bir gücün varlığından söz etmektedir. Bu meleke duyulur bir kuvve değildir; bilakis davranışlar için kural koyucu olan salt bir düşüncedir. İşte bu meleke “pratik akıl”4 denilen şeydir. O, davranışlarımıza yön veren yetimizdir. O halde bizde, var olanı bildiren teorik aklın yanında, bir de olması gerekeni bildiren pratik akıl vardır. Teorik akıl, kategoriler ile deneyin birlikteliği sonucu bilgiye ulaşmakta, bunlardan biri olmadığı takdirde bilgi meydana gelmemekteydi. Ancak pratik akıl için böyle bir durum söz konusu değildir. Eğer “akıl salt olarak gerçekten pratikse”, yani iradeyi yönetmeğe elverişli ise, kendisinin ve kavramlarının gerçekliğini ve geçerliğini olaylara kanıtlar. O halde “eleştiri” kendini “salt pratik aklın bulunduğunu” iddia etmekle sınırlamamalıdır. Bu nedenle Kant, salt pratik aklı değil; pratik aklı araştırmıştır. Yani burada araştırılan şey ahlak yetisinin bizzat kendisidir.5 Pratik akıl ile teorik akıl arasından nasıl bir ilişki vardır? Bunlar birbirinden tamamen farklı olan iki akıl türü müdür yoksa aynı aklın farklı iki yetisi midir? Kant’a göre; tabiatı zaman ve mekân formları içinde, bir kanunlar sistemi halinde teorik olarak kavrayan akılla; pratik alanda “yapmalısın” emrini veren, kendisine ahlak kanunları koyarak insan iradesini bağımsız yapan akıl bir ve aynı akıldır.6 Teorik ve pratik akıl kanunları itibarıyla birbirinden ayrılmakla beraber, insanda uyum bir biçimde birleşmişlerdir.7 Akıl, teorik kullanımında duyuların sağladığı verileri düzenleyerek bir yargıya varmaktadır; yani burada akıl kendi dışındaki kaynaktan gelen verilerle ilgilenmektedir. Pratik kullanımında ise, nesnelerin kaynağı bizzat aklın kendisidir. Burada kendinden çıkan ahlak 184 kanununa uygun kararlar ya da ahlaki tercihlerle ilgilenmektedir.8 Pratik akıl; her türlü bedenî istek, eğilim ve deneysel verilerden uzak olup salt düşünceyle ilgilidir. Bu nedenle olsa gerek bazı araştırmacılar, pratik aklın kuru, soyut ve belirsiz bir akıl olduğunu iddia etmişlerdir.9 Kant, aklın kullanımını teorik ve pratik olarak ayırmakla birlikte teorik aklı, pratik akla tâbi kılmıştır. Pratik akıl, teorik akıl karşısında bir üstünlüğe ve önceliğe sahip olduğundan haklı olarak ona etki eder.10 “Salt Aklın Eleştirisi”nde, teorik aklın metafiziksel konularda bilgi iddiasının anlamsızlığını ortaya koyan Kant, aklın ilgilenmeden duramadığı bu konularda bize ışık tutacak başka sebepler aramaya geçmiştir. Ona göre; duyusal sezgi dışında, yani teorik olmayan bir sebep, teorik olarak mümkün görülen numenin gerçekliğini ortaya koyar ve ona kesinlik sağlarsa kendinde şeyin varlığına inanılması gerekecektir. İşte Kant felsefesinde, kedinde şeyin hakikatini ortaya koyan ve kesinlik sağlayan bu sebep aklın pratik yetisidir. Burada Kant’ın 4 Akarsu, Bedia, Immanuel Kant’ın Felsefesi/Ahlak Öğretileri-2, İÜEF Yay., İstanbul 1968, s. 55. 5 Kant, Immanuel, Seçilmiş Yazılar, çev.: Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 93. 6 Heimsoeth, Heinz, Immanuel Kant’ın Felsefesi, çev.: Takiyettin Mengüşoğlu, İÜEF Yay., İstanbul Matbaası, İstanbul 1967, s. 160; Erişirgil, a.g.e., s. 232. 7 Heimsoeth, a.g.e., s. 65. 8 Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, TDV Yay., Ankara 1996, s. 32. 9 Ayrıntılı bilgi için bkz., Topçu, Nurettin, Bergson, Hareket Yay., İstanbul 1968, s. 35. 10 Heimsoeth, a.g.e., s. 154. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Immanuel Kant’ın İman Anlayışı ikinci tenkidiyle, yani pratik aklın tenkidiyle karşılaşmaktayız. Böylece inanç alanına geçilmiş olunmaktadır. Kant, “Pratik Aklın Eleştirisi”nde ilkelerden kavramlara, kavramlardan da duyulara gidileceğini belirtmiştir. Çünkü burada konumuz iradedir; bu yüzden akıl nesnelerle bağlantısı açısından değil de, bu iradeyle ve onun nedenselliğiyle bağlantısı açısından ele alınacaktır. Bu nedenle deneysel olarak koşullanmamış nedenselliğin ilkelerinden başlanması gerekmektedir. Böyle bir iradeyi belirleyen ilkelerle ilgili kavramları saptamayı, bunları nesnelere, sonra özneye ve öznenin duyusallığına uygulanması ile ilgili kavramları kurmayı ondan sonra deneyebiliriz.11 Kant’a göre, felsefenin iki ana konusu vardır: tabiat (var olan şeyler) ve ahlâk (olması gereken şeyler). İnsanın kendisini iç ve dış dünyanın tefekküründen bir türlü alamamaktadır.12 Kant’ın imana yer bulmak amacıyla inkâr etmek zorunda kaldığı bilgi metafiziksel bilgidir. Buradaki iman ise, şu veya bu dinin esaslarına iman değil; salt ve pratik aklın kendisinde taşıdığı bilginin açık ve kesin olduğuna, ahlaki emirlerin yerine getirilmesindeki zorunluluğa olan imandır. Kant’a göre; bu alanda yani, inanç alanında bilginin inkâr edilmesinde endişe edilecek bir durum yoktur. Hatta Kant, bu sahada bilginin arzu edilirliğinden bile şüphe etmektedir. Çünkü eğer Tanrı, inancın değil de bilginin konusu olsaydı hürriyetten ve ahlakın otonomluğundan söz etmek mümkün olmayacaktı.13 Kant, burada, inanç alanında nazari aklın ve sathi rasyonalizmin ne ölçüde yetersiz kaldığını ortaya koymaya çalışmaktadır.14 Ancak inancın bilgiden ayırılması, inancın irrasyonel bir alana 185 itilmesi anlamına gelmemektedir. Şöyle ki; bizi inanmaya sevk eden ahlak delili bir fizik ya da metafizik olgudan hareket etmemesine rağmen ahlaki verilerin gerçekliği söz konusudur. Bu nedenle ahlaki veriler rasyonelliğin en açık 11 Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, s. 17-18; Kant, Seçilmiş Yazılar, s. 104; Erişirgil, a.g.e., s. 206-207. 12 İki şey üzerinde ıslarla düşünüldüğünde, insanın ruhsal yapısı yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç saygıyla doluyor: üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlâk yasası. Her ikisini de karanlıklarda gizlenmiş ya da ufkumun ötesinde aşkın alanda imişlercesine aramama, tahmin etmeme gerek yok; onları önümde görüyorum ve doğrudan doğruya varoluşumun bilincine bağlıyorum. Birincisi, duyulur dünyada benim bulunduğum yerden başlıyor ve içinde bulunduğum bağlantılar ağını, dünyalar üzerine dünyalardan ve sistemler sistemlerinden oluşan, periyodik hareketlerin sınırsız zamanlarına, bu zamanların başlangıcına ve devamına doğru uzanan uçsuz bucaksız büyüklüğe dek genişletiyor. İkincisi, görünmez benliğimde, kişiliğimde başlıyor ve kendimi gerçek sonsuzluğu olan, ama sadece anlama yetisince fark edilebilen bir dünya içinde gözümün önüne getiriyor. Bu dünyayla kendimi, orada olduğu gibi rastlantısal bir bağlantı içinde değil, genel ve zorunlu bir bağlantı içinde tanıyorum. İlk görünüm, sayısız dünyaların çokluğu görünümü, benim, kısa bir süre için yaşama gücüyle donatıldıktan sonra, kendisinden oluştuğu maddeyi bu gezegene geri vermesi gereken hayvansal bir yaratık olarak önemini adeta yok eder. Buna karşılık, ikincisi, düşünen bir varlık olarak değerimi, kişiliğim aracılığıyla, sonsuza kadar artırır; çünkü bu kişilikte ahlâk kanunu, hayvanlıktan, hatta bütün duyulur dünyadan bağımsız bir yaşamı açığa çıkarır. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, s. 174-175. 13 Aydın, Mehmet, Kant ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak İlişkisi, TDV Yay., Ankara 1991, s. 52. 14 Aydın, Mehmet, Allah'ın Varlığına İnanmanın Akliliği, İslami Araştırmalar, sayı: 2, yıl: 1986, s. 15. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Yrd. Doç. Dr. Hasan Tanrıverdi belirtileridir; çünkü burada davranışlarımızı düzenleyen akıl faaliyet gösterir.15 Böylece teorik akıl açısından çözümsüz olan konular pratik aklın devreye girmesiyle açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Pratik akıl bizi olgular dünyasından gerçeklikler alanına taşımakta, böylece teorik akıl açısından belirsiz olan kendinde şey objektif gerçeklik kazanmaktadır. Dolayısıyla teorik akıl olan hakkında, pratik akıl ise olması gereken hakkında yargıda bulunan yetimizdir. Pratik akıl hakkında bu bilgileri verdikten sonra şimdi “Kant’a göre inanç nedir?” sorusunun cevaplamaya geçebiliriz. II. Zan, Kanma ve İnanç Epistemolojik açıdan önermelerle ilgili zihinsel tutumlarımız genel olarak zayıftan güçlüye doğru; şüphe, zan, inanç ve bilgi şeklinde sıralanmaktadır. Şüphe, zihnin bir önermenin içerdiği hükmü ret ya da kabul konusunda bir sonuca varamadığı, bu yüzden kabul veya inkârdan biri yönünde zayıf da olsa bir sonuca ulaşamadığı aşamadır.16 Kant’a göre, bir şeyi doğru sayma (the holding of a thing to be true) anlama yetisinde gerçekleşen bir olaydır. Doğru saymanın, objektif temeller üzerine dayanıyor olması gerekmekle birlikte, yargıda bulunanın zihninde subjektif nedenlerinin de bulunması gerekir. Buradan hareketle filozof objektif temeller üzerine dayanan, yani objektif yeterliliğe sahip olan yargıları kanaat (conviction) diye isimlendirmiştir. Dayanağı sadece öznenin kendine özgü karakterinde bulunan yargıları ise kanma (persuasion) olarak adlandırmıştır. Kanma, salt bir illüzyondur; yargının dayanağı sadece öznenin kendisinde bulunmasına rağmen objektif addedilmiştir. Ancak bu tür bir yargının sadece 186 kişisel geçerliliği vardır. Yani sadece o yargıya sahip olan kişi için geçerlidir, başkasıyla paylaşılma özelliğine sahip değildir. Ancak hakikat (truth), nesne ile uygun olma prensibine dayandığından bütün anlama yetilerinin yargılarının birbiriyle uyum içinde olması gerekir.17 Kant’ın, yargılarımızı sınıflarken bir yargının sadece ona sahip olan kişi mi yoksa diğer bireyler için de geçerli mi olup olmadığını göz önüne alarak bir tasnif yaptığını görmekteyiz. Kant’a göre; doğru saymanın bir kanaat mi yoksa kanma mı olduğunu anlamanın mihenk taşı dışsaldır; yani başkalarıyla paylaşılabilme ve akıl sahibi herkes için geçerli olabilme özelliğine sahip olma imkânıdır. Burada, bireysel farklıklara rağmen, tüm yargıların birbiriyle uyum içinde olmalarının nesne ile uygunluk içinde olmaları ortak zemininden kaynaklandığı varsayımı ortaya çıkar ki, böylece yargının doğruluğu kanıtlanmış olur. Ancak özne, yargıyı sadece kendi zihninin bir fenomeni olarak gördüğü sürece, kanma kanaatten subjektif olarak ayırt edilemez. Dolayısıyla bir yargının bizim için geçerli olan zeminlerinin başka akıllarda da bizim üzerimizde bıraktığı etkiyi bırakıp bırakmadığını araştırmak kanaat üretmek için değil de yargının sadece kişisel geçerliliğini, yani onun içindeki kanmaya sebep olan unsuru ortaya çıkarmak için bir araçtır, fakat 15 Aydın, a.g.e., s. 52. 16 Özcan, Hanifi, Epistemolojik Açıdan İman, MÜİF Yay., İstanbul 1992, s. 33. 17 Kant, Immanuel, The Critique of Pure Reason, trans.: J. M. D. Meiklejohn, The Pennsylvania State University, Electronic Classics Series, Faculty Edito Jim Manis, Hazleton 2010, s. 458. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Immanuel Kant’ın İman Anlayışı bu subjektif bir araçtır.18 Buradan hareketle Kant, sadece kanaate sahip olabileceğimizi, yargımızın herkes için zorunlu olarak geçerli olduğu iddia edemeyeceğimizi belirtmiştir. “Eğer kendimce uygunsa kanmayı kendi adıma kabul edebilirim, fakat onu kendi dışımda birine benimsetmeye teşebbüs edemem ve etmemem gerekir.”19 Kant, doğru-kabul etme ya da yargının subjektif geçerliliği ile kanaat arasındaki ilişkide zan, inanç ve bilgi olmak üzere üç aşamadan bahsetmektedir. Zan (opinion), objektif açından olduğu kadar subjektif açıdan da yetersiz olduğunun bilincinde olunan doğru saymalardır. Kendinde salt problemli bir yargının, en azından, hakikat ile ilişkisinin ne olduğu bilinmeksizin zannın hiçbir şekilde göze alınmaması gerekir. Ayrıca bu ilişkiyi sağlayan kuralın da kesin olması gerekir. Çünkü zandan daha öteye geçemediğimizde, her şey hayal gücünün bir oyunu olarak kalacak ve gerçeklik ile ilişkisi kurulayamayacaktır. Kant’a göre, salt akıl aracılığıyla ulaşılan yargılarda zanna yer yoktur. Çünkü bu tip yargılar deneysel temellere dayanmazlar. Her şeyin zorunlu olduğu yerde, her şeyin a priori olarak bilinmesi gerektiği için, bağlantı ilkesi evrensellik ve zorunluluğu, dolayısıyla da tam kesinliği gerektirir. Aksi takdirde bizi hakikate götürecek bir rehbere sahip olamayacaktık. O halde salt matematikte zan saçmadır; çünkü burada ya bilmemiz ya da yargı oluşturmaktan kaçınmamız gerekir. Ahlak ilkeleri için de aynı şey geçerlidir, çünkü bir hareketin ona izin verildiği zannıyla değil de öyle olduğu bilindiği için yapılması gerekir. Ancak aklın transendental kullanımında bilgi kelimesine oldukça güçlü kalırken zan terimi oldukça zayıf kalmaktadır. Bu nedenle burada salt spekülatif açıdan hiçbir 187 yargıda bulunulamaz. Çünkü yargının subjektif temelleri, empirik destekleri olmaksızın yürürlükte kalamayacakları ve aynı şekilde başkalarına aktarılamayacakları için spekülatif araştırmalarda hiçbir kabul görmezler.20 Deneysel temele dayanmayan, salt akla dayanan yargılarda zanna yer olmadığından salt matematiğin ve ahlaki yargılar zandan çok daha fazlasını ifade etmektedirler. Objektif ve subjektif açıdan yetersiz olan yargılara zan denildiğine göre objektif ya da subjektif açıdan yeterli olan veya her iki açıdan da yeterli olan yargılara ne denilmektedir? Eğer bir yargı “subjektif olarak yeterli olup objektif açıdan yeterli görülmüyorsa buna inanç (belief) denir. Hem objektif hem de subjektif açıdan yeterli ise bilgi (knowledge) denir”.21 İnanç, inanan kişinin sahip olduğu yargının objektif açıdan yetersiz olduğunun bilincinde olduğu doğru saymalardır. İnanan kişinin yargısının objektif açıdan yetersiz olduğunun farkında olması mantıken zorunludur. Çünkü inanç, teorik açıdan kanıtlanamaz veya bu yolla sahip olunan yargıları destekleyecek herhangi bir delil gösterilemez. Bu özelliği inanç, bilmeden ayrılır.22 Bu bağlamda inanç kavramı, bir ideanın 18 Kant, a.g.e., s. 458. 19 Kant, a.g.e., s. 459. 20 Kant, a.g.e., s. 459. 21 Kant, a.g.e., s. 459. 22 Kant, Immanuel, Religion Within The Boundraries of Mere Reason, edit.: by A. Wood, G. di Giovanni, Cambridge University Press, Cambridge, New York 1998, s. 13; Wood, W. Allen, Kant’s Moral Religion, Cornell University Press, Ithaca and London 1970, s. 16. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Yrd. Doç. Dr. Hasan Tanrıverdi sağladığı rehberlik ile bizi ideayı kabule zorlayan ama yine de spekülatif açıklamasını yapacak konumda olmamızı gerektirmeyen akli faaliyetler üzerindeki subjektif etkiyi ifade etmektedir.23 Fakat teorik olarak yetersiz olan bir yargı inanç olarak isimlendirilmesi yalnızca pratik bakış açısıyladır. Buradaki pratik referans, birisi keyfi ve tesadüfî diğeri mutlak ve zorunlu gayelerle ilgili olmak üzere maharet ya da ahlakla ilgili olabilir.24 Zan ile bilgi arasında yer alan, bilgiden daha az kesin olması itibariyle bilginin bir alt basamağında yer alan zihinsel durumun inanç olduğunu; imanın, inanç ile aynı anlama gelmediğini, inanç ve bilginin imana temel oluşturduğunu bu anlamda imanın bilgiden daha kesin bir zihinsel durumu dile getirdiğini iddia eden düşünürler de bulunmaktadır. Ancak Kant’ın eserlerinde inanç ve iman (belief and faith) şeklinde bir ayrım göremiyoruz. Zaten Almanca’da böyle bir ayrım bulunmamakta bu iki terim “glaube”25 kavramıyla ifade edilmektedir. İman eyleminde imana konu olan obje, inançta olduğu gibi duyulara konu olmayan, duyular üstü, metafiziksel ve aşkın bir objedir. Bu objeler deneysel doğrulamaya açık olmadıkları için onlar hakkında bilimsel bilgideki anlamıyla objektif kesinliğe sahip bir yargıya, bilgiye ulaşmak mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla iman subjektif kesinliğe sahip olup, bilginin taşıdığı objektif kesinlikten yoksundur. Bu nedenle epistemik olarak imanın bilgiden daha kesin olduğunun söylenemeyeceği kanaatindeyiz.26 Kant’ın inanç-bilgi ayrımında temel aldığı kriter yargıların taşıdığı kesinliktir. Bilgi hem objektif hem de subjektif yeterliliğe sahip olmakla sadece 188 subjektif yeterliliğe sahip olan inançtan ayrılmakla birlikte bu ikisi arasında bir takım benzerliklerden de söz edilebilir. O, inanç ve bilgi kavramlarını basit bir kabulden ziyade bir kanaat şekli olarak tarif etmiştir. Her ikisinin de yetersiz yargılar olduğu şeklindeki anlayışa karşı çıkmıştır. Bu kavramlar bilinen ya da doğruluğuna inanılan yargıları ifade etmede kullanılırlar. Hem inanılan hem de bilinen yargılar teorik yargılar olarak addedilebilir. Bu nedenle Tanrı’nın varlığı ve ölümsüzlük ahlaki argümanların temeli olarak ileri sürülebilir. Fakat bu, bizzat argümanların kendilerinin teorik olduğu veya bu iddiaların bir bilgi türü olduğu anlamına gelmez.27 İnanç ve bilgi, yargılarla ilgili zihinsel durumlarımızı dile getiren kavramlardır. Bilgi, kendileriyle aynı varlık düzleminde bulunduğumuz, deney ve gözleme konu olan objelerle ilgili zihinsel durumumuzu dile getirirken, inanç; kendileriyle aynı varlık düzleminde bulunmadığımız, deney ve gözleme konu olmayan objelerle, kendinde şeylerle ilgili zihinsel durumumuzu dile getirmektedir. Burada inancın bilginin sahip olduğu kesinliğe sahip olmaması, zorunluluk ve yeterlilik bakımından bilginin bir alt basamağında yer alması sadece teorik açıdandır. İnanç, inanan açısından bilginin sahip olduğu kesinlikten daha az bir kesinliğe sahip değildir. Bu anlamda bir olasılık, hakkında yeterli delil 23 Kant, a.g.e., s. 462. 24 Kant, a.g.e., s. 460. 25 Tan, Necmettin, Immanuel Kant’ın İman Anlayışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara 2008, s. 106. 26Ayrıntılı bilgi için bkz., Tanrıverdi, Hasan, İnancın Rasyonelliği Sorunu (John Hick Örneği), Basılmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya 2010, s. 1-20. 27 Wood, a.g.e., s. 14-15. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Immanuel Kant’ın İman Anlayışı bulunmadığı için öylesine yapılmış bir tercih ya da kabul değil de hiçbir şüphe içermeyen bir kabuldür. Dolayısıyla inanç inanan açısından tam bir kesinliği dile getirmekte, bu anlamda bilgiden daha kesin ve güvenilir bir tutum olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu kesinlik subjektiftir, bu durum çünkü inanç objelerinin deneye ve gözleme konu olmamalarından kaynaklanmaktadır. Kant; bazı yerlerde inancı, güven anlamında da kullanmıştır. Bu bağlamda inanç, gücümüzün yettiği şeyleri yaptıktan sonra gücümüz dışında kalan şeyleri Tanrı’nın tamamlayacağına güvenme ve inanma anlamına gelmektedir.28 Güven anlamındaki inanç, herhangi bir dini formüle bağlanmaktan değil, pratik aklın ilkelerinden doğmuştur. O, ahlak duygumuzun dokusuna o kadar sinmiştir ki hiçbir spekülatif delil onu bizden ayıramaz.29 Bu güven, bedensel ve duyusal zevkler nedeniyle Tanrı’ya duyulan bir güven değildir. Tanrı’ya duyulan bedensel hazdan kaynaklanan güven, bu yöndeki eğilimleri karşılayabilmek için Tanrı’nın harekete geçirilebileceğine olan inançtan kaynaklanır. Ancak Tanrı’nın bu doğrultuda harekete geçirilebilecek bir motiv olarak düşünülmesi mümkün değildir. Bu tür bir güven, Tanrı’nın sınanması anlamına gelir. Yani bu Tanrı’yı denemeye kalkışmak demektir. Bu nedenle Tanrı’nın şefkat ve kutsallığına göre hem ahlaki açından bize yardımda bulunacağına hem de bizi mutlu edeceğine duyduğumuz güven mutlak olmalıdır. Manevi güvenin tek objesi; insanın salt ahlaklılığı, kutsallığıdır ve ahlaklılık şartı altındaki sonsuz mutluluğudur. Buna kesin olarak inanabilir ve mutlak güven duygusu besleyebiliriz.30 Güven anlamındaki inançta Tanrı’nın iradesine tam bir teslimiyet söz 189 konusudur; öyle bir teslimiyet ki, Tanrı’dan bir şeyi dilemek bile hoş görülmemektedir. Ancak böyle bir durumda teist dinlerde önemli bir yeri olan dua kavramı gereksiz bir eylem haline gelmiş olacaktır. Buradaki bir diğer önemli husus ise; güven her şeyden vazgeçerek, kendi gücümüz nispetindeki işleri bile Tanrı’ya havale etme anlamına gelmemektedir. Bilakis kendi gücü nispetinde elinden geleni yaptıktan sonra sonuç her ne olursa olsun Tanrı’ya teslim olma anlamına gelmektedir. Kant “Salt Aklın Eleştirisi”nde inancı; pragmatik inanç, spekulatif-dogmatik inanç ve ahlaki-pratik inanç olmak üzere üçe ayırmıştır. Kant’ın bunlarla ne kastettiğine geçmeden önce, epistemolojik açıdan önermelerle ilgili zihinsel durumlarımızın farklılıklarını açıklarken temel kriter olarak aldığı yeterlilik (sufficiency) kavramıyla ne kastettiğini açıklamamız konunun daha iyi anlaşılması açısından faydalı olacaktır. III. Objektif ve Subjektif Yeterlilik Kant, objektif ve subjektif olmak üzere iki tür yeterlilikten bahsetmektedir. Objektif yeterlilik, bir yargının akıl sahibi olan herkes için geçerli olması; subjektif yeterlilik ise bir yargının sadece o yargıya sahip olan kişi için geçerli olması durumudur. Bu yüzden “subjektif yeterlilik kanaat terimi ile ifade 28 Kant, Immanuel, Ethica, Etik Üzerine Dersler, çev.: Y. Özcan, O. Özügül, Pencere Yay., İstanbul 2003, s. 109. 29 Aydın, a.g.e., s. 47. 30 Kant, a.g.e., s. 109-110. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Yrd. Doç. Dr. Hasan Tanrıverdi edilirken, objektif yeterlilik kesinlik terimi ile ifade edilmektedir”.31 Objektif yeterlikte belirleyici olan unsur, nesne ile uygunluktur. Bu anlamda doğru, yargı ile nesnenin uyuşması demektir. Bu nedenle doğru yargı, tüm insanlar tarafından kabul edilebilecek bir özellikte olacaktır. Burada nesne ile yargı arasında uyum söz konusu olduğundan, insanlar aynı nesne hakkında aynı yargıya varabileceklerdir.32 Dolayısıyla objektif yeterlilikte kişisel kanaat ve fikirlerden ziyade onların üstünde ortak bir payda da buluşma vardır. Subjektif yeterlilikte ise kişisel bir kanaat söz konusudur, böyle bir yargı herkes tarafından kabul edilebilecek kesinliğe sahip değildir. Bu anlamda inanç, subjektif bir kanaatten ileri gidemezken bilgi hem böyle bir kanaate hem de herkes tarafından kabul edebilecek bir kesinliğe sahiptir. Bu bakımdan inanç içerdiği subjektif yeterlilik nedeniyle bilgi ile zannın arasında yer almaktadır. Objektif açıdan yetersiz olması bakımından bilgiden, subjektif açıdan yeterli olması bakımından da zandan ayrılmaktadır. Subjektif yeterliliğe sahip olduğu halde objektif yeterliliğe sahip olmayan yargılar hangilerdir? Hem objektif hem de subjektif yeterliliğe sahip olan yargılarımız var mıdır? Eğer varsa bunlar nelerdir? Kant’a göre, subjektif yeterliliğe sahip olan yargılarımız “algı yargıları”dır. Hem objektif hem de subjektif yeterliliğe sahip olan yargılarımız ise “deney yargıları”dır. Şöyle ki; odanın sıcak, şekerin tatlı olduğu vb. algı yargıları tamamen subjektif yeterliliği olan yargılardır. Burada her zaman böyle olmalı ya da başkaları da benim kabul ettiğim gibi kabul etmeli diye bir şart yoktur. Bu tür yargılar sadece iki duyumun aynı özneyle, yani benle olan ilişkisini ifade ederler. Bu nedenle obje açısından geçerli olmayabilirler. Deney yargılarında ise durum 190 tamamen farklıdır diyebiliriz. Çünkü deney, bize belirli şartlar altında öğrettiğini aynı şartlar altındaki başka birine de öğretmektedir. Bu yüzden onun yeterliliği veya geçerliliği sujeyle ya da o anki durumla sınırlı değildir. Bu tür yargılar objektif yeterliliği olan yargılardır.33 Tüm yargılarımız ilk anda sadece bizim için geçerlidir, yani tüm yargılarımız algı yargısı olarak başlar. Ancak bununla yetinmeyip onları başka objelerle ilişkilendirmek ve diğer özneler için de geçerli kılmak isteriz. Bu isteğimizi karşılayacak olan bir yargının nesneye uygun olması gerekir. Çünkü ancak nesneye uygun bir yargı, o nesne hakkındaki diğer yargılarla uyuşabilir. Bu tür yargılar, deney yargılardır. O halde deney yargılarının evrenselliği, zorunlu ve genel geçer olmasından kaynaklanır. Bu nedenle objektiflik ve evrensellik birbirinin yerine kullanılabilirler. Deney yargıları objektifliklerini, objenin dolaysız bilgisinden almazlar, bilakis deney yargıların evrenselliği şartından alırlar. Bu şart deneysel, hatta duyusal koşullara değil de salt anlama yetisi kavramına dayanır. Biz her ne kadar kendinde şey olarak nesneleri bilmesek de bir yargıyı evrensel, dolayısıyla zorunlu kabul ettiğimizde o yargı objektif yeterliliğe sahip demektir.34 Objektif ve subjektif yeterlilikten ne kastedildiğini açıkladıktan 31 Kant, a.g.e., s. 459. 32 Kant, a.g.e., s. 458. 33 Kant, Immanuel, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, çev.: İoanna Kuçuradi, Yusuf Örnek, TFK Yay., Ankara 2002, s. 48-49. 34 Kant, a.g.e., s. 49-51. Kant, subjektif ve objektif yeterliliği değişik yerlerde farklı anlamlarda kullanmıştır. Bazı yerlerde objektif yeterliliği “herkes için geçerli olma” şeklinde tanımlamış Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2 Immanuel Kant’ın İman Anlayışı sonra pragmatik, spekülatif-dogmatik ve ahlaki-pratik inanç ile ne kastedildiği açıklamaya geçebiliriz. 1) Pragmatik İnanç: Kant’a göre, bir şeyi kendimize amaç edindiğimizde, ona ulaşmanın koşulları varsayımsal olarak bellidir. Bu zorunluluk, eğer bizi amacımıza ulaştıracak başka bir koşul bilmiyorsak, subjektif ama yine de sadece karşılaştırmalı (comparatively) olarak yeterlidir. Eğer hiç kimsenin bizi amacımıza ulaştıracak başka mümkün bir koşul bilmediğini kesin olarak biliyor isek bu zorunluluk mutlaktır ve herkes için yeterlidir. Buradaki ilk varsayım, salt tesadüfî bir inançtır; ikincisi ise zorunlu bir inançtır. Kant bunu şöyle bir örnekle açıklamıştır: Bir doktor risk altında bulunan bir hastası için belli bir tedavi yöntemi izlemek zorundadır, fakat hastalığın ne olduğunu tam olarak bilememektedir. Hastalığın belirtilerine bakarak, kendisince en doğru karar olan verem sonucuna varır. Ancak onun bu inancı, kendi yargısı içinde bile ihtimallidir, bir başkası hastalığın ne olduğu konusunda daha doğru karar verebilir. İhtimalli inançlar, yine de belirli amaçların elde edilmesinde zemin teşkil ettikleri için Kant, bu tür inançları pragmatik inanç diye isimlendirmiştir.35 Bu inanç, bizi amacımıza ulaştıracak tek seçecek değildir. Ancak amacımıza ulaşmamızda zemin teşkil eder. Bu örneğe, doğrulanmış inançların özgün bir örneğini sunmuyor diye itiraz edilebilir. Şöyle ki; böyle bir durumdaki doktorun inancının tek haklı çıkarımı, hastasının verem olması yönünde gerçek bir kanıta sahip olması olacaktır. İnancı, ancak böyle bir delil tarafından desteklendiği takdirde doğrulanmış olacaktır. 191 Dolayısıyla bu inancının doktor için tehlikeli bir lüks olduğu ileri sürebilir, hatta bu iyi niyetin (good faith) sağladığı bir lüks de değildir. Ancak bu itirazda gözden kaçırılan husus, Kant’ın bu olayı epistemik açıdan ele almadığıdır. Burada önemli olan inanç ve onun haklı çıkarımı sağlayacak olan dayanaklar değildir, bilakis inanç ile aksiyon arasındaki ilişkidir. Her ne kadar söz konusu örnekteki doktorun inancı ihtimalli bir inanç olsa da, inancı hakkında sağlam dayanaklara sahip olmasa da hastaya müdahale edebilmek için bir karar vermek zorundadır. Burada pratik bir gaye güdülmektedir. Bu nedenle böyle bir inanç, pragmatik bir inançtır; ihtimalli olsa da sonuç ve amaç bakımından zorunluluğa sahiptir. Bu durumda kararın ertelenmesi ihmalkârlık olarak değerlendirilebilir.36 Dolayısıyla pragmatik inanç, bir konu hakkında kesin bir karara sahip olmaktan ziyade ihtimalli bir karara sahip olma durumudur. Kant’ın bahsettiği örnekte kesin bulgu ve delillere sahip olunmadığı halde, eldeki verilerden hareketle mevcut durum hakkında bir fikir geliştirme, bir kanaate varma söz konusudur. Bu inançtaki dayanaklar, objektif temellerden yoksun olup tamamen subjektiftir, yani inanç sahibinin o konudaki ön görüsüne dayanmaktadır. Bu nedenle kişisel geçerliliği vardır, aynı hasta hakkında bir başkasının daha isabetli karar vermesi her zaman mümkündür. ve doğru bir kanaatin (inancın) yalnızca “objektif yeterlilik”ten doğabileceğini söylemiştir. Başka bir yerde ise, ahlaki inanç, subjektif olarak kesin ve herkes için yeterlidir, aynı zamanda o doğrulanmış bir iman türüdür demektedir. Bir başka yerde ise pratik açıdan teorik olarak yetersiz doğruların kabulüne inanma denilebileceğini söylemiştir. Bu objektif yeterlilik, “teorik yeterlilik” anlamında kullanılmıştır. Wood, a.g.e., s. 15-16. 35 Kant, The Critique of Pure Reason, s. 460; Wood, a.g.e., s. 18. 36 Wood, a.g.e., s. 20. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/2, c. 1, sayı: 2
Description: