ebook img

Hayat Kıvılcımı - Erich Maria Remarque PDF

534 Pages·1969·2.52 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Hayat Kıvılcımı - Erich Maria Remarque

YÜKSELEN MATBAASI İSTANBUL — 1969. E-Kitap : 2014 Y.S. Meritokrasi I Bir iskeletten farksız 509 numara, kafasını yavaş yavaş kaldırdı ve gözlerini açtı. Bir baygınlık mı geçirdiğini, yoksa uyuya mı kalmış olduğunu kestiremiyordu. Zaten bu iki hal arasında pek fazla fark var denilemezdi; epeydir süren açlık ve yorgunluk onu bu hale sokmuştu. Her iki hal de, yosunlu derinliklere doğru ve suyun üzerine bir daha çıkmak ümidi bulunmayan bir çeşit dalıştı. 509 numara bir süre öylece kaldı ve kulak kabarttı. Böyle yapmak toplanma kampının eski bir geleneğiydi; zira tehlikenin hangi taraftan geleceği asla bilinemezdi ve hiç kımıldamadan durulabildiği sürece, göze çarpmamak, ya da ölmüş zannedilmek şansı daima mevcuttu. Bu, her böceğin bildiği basit bir tabiat kanunuydu. Kuşkulanmasını gerektiren bir ses duymuyordu. Makineli tüfeklerin yerleştirildiği kulelerdeki nöbetçiler yarı uyukluyordular. Arka tarafta da her şey sessizdi. Başını büyük bir dikkatle arkasına çevirdi ve baktı. Mellern toplanma kampı, güneşin altında sakin ve dalgın çevreyi seyrediyor gibiydi. SS’lerin alay eder gibi dans yeri adını verdikleri yoklama alanı, hemen hemen boştu. Sadece, büyük giriş kapısının sağındaki kalın sırıklarda, elleri arkalarına bağlanmış dört kişi sallanmaktaydı. İple o derece yukarıya çekilmişlerdi ki, ayakları yere değmiyordu. Kolları da iki yana sallanmıştı. Ölülerin yakıldığı fırının ateşçilerinden ikisi, pencerenin önünde durmuş, bu zavallılara küçük kömür parçaları atarak eğleniyorlardı; oysa, dörtlerden artık hiç birinde en ufak bir kıpırdanma yoktu. Haç şeklindeki sırıklarda yarım saattan fazla bir zamandan beri sallandıkları için bayılmıştılar. İş kampının barakaları da bomboştu. Dışarıda nöbet tutanlar henüz gelmemişlerdi. İç temizlik işleriyle görevli birkaç kişinin gölgeler gibi oradan oraya süzüldüğü görülüyordu. Büyük giriş kapısının solunda, cezalıların hapsedildiği Bunkerin önünde SS takımı şefi Breuer oturuyordu. Güneşe yuvarlak bir masayla hasır bir koltuk koydurmuş, kahvesini içiyordu. 1945 ilkbaharında halis kahve gerçi nadir bulunuyordu ama, Breuer bunu az önce iki Yahudiden sızdırmıştı. Breuer, altı haftadan beri Bunker’de mahpus kalan Yahudilerin artık çürümeye yüz tuttuğu bir sırada müdahalesini, İnsanî bir davranış buluyor ve kahveyi, hak edilmiş bir mükâfat sayıyordu. Aşçı yamağı da ona bir tabak dolusu tava çöreği göndermişti. Breuer, şimdi bu çöreği sindire sindire yemekle meşguldü. Çöreğin hamuruna pek cömertçe doldurulmuş olan çekirdeksiz üzümlere bayılırdı. Yaşlı Yahudi pek uğraştırmamıştı ama genççe olanı iyiden iyiye çekişmişti. Breuer, tatlı bir mahmurluk içinde sırıttı ve bahçıvan binasının arkasında prova yapan kamp bandosunun nağmelerine kulak kabarttı. Bando «Güney Gülleri» valsini çalışıyordu. Bu, kamp kumandanı Neubauer’in pek hoşlandığı bir parçaydı. 509 numara, kampın öteki yanında, bir telörgüyle büyük iş kampından ayrılmış olan bir sürü tahta barakaların yanında ve yere boylu boyuna uzanmıştı. Bu barakaların genel adı küçük kamptı. Çalışamayacak derece zayıf olan mahkûmlar oraya yerleştirilirdi. Orada ölüme bırakılırdılar. Çoğu çabucak da ölürdü ama daha ötekiler ölmeden yenileri getirildiği için olacak, bu barakalar daima ve ağzına kadar dolu bulunurdu. Ölüler çoğu koridorlarda üst üste yığılı kalırlardı, ya da barakaların dışında bir köşede geberirlerdi. Mellern kampında zehirli gaz hücreleri yoktu. Kamp kumandanı bundan dolayı gurur duyardı ve Mallern kampında olağan ölünür demekten pek hoşlanırdı. Küçük kampın resmî adı da koruma kısmıydı. Fakat kamp sakinlerinden pek azı bu koruma işine bir iki haftadan fazla dayanacak gücü kendilerinde bulurdu. Kamp sakinlerinin, dayanıklılarından küçük bir grup 22 numaralı barakaya yerleşmişti. 509 numara da onlardandı. Küçük kampa dört ay önce getirilmişti ve hâlâ hayatta kalmasına kendisi de şaşı- Ölülerin yakıldığı fırının dumanı kara kara o yana doğru savruluyordu. Barakaların damını yalarcasına alçaktan geçen dumanlar, yağlı yağlı ve iç bayıltıcı bir koku neşrediyor ve bulantı veriyordu. 509 numara buna bir türlü alışamamıştı, kampta geçirdiği 10 yıldan sonra bile bu hal değişmemişti. Kampın kıdemlilerinden ikisinin, saatçi Jan Sibeski ve üniversite profesörü Joel Buchsbaum’un kalıntıları da, şu anda savrulan dumanlara karışmış bulunuyordu. Her ikisi de 22 numaralı barakada ölmüş ve cesetlerin yakıldığı fırına öğle üzeri teslim edilmiştiler. Buchsbaum’un tamamı teslim edilmiş denilemezdi. Üç parmağı, on yedi dişi, ayak tırnakları ve tenasül uzuvlarının bir kısmı noksandı. Faydalı insan olması için tatbik edilen eğitim usulleri dolayısıyle bunlar eksilmişti. Tenasül aleti meselesine de SS kışlasında tertiplenen kültür gecelerinde pek gülmüşlerdi. Buluş, kampa yeni gelmiş olan NS başçavuşu Günther Steinbrenner’indi. Bütün büyük buluşlar gibi basitti; dozu yüksek bir kezzap şırıngasını tatbikten ibaretti. Sadece, Steinbrenner bu sayede arkadaşları arasında kendisine derhal bir saygı sağlamıştı. Bu mart ikindi üzeri havası ılıktı ve güneş, hafif de olsa ısıtmaya başlamıştı ama 509 numara yine de üşüyordu. Oysa üzerinde, kendi giysilerinden başka daha üç kişinin urbası da vardı: Josef Bucher’in ceketi, eskici Lebenthal'in pardüsüsü ve Buchsbaum’un yırtık süveterini de giymişti. Ceset, fırına teslim edilmeden önce kaşla göz arasında bunları kurtarmışlardı. Fakat bir metre yetmiş sekiz boyla kilosu otuz beşten aşağıya düşen bir vücudu en kalın kürklerin bile ısıtacağı şüpheliydi. 509 numaranın güneşte yarım saat kadar uzanmasına izin vardı. Fakat sonra barakaya dönerek ödünç giysileri teslim edip üstelik kendi ceketini de vermesi ve bir başkasının aynı işi yapması gerekirdi. Barakanın kıdemlileri soğuklar biteli beri bu işte bu biçimde anlaşmıştılar. Sonra bir kısmı bundan vaz geçmişti. Zira pek bitkin bir haldeydiler ve kışın çektikleri acılardan sonra şimdi bütün arzuları barakalarda sükûn içinde ölüme kavuşmaktı sadece. Fakat en yaşlıları Berger, yerde Sürünebilecek kadar kuvveti henüz kendilerinde bulunanların şu sırada bir süre olsun açık havaya çıkmasında ısrar etmişti. Kendisinden sonra sıra Westhof’undu; sonra da Bucherin sırasıydı. Lebenthal sırasından vaz geçmişti; o daha yerinde bir iş yapacaktı. 509 numara, arkasını döndü. Kamp bir tepenin üstünde meydana getirildiği için, dikenli tellerin arasından doğru şehri görebiliyordu. Şehir, toplanma kampının bulunduğu tepenin epeyce aşağısındaydı. Bir sürü damın karmakarışıklığı arasında kiliselerin sivrilikleri seçiliyordu. Bu eski bir şehirdi. Bir sürü kilisesi, kaleleri, ıhlamur ağaçlı caddeleri ve daracık yan sokakları vardı. Vadinin kuzeyine rastlayan yeni kısmındaysa daha geniş caddeler, merkez garı, büyük işçi apartmanları, fabrikalar ve toplanma kampmdakilerin çalıştırıldığı bakır ve demir atelyeleri göze çarpmaktaydı. Şehri geniş bir şekilde ikiye bölen nehrin sularında köprülerin ve bulutların uykulu akislerini görmek kabildi. 509 numaranın başı önüne düştü. Bu başı ancak kısa bir süre için dik tutabiliyordu. Boyun adaleleri kurumaya başlayınca kafası büsbütün ağırlaşıyordu. Vadide dumanlarını savuran bacaların manzarası da açlığı daha şiddetle hissettiriyordu; hem sadece midedeki açlığı değil, beyindeki açlığı da artırıyordu. Mide, senelerden beri bu hale alıştığı için o hiç değişmeyen kör hırstan başka bir şey duyulmuyordu. Fakat beynin açlığı daha müthişti; durmadan işleyerek çeşitli hayalleri kışkırtıyor ve hiç bir zaman yorgun düşmüyordu. Uykuda bile âdeta kendisini yiyerek işliyordu. Bu hal yüzünden 509 numara geçen kış üç ay, kızarmış patates kokusu duymaktan bir hal olmuştu. Her yerde, hatta barakaların ayak yolundaki berbat kokuda bile hep o mis gibi kızarmış patates kokusunu duymuştu. Şimdi de sadeyağ kokusu ve sadeyağda pişirilmiş yumurta kokusu duyuyordu. 509 numara, yanıbaşında yere koymuş olduğu nikel saata baktı. Lebenthal’den ödünç almıştı. Bu saat, barakadakilerin gözünde büyük bir değer taşıyordu. Kaç zaman evvel ölen PolonyalI Julius Silber tarafından kampa gizlice sokulmuştu. 509 numaranın daha on dakika vakti vardı. Ama o, barakaya hemen dönmeye karar verdi. Yeni baştan uyuklamak istemiyordu. Uykuya daldıktan sonra yine uyanılıp uyanılmayacağı hiç bir zaman kestirilemezdi. Toplanma kampının ana yolunu bir daha ve dikkatli dikkatli süzdü. Tehlike belirtisi herhangi bir şey yine gözüne çarpmamıştı. Böyle bir şey beklediği de yoktu. Dikkati elden bırakmamak, toplanma kampı kurtları için korkudan çok, bir alışkanlıktı. Küçük kamp, dizanteri salgını dolayısıyle bir çeşit serbest karantina altındaydı ve SS’ler pek seyrek uğruyorlardı. Aslında kontrol bütün kampta eskiye göre hissedilir derecede hafiflemiş bulunuyordu. Savaşın tesirleri iyiden iyiye hissedilmeye başlamış ve o zamana kadar bütün kahramanlıkları silâhsız tutuklulara eziyet etmek veya katletmek olan SS’lerden bir kısmı sonunda cepheye gönderilmişti. Şu sırada, yani 1. 945 yılı ilkbaharındaysa SS’lerin sayısı tam kadronun üçte biri kadardı. İç yönetim işleriyse hemen tamamıyle tutuklular tarafından yürütülüyordu. Her barakanın bir kıdemlisi ve birkaç tane de oda kıdemlisi vardı. İş bölükleri Kapolara ve Kapo yardımcılarına, bütün kamp da kamp kıdemlilerine bağlıydı. Hepsi de tutuklulardandı. Kamp şefleri, takım şefleri ve iş bölüğü şefleri tarafından kontrol edilirdi. Bu şefler daima SS’ler arasından seçilirdi. Mellern toplanma kampına başlangıçta sadece siyasî tutuklular gönderilmişti. Sonraları şehrin ve vilâyetin hapishaneleri tıklım tıklım dolunca, adi mücrimler de yığın yığın gönderilmişti. Bu çeşit tutukluları, elbiselerine kamp numaralarına ayrıca takılan üç köşe bir kumaş parçasının renk farklılığıyle birbirlerinden ayırt ediliyordular. Siyasî mevkufların rengi kırmızıydı. Adi suçlardan tutuklu olanlara yeşil renk takılırdı. Yahudilereyse, bu iki renkten başka bir de sarı parça ilâve edilirdi. Bu iki kumaş parçasının bir araya gelmesinden bir Yahudi yıldızı ortaya çıkardı. 509 numaralı tutuklu, Lebenthal’in pardüsüsünü ve Josef Bucher’in ceketini sırtına atıp barakaya doğru sürünür gibi yol almaya başladı. Her zamankinden fazla yorgun olduğunu hissediyordu. Şu anda yerde sürünür gibi yol almak bile pek güç geliyordu. Az ilerledikten sonra, altındaki toprağın kayar gibi olduğunu hissetti. Olduğu yerde kalıp göz kapaklarını indirdi ve derin derin soluk alarak biraz dinlenmek istedi. Şehrin alarm düdükleri aynı anda ötmeye başlamıştı. Başlangıçta sadece iki taneydiler. Birkaç saniye içinde sayıları pek fazla arttı. Az sonra ise, şehir çığlık çığlığa feryat ediyormuş gibi bütün düdükler ötmeye başladı. Şehir, bütün dam kümeleri ve caddeleri, bütün kuleleri ve fabrikalarıyle haykırıyordu. Hiç bir şeyden heyecanlanmazmış gibi daha önce güneş altında sakin sakin uzanan şehir, ölümle karşı karşıya geldiği halde kaçamayan inmeli bir hayvan gibi birdenbire çığlığı basmıştı. Bütün alarm düdükleriyle ve bütün fabrika düdükleriyle gökyüzüne doğru feryat ediyordu. Oysa gökyüzünde her şey sakindi. 509 numara hemen büzülüp siper aldı. Uçak hücumlarını bildiren düdükler öterken barakaların dışında bulunmak yasaktı. Ayağa kalkıp koşmak isterdi ama, gereği kadar hızlı gidemeyecek derece halsizdi ve baraka epeyce uzaktaydı; hem de, sinirli ve yeni bir nöbetçinin gözüne çarpacak olursa bir kurşunda öldürülürdü. İşte bu sebeplerden ötürü birkaç metre geri geri süründü ve arazinin bir kıvrım yerine yapışırcasına uzanıp ödünç urbaları üstüne çekti. Bu haliyle bir ölüden farksızdı. Kampta sık sık baş vurulan bu usul hiç bir kuşkuyu çekmezdi. Aslında alarm düdükleri de fazla sürmezdi. Son aylarda şehirde sık sık alarm düdükleri çalmış, fakat hiç bir defasında da en ufak bir zarar gelmemişti. Uçaklar daima Hanover ve Berlin yönünde uçuşlarına devam etmiştiler. Gürültüye kampın alarm düdükleri de katılmıştı. Kısa bir aradan sonra ikinci defa alarm verilmiş bulunuyordu. Alarm dürüklerinin uluması, çok büyük bir gramofonla çalınan bozuk bir plağı hatırlatarak, zaman zaman hafifleyip şiddetleniyordu. Uçaklar şehre yaklaşıyordular. 509 numara buna da alışıktı ve şu anda kılı bile kıpırdamamıştı. Onun düşmanı, ölü olmadığını fark edecek olan en yakınındaki makineli tüfekli nöbetçiydi. Dikenli tellerin dışında bundan gayrı hiç bir olay onu ilgilendirmezdi. Güçlükle soluk alıyordu. Pardüsünün altındaki pis hava, gittikçe kalınlaşan bir kara pamuk yığını halinde üstüne yığılır gibi oluyordu. Şu anda içine sığındığı bu çukur, ona bir mezar geliyordu. Bu his gittikçe artıyor ve bu mezardan bir daha çıkamayacağını sanıyordu. Sanki, bu defa artık her şeyin sonu gelmişti, burada kalacak ve uzun süre karşı durmaya çalıştığı son mecalsizliğe daha fazla direnç gösteremeyerek, ölecekti. Direnmek istedi ama, beceremedi. Şimdi bu hissi daha kuvvetle duyuyordu. Son derece uysal ve garip bir bekleyiş, sanki bütün içini kaplıyor, sonra dışına da taşıp her şeyi sarıyordu; her şey, ani bir bekleyiş haline girmiş gibiydi. Güneş tutulduğu zamanlar renklere birdenbire çöken o kurşun ağırlığı, güneşten yoksun ve ölü bir evrenin, bir çöküntünün yaklaşmakta olduğuna dair belli belirsiz bir seziş hali, ölüm bir defa daha geçip gidecek mi, der gibi her şeye sinmişti.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.