Hilâfetin Ilgasının Arka Planı Şeyhü’l-İslam Mustafa Sabri Efendi İçindekiler Birinci Bölüm .................................................................................................................................... 3 Mustafa Sabri'nin Hayatı ve Dönemi ........................................................................................... 3 Mustafa Sabri'nin Dönemindeki Olaylara Bakışı ve Olayları Tahlili ......................................... 6 Şeyh'in İlmi ve Ahlâkı .................................................................................................................. 8 İlmî Tutumu ................................................................................................................................. 9 Bazı Görüş ve Tavırları ................................................................................................................. 11 Akidenin Önemi Konusunda...................................................................................................... 12 Kitabın Ortaya Çıkardığı Bazı Gizli Sırlar .................................................................................. 13 Hilafetin İlgasında M. Kemal Atatürk'ün Rolü .......................................................................... 15 Osmanlı Hilafeti Hakkında Birkaç Söz ...................................................................................... 15 Haçlı Avrupa'nın Düşmanlığı ..................................................................................................... 18 Osmanlı Hilafeti Sömürü Değildir ............................................................................................. 21 Siyasî Görüşleri ........................................................................................................................... 24 Din ve Siyasetin Ayrılmazlığı ..................................................................................................... 24 1 - İslâm ve Hüküm Usulü Kitabına Cevap ............................................................................. 25 2 - Dini Siyasetten Ayırmanın Gayrimeşruluğu ..................................................................... 27 Dini Siyasetten Ayırmanın Hakikati ..........................................................................................29 Gayrimüslim Azınlıklar .............................................................................................................. 32 Din Alimlerinin İmtiyazı ............................................................................................................ 33 Şeyhin Siyasi Nazariyeleri ........................................................................................................... 33 İftiraya Uğrayan Halife Sultan Abdülhamid .............................................................................. 34 Mithat Paşa'nın İç Yüzü .............................................................................................................. 38 İkinci Bölüm ................................................................................................................................... 40 Giriş ............................................................................................................................................ 40 Laik Hükümet ............................................................................................................................. 45 İzmir'in Fethi İslâm ve Şeriate Yönelik Saldırılara Zemin Hazırlıyor ....................................... 47 Hilafetin Hükümetten Soyutlanması ........................................................................................ 49 Fransız Devrimini Taklit ............................................................................................................. 55 Hilafet Konusundaki Mezhebim ................................................................................................ 58 Kadın ve Erkekler Arasındaki Mahremiyetin Kaldırılması ....................................................... 71 Kavmiyetçi Düşünce ................................................................................................................... 72 Şer'î Mahkemelerin İlgası ........................................................................................................... 75 Dinden Dönmek ........................................................................................................................ 80 Mustafa Kemal'in Bir Gazeteye Verdiği Demeç ve Bunun Tahlili ........................................... 84 Bozkurt Meselesi ........................................................................................................................ 86 İttihatçı ve Kemalistlerin İç ve Dış Politikalarının Değerlendirilmesi......................................92 İzmir'in Fethi Neye Vesile Yapıldı? ............................................................................................97 İslâmî Açıdan Türkiye'deki İki Parti ........................................................................................ 108 İttihatçı ve Kemalistlerin Dine Mugayir Tavrı .......................................................................... 110 İzmir Düşmanlardan Alınıyor ve Yıkılıyor ................................................................................ 112 Bir yönetimin dini İslâm'dır demekle dini İslâm olmaz. Geçmiş ve hazır tüm işaretler, bu yönetimin İslâm'la hiçbir ilgisi olmadığını göstermekte. Bir hükümetin dininin İslâm olması demek; İslâm'ın o hükümet katında fonksiyon icra etmesi demektir. Daha önce defalarca isbat ettiğimiz gibi bu yönetim, hilafeti işlevinden uzaklaştırarak, dinden çıkmıştır. Ümmetin dinine iki açıdan bakmak gerekir: 1 - Ümmete mensup fertlerin kendi özgür iradeleriyle İslâm'ı seçip, Müslüman olmaları. Yani ümmeti oluşturan bireylerin Müslümanlığı. 2 - Müslüman bireylerin oluşturdukları ve yönetimin Müslüman olması. Zira, İslâm, birey ve toplum arasını ayırmamıştır; bilakis sosyal olgularla çok yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir ümmetin Müslüman sayılabilmesi için; fertlerinin yanısıra, cemiyetlerinin de Müslüman olması, İslâm şeriatı hükümlerine bağlı kalması lazımdır. Ümmet bireyleri, İslâm şeriatına boyun eğdiği halde, bu bireylerin oluşturduğu cemiyet ve devlet boyun eğmiyorsa o ümmetin İslâm'ı sahih olmaz. İttihatçıların imamı, Kemalist Cumhuriyetin mimarı Ziya Gökalp ve Halk Partisi'nin programında açıkça ifade ettikleri gibi, yeni Türk yönetimi şer'î hükümlerle bağlı değil, tamamen özgürdür. Herhangi bir dinî kontrol tanımamaktadır. Eğer ümmet, böyle bir hükümeti seçip hoşnutlukla kabullenirse, bana göre kesinlikle dinden çıkar. Bundan şüphe eden de dinden çıkar. Mürted olmuş olur. Tevbe edip, dinî hüküm ve dinî yönetime dönmedikleri sürece Müslüman sayılmazlar. (Mustafa Sabri) Birinci Bölüm Mustafa Sabri'nin Hayatı ve Dönemi İlim tahsiline önce memleketi Tokat'ta başladı. Sonra tahsilini devam ettirmek üzere babasından izin alarak Kayseri'ye gitti. Kayseri o dönemde Anadolu şehirleri içinde âlimleriyle meşhur bir yöreydi. Yine aynı amaçla buradan İstanbul'a gitti. Tüm bu yolculukları oğlunun büyük bir âlim olarak yetişmesini isteyen babasının özlemini gerçekleştirmek için yaptı. Daha sonra 22 yaşında, Fatih Camii'ne müderris olarak tayin edildi. Fatih Camii o dönemde Kahire'deki Ezher gibiydi. Rivayetlere göre babası bu tayine pek razı olmamıştı. Çünkü o, oğlunun tahsilini ikmal etmesini istiyordu. Bazı arkadaşlarına şöyle demişti: "Kayseri'den sonra ilim tahsilini İstanbul'da devam ettirmek üzere benden izin aldı. Sonra çok geçmeden icazetnamesini alarak hocalık makamına geçti. Bence otuz yaşına kadar tahsiline devam etmeliydi." (Mevkıf el-Akl ve'l-İIm ve'l-Âlem min Rabbi'l-Âlemîn (Mustafa Sabri) Mustafa Sabri ise kitabının girişinde babasının bu arzusunu gerçekleştirmede önüne çıkan engellerden bahsediyor. (Mevkıf el-Akl ve'l-İIm ve'l-Âlem min Rabbi'l-Âlemîn (Mustafa Sabri) Şartlar gereği önce hükümet maaşıyla ders kürsüsüne, sonra da şeyhül İslâmlık makamına oturması gerektiğini özür dileyici bir dille anlatıyor. Daha sonra konuyu yaptığı faaliyet ve çalışmalara getirerek babasının gönlünü alıyor. Onun övgü ve rızasını kazanmaya çalışıyor. Hayat hikâyesini anlatırken şöyle diyor: "Babacığım! Mebusluk ve şeyhülislâmlık makamından önce ve sonra gazete ve dergilerde, mecliste, zulüm, yıkım ve fısk siyasetlerine karşı verdiğim mücadeleyi, ayrıca ümmetin din, ahlâk, edeb ve diğer mukaddesatını savunma mücadelesiyle geçirdiğim uzun yılları, bu yolda karşılaştığım türlü türlü çile ve sıkıntıları, musibetleri görseydin muhakkak ki benimle gurur duyacak, beni övecek ve benden razı olacaktın. "İlkelerden uzaklaşmamak uğruna iki defa malımı ve yurdumu terk ettim ve bu iki hicret arasında tutuklanıp hapse atıldım. Ancak mücadele yolundan asla dönmedim. Feda ettiğim dünya zevk ve rahatından dolayı asla pişmanlık duymadım." Daha sonra konuyu, hayatının son dönemlerinde kendini ilmî cihada verdiği sıralarda yazdığı büyük kitabına getiriyor. "Akıl, ilim ve Âlimin Âlemlerin Rabbi Karşısındaki Konumu "başlığını taşıyan bu kitabı için şöyle diyor: "Kitabımda Müslüman bir öğrencinin dinî inancını çağdaş ve bâtıl akımlardan koruyabilmesi için gerekli tüm ilmî ve felsefî meseleleri topladım. Doğu ve Batının birçok ilim ve edeb ehline verdim." a - Mes'eletu'l Tercüman el-Kur'an (Kur'an'ın Tercümesi Meselesi) b - Kavli fil-Mer'eti (Kadın Hakkındaki Sözüm) c - Taht es-Sultan el-Kader (Kader'in Saltanatı Altında) d - el-Kavlu'l-Fasl beynellezine yu'minune bil-gayb vellezine lâ yü'minun. (Gaybe İman Edenlerle Etmeyenler Arasındaki Kesin Hüküm) Şeyh'in hayatını öğrendiğimiz nadir kaynaklardan biri de Prof. Muhammed Hüseyin'in Çağdaş Edebiyatta Ulusal Yönelişler kitabında, İskenderiye Üniversitesi Doğu dilleri profesörü İbrahim Sadri'den yaptığı nakillerdir: "Kemalistlerin 1923'de idareye geçmelerinden kısa bir müddet önce yurdundan ayrılarak Mısır'a hicret etti. Bir müddet Kral Hüseyin'in konuğu olarak Hicaz'da kaldı. Tekrar Mısır'a döndü. Mısır'da Kemalistlerle arasında geçen şiddetli münakaşalardan sonra Lübnan'a gitti. Orada Nimeti İnkâr Edene Reddiye kitabını bastırdı. Sonra Romanya ve Yunanistan'a gitti. Yunanistan'da 5 yıl boyunca Yarın Gazetesini çıkardı. Kemalistlerin isteği üzerine Yunan hükümetince sınır dışı edildi. Mısır'a döndü ve vefatına kadar burada kaldı. (1954)" (İbrahim Sadri Eylül 1983'de vefat etmiştir.) Mustafa Sabri, siyasî faaliyetlerine 1908'de ikinci anayasanın ilan edilmesinden sonra başladı. Memleketi Tokat yöresini temsilen meclise girdi. Hitabet gücüyle dikkatleri üzerine çekmeye başladı. İttihat ve Terakki'nin kötü emelleri anlaşılmaya başlayınca Türk, Arap ve Rumların Turancılığa karşı kurdukları muhalefet partisine girdi ve bu partinin başkan yardımcılığını üstlendi. İttihatçıların güçlenmesi ve nüfuzlarının artması üzerine onların baskılarından kaçarak Mısır'a gitti (1913) ve bir müddet orada kaldı. Daha sonra Avrupa'ya geçerek orada birçok yeri dolaştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Bükreş'te mülteci olarak bulunuyordu. Tutuklanarak İstanbul'a götürüldü. Savaşın Türkiye'nin yenilgisiyle bitmesi ve İttihatçı liderlerin kaçmalarına kadar tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul'da tekrar siyasî faaliyetlere başladı. Meclis üyeliğine ve Şeyhülislâmlık makamına tayin olundu. Sadrazamın mütareke görüşmeleri için Avrupa'ya gitmesi üzerine vekaleten hükümete başkanlık etti. Kemalistlerin idareye geçmelerine kadar bu görevini devam ettirdi. Sonra Mısır'a hicret etti. (İtticâhât el- Vataniyye fi edeb el-Muasır.) Siyasî hayatı boyunca birçok zor ve sıkıntılı anlar yaşadı: - Mustafa Kemal'in telkinlerine kapılan Mısırlılardan gördüğü eziyet ve düşmanlıklar. Ayrıca İngiliz ve Yahudilerin bazı çevreleri baskı yapmaya zorlamaları sonucu çektiği sıkıntılar ve hıyanetle ittiham edilmesi. - Daha önceki şeyhülislâm (Abdullah Beyderîzade) ile anlaşmazlığa düşmeleri üzerine bu zâtın, Mustafa Sabri'nin Şeyhülislâmlıktan alınması yolunda verdiği fetva hasımlarınca aleyhinde kullanılmış ve bu fetva ile halk kitleleri Şeyh aleyhine kışkırtılmıştır. Böylece birçok eziyete ve sıkıntılara maruz kalmıştır. - Hicreti boyunca malî sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ailesiyle beraber İstanbul'dan İskenderiye'ye yaptığı son yolculuğunda, yol masraflarını karşılayabilmek için kitaplarını satmak zorunda kalmış, buna rağmen ancak üçüncü mevkide yolculuk yapabilmiştir. - Bu şekilde onun doğruluğuna ve helal rızk talep etmesindeki sebatına şahit olmaktayız. Dört kere şeyhülislâmlık makamına oturmasına rağmen, yolculuğu için dahi yeterli miktarda para biriktirememiştir. Oysa, emanete hıyanet edip İttihatçılarla işbirliği yapmış olsaydı mal mülk edinmesi işten bile değildi. Abdulfettah Ebu Gudde bize onun acı ve hüznünü ifade eden bazı beyitleri nakletmektedir. Şeyh, kendi mecburî münzeviliği ile Hind lider Gandi'nin iradî münzeviliğini karşılaştırarak şöyle diyor: Karşılaştığım her şey İslam yolu içindir Ben ölsem bile benden sonra O yaşasın Dinlerini ziyan eden, ahdlerine vefa etmeyen Çağın müslümanlarına rağmen yaşasın Benim gibisi açlıktan ölür bilinmez Keşke onların şeyhi Hind şeyhi olsaydı!! (Abdulfettah Ebu Gudde: Safahat min- Sabr el-ulemâ el Şedaid el-ilm) Mustafa Sabri'nin Dönemindeki Olaylara Bakışı ve Olayları Tahlili Sanki o hayatı boyunca meydana gelen olaylarla randevulaşmış gibiydi. Yazılarıyla, İslâm'a ve Müslümanlara karşı açılan savaşların çıkardığı yoğun sis ve duman bulutları arasında doğruyu görebilme yolunu aydınlatmaktaydı. O olayları Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerden kaynaklanan düşünce birliği ile bağlantılı olarak tahlil etmiş ve sebeplerine inebilmiştir. Müslümanların başına iki önemli felaket gelmişti: 1 - Yahudilerin ve Haçlıların, İslâm ümmetinin yaşayan canlı temsilcisi olarak gördükleri Osmanlı hilafetini yok etmek için üşüşmeleri ve bunun neticesinde Osmanlı topraklarını parça parça işgal etmeye başlamaları. Rusya, Katerina (1762-1796) döneminden itibaren bazı Osmanlı eyâlet ve topraklarını ele geçirmeye başladı. Sonra Batı'nın emperyalizm hareketi ardı sıra devam etti. Napolyon Mısır'a saldırdı (1789). Sonra Fransızlar Cezayir'i (1930), Tunus'u (1881) ve Fas'ı (1912) işgal ettiler. İtalya Libya'yı işgal etti (1911). Bu devletler Osmanlıyı parçalamak ve mirasını aralarında bölüşmek üzere ittifak etmişlerdi. İngilizler, Musul petrollerini ele geçirmek ve Filistin'den başlayıp Basra körfezinde bitecek güvenli bir karayolu elde etmek istiyordu. Bu yolla Hindistan'ı daha güvenli bir şekilde sömürebilirdi. Fransa, ekonomik gelişimi için; Halep pamuğu, Lübnan ipeği ve Suriye yününe el koymak istediğini çoktan açıklamıştı bile. İtalya, Anadolu'nun batı bölgelerine göz dikmişti. Rusya'nın ise Trakya, İstanbul, Ermenistan ve Kürdistan üzerinde emelleri vardı. (el-İslâm ve Asya emame Matamu el-Urubiyyeh) İngilizler daha önce Hindistan'ı işgal etmişler, buradaki Müslümanları yönetimden uzaklaştırmışlar ve sağlam bir sömürü düzeni oluşturmuşlardı. 1839'da Aden ve Güney Yemen'i işgal elliler. Daha sonra Mısır (1882) ve Sudan'ı (1898) da işgal ettiler. Hollanda, Doğu Hini adaları ve Endonezya'yı işgal etmişti. Afganistan ve İran ise, İngiliz ve Rus tehdidi ve kuşatması altındaydı. Osmanlı'nın İslâm devleti olarak tüm Müslümanları temsil etmesi nedeniyle, Batılılar Osmanlı içinde de birçok karışıklık ve isyanlar çıkarmışlardı. 1804'den beri Balkan halklarını isyan ve ayrılığa teşvik ettiler. Bu halklar 1878'de hilafetten koparılıncaya kadar Batılılardan büyük yardımlar aldılar. Yunanistan 1820'den itibaren isyan ve ayrılığa teşvik edilmiş ve 1830'da Türkiye'den koparılmıştır. Avrupalı devletler bunlarla da yetinmeyerek Lawrence gibi adamları vasıtasıyla Arapları kandırıp Osmanlı aleyhine kışkırtmış ve isyan ettirmişlerdir. Osmanlıyı bölmek için tüm etnik ve bölgesel ayrılık ve taassupları körüklemişler ve bir çok fitne çıkarmışlardır. (Sami Atıf ez-Zeyn: Avamil Daaf el-Müslimin.) 2 - Osmanlı üzerinde oynanan oyunlar ve yapılan saldırılar neticesini vermiş, sonunda hilafet ortadan kaldırılmıştır. Yahudiler, tarih boyunca zincirin muhkem halkaları gibi, İslâm âleminde baş gösteren birçok fesat ve fitnenin baş kahramanları olmuşlardır. İbn Sebe'nin, beşerin ilahlaştırılması, Hz. Osman'ın katledilmesi ve Müslümanlar arasında çıkan Cemel ve Sıffin Vak'alarında büyük bir rolü vardır. Aynı çirkin ve yıkıcı rolleri İslâm âleminde batınîliği yayarak birçok fitne ve sapkınlığa yol açan İbn Hals ve Süveyş hisselerini kendi kavmi için satın alan Disraeli de kurnazlıkla ve zekice oynamışlardır. (Muhammed Bediî eş-Şerifi, el-Siraa beynel Mevali vel-Arab.) Sonra, Theodor Herzl'in Kudüs'e çevirdiği okun ucunu görüyoruz. Bu adam altı yıl boyunca Sultan Abdülhamid'in huzuruna çıkmak için çırpınmış ve 1901'de bu muradına nail olmuştur. Filistin'den bir parça koparabilmek için Yahudilerin sahip oldukları tüm maddi imkanları Sultan'ın ayağına sermiş, Osmanlı'nın tüm borçlarını üstlenmeye hazır olduğunu söylemiş, ama Sultan onun bu teklifini reddetmiştir. Sultan'ın reddiyle karşılaşan Yahudiler Osmanlı aleyhine faaliyetlerini hızlandırmış ve fırsat kollamaya başlamışlardır. Theodor Herzl şöyle yazıyor: "Osmanlı şu anda bir krizin içindedir. Eğer bu kriz özellikle Doğu meselelerinde daha da artar ve Avrupa devletleri Türkiye topraklarını taksim ederse, o zaman biz de kendimize müstakil bir yurt edinebileceğiz." (Zühdi Fatih, Lawrence el-Arab) Elbette bu yurt, İstanbul üzerinden ulaşacakları Filistin topraklarından başka bir yer değildir. Bundan şüphesi olan varsa Siyonist protokolleri okusun. Engerek yılanı ile ne remzedilmek istendiğini araştırsın. Bu remz İstanbul'un Yerüşalim (Kudüs)'e giden yolda son aşama olduğunu sembolize etmektedir. (M. Halife et-Tunusi (Tercüme): Brotokolat Hukama Sihyon) Yahudi ahtapotu İslâm âleminin içinde bulunduğu çöküntüden de yararlanarak peşpeşe atılan adımlarla hedefine doğru ilerliyordu. İlk siyonist kongre Herzl'in başkanlığında 1879'da Basel'de toplanmıştır. Bunu 1916'da İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan ve hilafete tâbi olan Müslüman topraklarının paylaşılmasını öngören Sykes-Picot Antlaşması takip etmiştir. Aynı yıl içinde Şerif Hüseyin, Türklere karşı Arap ayaklanmasını başlatmıştı. Neticede bu ayaklanma Araplar için büyük vebal oldu. 1917'de Balfour, Yahudilere Filistin topraklan üzerinde millî bir Yahudi devleti kurulmasını vaad etmiştir. (Abdullah et-Tel, Khatar el-Yahud) Mustafa Sabri tüm bunları izliyor ve Yahudi tehlikesine dikkat çekmeye çalışıyordu. Mustafa Sabri, aynı zamanda Müslümanları birbirine düşürebilecek her türlü kavmiyetçi ve bölgeci ayrılıkların karşısına çıkmıştır. Turancıların, şiirlerini Türk Kur'ân'ı kabul ettikleri Ziya Gökalp'e şiddetle karşı çıkmıştır. Sonra neler oldu? Doğulu ve Batılı emperyalist güçler, İslâm âleminde görünüşte bayrağı, millî marşı ve yapmacık sınırları olan hakikatte ise kendilerine bağlı yapay devletçikler oluşturdular. Bu ülkeciklere faşizm, sosyalizm, gibi kendi hasta fikirlerini ihraç ettiler. Ümmetin velayetini kendilerinin şişirdiği birtakım siyasî liderlere ve hiziplere veya ihraç malı bâtıl düşünce ekollerine bağlamaya çalıştılar. Oysa ümmetin velayeti gerçekte Allah'a ve Resulüne olmalıydı. Âyette belirtildiği gibi İslâm ümmetinin esas hedefi ilâ-yı kelimetullah için çalışmaktı. "Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız" (Âl-i İmran, 110) Müellif, etrafında cereyan eden olayları bizzat yaşaması veya gözlemlemesi sonucu olup bitenleri sebepleriyle bağlantılandırabiliyordu. Mustafa Kemal'i de yakından tanıyor, onun amaçlarını sezebiliyordu. Ayrıca tarihî bilgisi ve İslâm düşmanlarının entrikalarına vukufiyeti sonucu olayları, zaman ve mekandan ayrı yaşamak yerine, sebeplerine inme ve yorumlama kabiliyetine sahip olmuştur. (Daha önce de geçtiği gibi sadrazam vekilliği yapmıştır.) Kemalistlerin yaptıklarıyla, daha önce meydana gelen Fransız İhtilalini mukayese etmiş, kısmî ıslahatlar ve geçici zaferlerin perde arkasını tahlil etmiş ve gözler önüne sermeye çalışmıştır. Oysa bu reformlar ve zaferler birçok kimsenin bakışını değiştirmişti. Olaylar onun sezgi ve ferasetini doğrular yönde gelişmiştir. Şeyh'in İlmi ve Ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemişti. Hadis ve akaid ilimlerine derin vukufiyeti vardı. İçtihad derecesine yakın bir mertebede fıkıh ve usûl-i fıkıh bilgisi vardı. Kendine güveni tamdı. Müslümanlığından, ümmetinden ve medeniyetinden gurur ve izzet duyardı. Olayları ve gelişmeleri yakından takip ederdi. Ayrıca olaylar hakkında geniş malumata sahipti. Dolayısıyla, o dönemde âlimler arasında vuku bulan inanç sapmalarına dikkat çekiyor, omuzlarında hissettiği ağır sorumluluk duygusundan dolayı, eleştirdiği şahısların isimleri ve makamları onu korkutmuyordu. Çünkü o bir Şeyhülislâmdı ve bu makamın hilafetin parlak günlerinde müstesna bir yeri ve önemi vardı. (Abdulaziz Şinnavî: Devle Osmaniye, Devleh İslâmiyeti el-Müftera aleyha. Yazar bu kitabında, Osmanlıların İslâm şeriatına son derece bağlı olduklarını, bundan dolayı da, dinî işlerin yürütülmesi için bağımsız bir otorite olan şeyhülislâmlığı tesis ettiklerini, şeyhülislâmın büyük âlimler arasından seçildiğini ve bu makamın çok önemli olduğunu yazmaktadır.) Sabri Efendi, Batı medeniyetine müslümanlığından duyduğu şeref ve izzet duygularıyla bakardı. İslâm medeniyeti tarihinin ve İslâm şeriatının diğer tüm medeniyet ve kanunlardan çok daha üstün olduğunu savunurdu. Askeri, kültürel ve iktisadî alanlardaki kontrolü Müslümanların elinden alan Batılılar karşısında asla aşağılık kompleksine kapılmadı. Bilinçsizce Batıdan her gelen şeye sarılan kimselere şaşırıyor, onlara bu psikolojik hastalıktan kurtulmaları gerektiğini söylüyordu. Kendilerini uygar kabul eden Batılıların aslında barbar milletler olduğunu savunuyordu. Çünkü onların belli bir adalet anlayışı yoktu. Kendilerince iki türlü adalet ölçüleri vardı. Biri kendi vatandaşları için, diğeri ise mağlup devletlerin halkları için!.. İhanet halindeki lider ve kalemlerin birtakım duygu sömürücü ve yalan beyanatlarla halkı aldatmalarını ve hakikat ile vakıa arasındaki uyumsuzluğu okuyup işitmesi, onu acılarının zirvesine çıkarıyordu. Müslümanları bekleyen felaketlere ağlamak gerekirken, kimilerine zafer tâcı giydirilip yüceltilmesi onu hayretler içinde bırakıyordu. İngilizlerin zahiren yenilmesi, Yunanlıların İzmir'den çıkarılması üzerine herkes birilerini binbir övgüyle alkışlamaktaydı. Ancak Mustafa Sabri, onların kişiliğini ve birtakım çevrelerle olan bağlantılarını bilmesi ve tahlil etmesi nedeniyle, olup bitenlerin bir tiyatro gösterisi olduğunu düşünüyordu. Ona göre, bu, ardında birçok gizlilikleri barındıran bir gösteriden başka bir şey değildi. Birinci Dünya Savaşı'nın galibi olan İngiltere Atatürk'le "hayatının anlaşmasını" yapmıştı. Atatürk özellikle İslâm âleminde büyük bir komutan olarak tanıtılmaktaydı. Anlaşmayla İngilizler sömürü politikalarının önünde büyük bir engel olarak gördükleri hilafet ve cihad müesseselerinin mühürlenmesini sağlamışlardı. İngilizler böylece hedeflerine ulaşmış oldular. Mustafa Sabri Efendi sorumluluğunun gereği, İngilizlerin sergilediği hile ve sahtekârlığın karşısına dikilmiş, olayların ardındaki gerçekleri açıklamaya çalışmıştır. O, özellikle şu üç konuda gerçekleri açıklamaya çalışmıştı: 1 - Mustafa Kemal'in zaferlerinin iç yüzünü anlamak. Ona göre, zahiren zafer gibi görünen şeyler aslında hilafetin ziyan edilmesi ve Müslümanların heder olmasıydı. 2 - Atatürk'ün iddia ettiği gibi din ve siyasetin birbirinden ayrılması; böylece her birinin kendi ihtisas alanında kalması. Hakikat ise, şudur: İslâm nizamını devlet yönetiminden uzaklaştırmak, bunun yerine lâdinî bir nizam ikame etmek, dine ve dindarlara karşı baskı politikası uygulamaktır. 3 - Avrupa'ya tâbi olarak, ilerlemek ve gelişmek mümkün değildir. Aksine onlara tâbi olmak geriye dönüş, kör taklit ve bedbahtlıktır. Mustafa Sabri, Kemalistleri ve onların çizgilerini takip eden, ilhad fikirleri taşıyan, ancak bunu açıkça ifade etmekten kaçınan, kalemleri ile halkın gözünü boyayan yazarları "dinin haricine çıkmış" insanlar olarak nitelemektedir. Şeyhülislâm Mustafa Sabri, ancak muhlis âlimlerden beklenen gayretle ilmi, fıkhı ve ihlası ile mücadele vermiştir. Mücadelesinde, Batı meftunu âlimler tarafından yalnız bırakılmıştır. Onlar arasında garip kalmıştır. O, gerçek muhtevadan yoksun sloganlar ardına sığınarak İslâm'dan uzaklaşan yazarlar arasında dinine, nefsine ve ümmetine olan güvenini yitirmemek için büyük gayret sarfetmiştir. Yenilik, modernlik, uygarlık gibi içi boş bir davulun ardında, sloganların ardında, aslında ilhad, sapkınlık ve Batı hayranı yüzler olduğunun bilincindeydi. Bu zavallılar İslâm'ın hakikatlerini ise görmezlikten, bilmezlikten geliyorlardı. O işte böylesi tavırlarla mücadele etti. Kahramanlık bu değilse, nedir? Bir komutan düşünelim, hayal edelim: Tek başına duruyor ve firar eden askerlere "Bana gelin", "Hak benimledir", "Zafer benimledir" diyerek haykırıyor. Ama o telaşede kimse ona kulak asmıyor. Bu komutanın halini düşünelim! Zaman çarkı dönüyor ve yıllar birbirini kovalıyor. Bu arada ümmet birçok acı tecrübeler yaşıyor. Başına gelmedik belâ, musibet kalmıyor. Milletlerin başındayken en sonlarına, hatta kuyruğuna düşüyor. Her türlü zilleti tadıyor ve İslâm ümmeti olarak tadıyor. İşte tüm bunlardan sonra, Şeyh Mustafa Sabri'nin feraseti, ileriye dönük görüşlerinin doğruluğu ve tutumundaki cesareti anlaşılmıştır. İlmî Tutumu Kitap, Şeyh Mustafa Sabri'nin düşüncesini konu almakla beraber, burada kısaca onun ilmî tutumu ve İslâm inancını savunmasından bahsedeceğiz. Görüleceği gibi, o, siyaset ve dinin ayrılmaz bir bütün olduğu inanandaydı. Çağdaşlık, modernlik gibi sloganların ardına saklanan sapkınlara karşı ilk Müslümanların inancını savunmuştur. İslâm'a yönelik saldırılara göğsünü germiş, Batı medeniyeti karşısında komplekse kapılarak İslâm! esasları inkar veya tevil edenleri kendi kültürlerinden sapmış, münharifler olarak ilan etmiştir. Bu konuda şöyle demektedir: "Zamanımızdaki okur-yazar takımı inançlarını, okudukları materyalist ve modern bilgilerden alıyorlar. Bu bilgilere Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine imanın üstünde bir imanla bağlıdırlar. Onun için peygamberlerin mucizelerle karşılaştıklarında bunu ya inkar veya tevil yoluna gidiyorlar." Mustafa Sabri Efendi, haddi aşkın ve ölçüsüz tevillere karşı çıkıyor, bunun İslâm esaslarını ve özellikle gayb inancını inkara vesile olmasından endişe duyuyordu. El-Camia dergisi kurucusu Ferh Anton ile Şeyh Muhammed Abduh arasında geçen tartışmaları bu yüzden çok yakından takip etmiş ve Anton'un bazı iddiaları onu konuyla ilgili bir kitap yazmaya itmiştir. Anton'un görüşü: "Din görülmeyen Yaratıcıya, görülmeyen âhirete, mucizeye, vahye, peygamberliğe, dirilişe, haşre, sorguya, hesaba, sevaba, cennet ve cehenneme inanmaktır. Bu saydıklarımızın hissedilmesi ve akılca idrak edilmesi mümkün değildir. Onun için birçok filozof ve değişik inançlara mensup din adamları, aklın din sahasından uzaklaştırılması gerektiğini söylemişlerdir." şeklindeydi. Onun bu görüşleri, Mustafa Sabri'nin "Âkil, ilim ve Âlimin, Âlemlerin Rabbi ve Elçilerine Karşısındaki Konumu" isimli kitabı yazmasında önemli bir etken olmuştur. Bir kısım görüşlerini eleştirdiği âlimlerin isimlerini gördüğümüzde, onun üstlendiği ağır ilmî sorumluluğu daha iyi anlamış oluruz. Ferit Vecdi, Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Reşit Rıza, Kasım Emin, Muhammed Hüseyin Heykel, Akkad, Zeki Mübarek, Şeyh el-Meraği, Şeyh Abdulaziz el-Bişrî, Üstad Ahmed Emin, Şeyh Şeltut bunlar arasındaydı. Bunun yanısıra Mustafa Sabri'yi ve görüşlerini destekleyen, Şeyh Muhammed el-Hıdr Hüseyin, Şeyh Muhammed Zehran, Şeyh Muhammed Yasin, Hindistanlı Mevlânâ Şibli en-Nu'manî gibi âlimler de vardı. Mustafa Sabri Efendi sünnet-i seniyyeye son derece bağlı bir zattı. Çağdaşlarının hadis kitaplarına yeterince önem vermediklerini görüyor ve Kur'ân-ı Kerîm'in buyruğu gereği sünnete ittibanın zorunlu olduğunu savunuyordu. İslâm'ın temel kaynakları hususunda şüphe uyandırmanın insanı Kur'ân'dan şüphe etmeye kadar sürükleyebileceğini söylüyordu. Batıda pozitif ve deneye dayalı modern ilimler, Hıristiyanlık dinine galip gelmişti. Çünkü muharref Hıristiyanlık dini birçok hurafeye dayandırılmıştı. Batıdaki bu ilim-din savaşı yarı aydınlar tarafından İslâm âlemine taşınmaya çalışılmıştır. Oysa ilim ve Hıristiyanlığın ilme bakış açıları ve ilmî tasavvurları çok farklıydı. Ancak bu gerçekleri pek hesaba katmıyorlardı. Sonuçta kendilerini ve birçok kimseyi ilim ile fitneye düşürmüşlerdir. Şeyh Sabri bunları görmüş ve kendini bu fitneden sakındırmıştı. Ancak günümüzde din, bilim fitnesine galip gelmiş, birçok bilim adamı ilimleri gereği dine yönelmişlerdir. O, her zaman, İslâm inancından şeref ve izzet duyarak, başını dik tutmuştur. Şüphecilerle ve onların şüpheye dayalı ilim anlayışlarıyla mücadele etmiştir. Abduh'un başlattığı "ihya-yı din" hareketini, düşman karşısında geriye dönüş olarak yorumlamış ve eleştirmiştir.
Description: