Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması Deniz TANSEL İLİC* Özet Editoryal bağımsızlık iddiasının temel dayanak noktalarından biri, haber üretim sürecinde, muhabirin emeği üzerinde doğrudan bir denetimin olmamasıdır. Ancak yeni kapitalist düzende, tüm diğer işyerleri gibi, haber merkezlerinde de, doğrudan denetim yerini dolaylı denetim mekanizmalarına bırakmıştır. Dolayısıyla doğrudan denetimin yokluğu, o işyerinde çalışanın emeği üzerine hiç denetim uygulanmadığı şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu çalışmada, genel olarak orta sınıf mensubu olarak habercilerin, ekonomik sermayeyi ikinci plana atmaya eğilimli oldukları ve genel olarak meritokratik toplum tasarımına inandıkları ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu nedenle, genel olarak habercilerin de bağlı olduğu orta sınıf, sınıf bilinçlerini yitirmeye meyillidir. Sınıf bilincinin yokluğu ise, doğrudan denetimin kontrol mekanizmaları içindeki yerinin, oransal olarak azalmasına neden olmaktadır. İçselleştirme mekanizmaları üzerinden dolaylı denetim mekanizmaları işlemektedir. Habercilikteki dolaylı denetim mekanizmalarını anlamak amacıyla ulusal haber kanalının Ankara bürosunda bir hafta boyunca katılımlı gözlem yapılmıştır. Bu süreç içerisinde elde edilen verilerle, televizyon haberciliğinde, yeni denetim mekanizmalarının yerleştiği sonucuna varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Habercilik, dolaylı denetim, meritokrasi, orta sınıf, kültürel sermaye. Abstract One of the main premise of editorial independence claim is that there is no direct control over the labour of the journalist in news making process. However in new capitalism, the direct control is replaced with indirect control in newsrooms like other workplaces. As a result, the lack of direct control should not be interpreted as no control over the worker’s labour in that workplace. In this study, it is tried to state that the journalists who are usually middle class members, have tendency to regard economic capital as secondary important and believe in meritocratic society design. For that reason middle class that most of the journalists belong have the tendency to lose their class consciousness. The lack of class consciousness causes the ratio of direct control within control mechanisms to decrease. The indirect control mechanisms function by the means of autocontrol. For the purpose of understanding the indirect control mechanisms participant observations are conducted in a national television * Ar. Gör. Dr., Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi 48 Deniz Tansel İlic-Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması channel’s Ankara office for one week. With the data that is gathered during that period, it is concluded that new control mechanisms are settled in broadcast journalism. Keywords: Journalism, direct control, meritocracy, middle class, cultural capital. Giriş Richard Sennett, Zanaatkâr adlı kitabında özerkliğin iki tanımını yapmaktadır. Buna göre özerklik, “bir başkasının müdahalesi olmadan kendi başına yeterli bir çalışmanın yapılması” (Sennett, 2010: 76) ve “anlamlı bir yolda, kendi kendimize ve içimizden gelerek bizi çalışmaya sevk eden dürtüler”dir (Sennett, 2010: 90). Bu iki tanımdan yola çıkarak özerkliğin, çalışanın emeği üzerinde bir başkasının herhangi bir denetimi olmaması ve çalışanın, sadece işin iyi yapılmasını gözeterek, emeğini bizzat kendisinin denetlemesi anlamına geldiği sonucuna varılabilir. Bu anlamda, özgürlük, bağımsızlık veya özerklik sorununun temel bileşeninin, “denetim” olduğunu söylemek doğru olacaktır. Medya patronuna ve devlete karşı bağımsız gazeteci efsanesine dayanan editoryal bağımsızlık iddiası (Kaya, 2008: 304), haber üretim sürecinde denetimin yokluğu olarak tekrar formüle edilebilir. Haber üretim sürecindeki eyleyicilerin, birbirlerin emekleri üzerinde belli bir etkileşimi vardır. Editoryal bağımsızlık tezi ise, bu yatay etkileşim sürecinin dışında değerlendirilebilecek, sahiplik ve yöneticilik aşamalarından kaynaklanan, dikey kontrol mekanizmalarının varlığını reddeder. Medya, emek sömürüsünün en acımasız boyutlara ulaştığı sektörlerden biri olduğu için, bu alanda denetimin olmadığı iddiası, bilimsel dayanaktan yoksundur. İşin aslı, bu sektörde, doğrudan denetim mekanizmaları bile tamamen terk edilmiş değildir. Dolaylı denetim mekanizmalarının işleyişi ise, habercinin emeği üzerinde kurulan tahakkümün biçimi açısından karmaşıktır. Bu çalışmada, haber merkezlerinde kullanılan dolaylı denetim mekanizmaları, bazı başlıklar üzerinden kategorize edilerek açıklanacaktır. Yeni kapitalist düzenin, dolaylı denetim üzerinden işler hale gelmesi nedeniyle, “dolaylı denetimi” ifade etmek için, “yeni denetim” ifadesinin kullanılması önerilmektedir. Eski denetim yapılarının, dolaylı yeni denetim mekanizmalarına doğru evrilmesinin çeşitli sebepleri vardır. Öncelikle, yeni denetim, eskisi gibi “hantal” ve “masraflı” değildir. “‘Hükmeden’ ile ‘hükmedilen’ arasındaki panoptik günlük gözetleme ve endoktrinasyon kurumlarında cisimleşen doğrudan çarpışma zamanlarının, daha düzgün, daha ince, daha esnek ve ekonomik araçlarla yer değiştirdiği (ya da yer değiştirme yolunda olduğu) görülmektedir. Bu, ağır yapıların ve katı sabit kuralların parçalanmasıdır; kadınları ve erkekleri konumlarının yerel ve sürekli güvensizliğiyle ve eylemlerinin belirsizliğiyle baş başa bırakan bu süreç, hantal ve maliyeti yüksek “doğrudan denetim” biçimlerini gereksiz kılmıştır. Pierre Bourdieu’nün dediği gibi iğretilik her yerde (“la précarite est partout”) olduğu zaman panoptikonlar büyük ve 49 Maltepe Üniversitesi · İletişim Fakültesi Dergisi · 2015 Bahar · 2(1) hantal gözetleyici ve nezaretçi kurmaylarla birlikte terk edilebilir ve sökülebilirler” (Bauman, 2005: 21-22). Ayrıca, yeni denetim mekanizması, yöneticiye pek çok avantaj sağlamaktadır. Yöneticiler, artık denetliyor gibi görünmeden, denetlemektedir. Bu durum, otorite konumundakilere, sorumluluklarının bedelini ödemeden, denetleme olanağı verir. “Günümüzün kudret sahipleri, yönetme, gözetleme ve polislik etmenin dert ve sıkıntılarına, en önemlisi, uzun vadeli bağlılıklardan ve ‘ölüm bizi ayırana kadar’ sürmesi umulan bağlılıkların getirdiği sorumluluklara girmek istemezler” (Bauman, 2005: 22). Yeni denetim, otorite konumundakilere dostça görünerek, konumlarını meşrulaştırma ve uyguladıkları denetim mekanizmalarını gizleme fırsatı verir. Yeni yönetici “denetlemediği” için, çalışanların maddi çalışma koşullarında oluşan değişikleri üstlenmek veya eleştirilere karşı kendini savunmak zorunda değildir. “İşyerinde ‘ne diyorsa onu yap’ hatta en aşırı uçta ‘seni süründürürüm’ diyen kişilerin olmaması sadece şirketin gösterdiği bir savunma tepkisi olarak algılanmamalı; bu otorite yokluğu, kontrolü elinde tutan kişilere, kendilerini haklı gösterme ihtiyacı duymadan istedikleri gibi süreci kaydırma, değiştirme veya reorganize etme imkânı tanır” (Sennett, 2008: 121). Denetimin dolaylı olması, yalnızca denetimi haklı çıkarma zorunluluğunu ortadan kaldırmaz; ayrıca yöneticinin çalışanların “ihtiyaç ve arzularının meşruluğunu inkâr ederek onlar üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlar” (Sennett, 2008: 121). Yeni “denetlemeyen” yönetici tipi, haber merkezlerinde de yaygındır. Yeni medya yöneticisi, muhabirlerle dostane ilişkiler kuran bir meslek erbabı olarak sunulur. Türkiye’nin en çok izlenen televizyon kanallarında, yüksek gelir alan, üst düzey yöneticiye aileden biri gibi “ağabey” şeklinde hitap edilmektedir. Ancak bu dostane ilişkilerin arka planını, belirgin denetim mekanizmaları oluşturmaktadır. Yeni kapitalizmin medya kurgusunda, yönetici, haber üretim sürecinin hem idari, hem de editoryal meselelerine müdahil olan bir eyleyicidir. Çalışmanın Yöntemi, Zorlukları ve Sınırlılıkları Bu çalışmada, orta sınıfın, sınıf bilincini yitirme süreçlerinin bir karşılığını görebilmek amacıyla, ulusal bir televizyonun Ankara bürosunda bir hafta süreyle katılımlı gözlem yapılmıştır1. Araştırmacı gözlemin önemli bir kısmını haber merkezinde muhabirlerle birlikte geçirmiştir. Muhabir dört kez kameramanlarla birlikte habere gitmiştir. Türkiye’de sosyal bilimler alanında çok tercih edilen bir yöntem olan derinlemesine görüşmeler yerine, 1 Araştırmacı bilimsel ve eleştirel mesafesini korumak amacıyla katılımlı gözlem yaptığı kanalın adını gizlemeyi tercih etmiştir. 50 Deniz Tansel İlic-Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması muhabirlerin özalgılarının ötesine geçen, sürecin doğrudan araştırmacı tarafından izlenmesine olanak sağlayan, katılımlı gözlem, veri toplama biçimi olarak tercih edilmiştir. Görüşmelerde, kendilerini birer profesyonel olarak tanımlayan muhabirlerin, üretim sürecini olduğundan daha olumlu bir şekilde tasvir etmeleri sık rastlanan bir durumdur. Oysa gözlem, muhabirlerin algılarının ve ifadelerinin ötesine geçmekte, araştırmacıya daha geniş bir perspektif sağlamaktadır. Çalışmada, televizyon çalışanlarının büyük bir kısmının, orta sınıf mensubu oldukları varsayılmıştır. Gerçekten de, kanalda çalışan muhabirlerin hepsi üniversite mezunudur; diplomaları ve zihinsel emekleri sayesinde para kazanmaktadır. Araştırmada, birer orta sınıf üyesi olan habercilerin, medya sahiplerinin elinde bulunan ekonomik sermayenin, üretim sürecinde ne derece etkili olduğuna dair algıları saptanmaya çalışılmıştır. Muhabirlerin, liberal meritokrasi tezinin kültürel sermayenin, hakkaniyetli bir şekilde yükselmelerine yeteceği şeklindeki iddiasına ne ölçüde inandığına dair verilere ulaşmak istenmiştir. Araştırmanın yanıt bulmaya çalıştığı temel sorunu, rekabetçiliğin, bireyciliğin ve meritokratik yükselme arzusunun, muhabirlerin sınıf bilincinin yitimininde ne kadar belirleyici olduğu oluşturmaktadır. Türkiye’de televizyonlarda katılımlı gözlem yapmak daha başlangıç aşamasında belli zorlukları barındırmaktadır. Öncelikle kanallar, araştırmacıları kabul etmeye gönüllü olmamaktadır. Bu nedenle, bu çalışmanın saha araştırması için büyük bir gayret sarf etmek ve pek çok kişinin referansını almak gerekmiştir. Araştırmanın zorlukları, kanalın içine girdikten sonra da sürmüştür. Kanaldaki denetim mekanizmaları, haber yazım sürecinden çok daha önce, binanın içine girilmesiyle işlemeye başlamaktadır. Binanın içerisindeki herkes, denetleyen ya da denetlenen olarak iki farklı şekilde kategorize edilmektedir. Araştırmacının kendisi de kanalda bir hafta boyunca mesai yaptığı için kısa bir süre sonra “denetlenen” kategorisine dâhil edilmiştir. Araştırmacı, kuruluşta paralı bir çalışan veya stajyer olarak bulunmamasına karşın, pek çok denetim mekanizmasına maruz kalmıştır. Çalıştığı üniversiteden, akademik çalışma yapmak için belirli tarih aralıklarında görevli olduğuna dair bir belge getirmiş olmasına karşın, kanala girişlerinde, güvenlik görevlileri tarafından defalarca durdurulmuştur. 51 Maltepe Üniversitesi · İletişim Fakültesi Dergisi · 2015 Bahar · 2(1) Yönetim kademesindeki bu kaygıların çok benzerlerini, muhabirlerde de bulmak mümkündür. Çalışma süresince, muhabirler, araştırmacıya büyük bir şüphe ile yaklaşmıştır2. Bir çalışan olmamasına karşın, araştırmacıya habere gitmesi kameramanların yöneticisi tarafından emredilmiş, prodüktör kendisine çeşitli telefonları cevaplamasını söylemiştir3. Bir araştırmacı olarak haber merkezinde geçirilen süre, denetim mekanizmalarının bizzat deneyimlenmesine yeterli olmuştur. Bunlara ek olarak, bu çalışmanın sınırlılıklarına da değinmek yerinde olacaktır. Denetim mekanizmalarının herbirinin, sadece haber merkezinde, muhabirlerle birlikte zaman geçirerek veya kameramanlarla habere giderek gözlemlenmesi mümkün değildir. Üretim sürecinin çok önemli aşamaları, haber müdürü, Ankara koordinatörü ve medya grubu temsilcisinin bulunduğu konumlarda gerçekleşmektedir. Bu konumlarda katılımlı gözlem çalışması yapmak için gerekli izinleri almak, Türkiye’de neredeyse imkânsızdır. Bu eksiklik ise, sözkonusu konumlardaki kişilerle yapılan derinlemesine görüşmelerle giderilmeye çalışılmıştır. 1. Habercilik, Dolaylı Denetim ve Meritokrasi 1.1. Orta Sınıfın İdeolojisi Olarak Meritokrasi Meritokrasi, muhabirin de dâhil olduğu, orta sınıfın temel ideolojisi ve dolaylı denetimin kalbidir. Bu nedenle haber merkezlerinde, dolaylı denetim mekanizmalarını açıklamaya ilk olarak meritokrasiden başlanması anlamlıdır. Fransızca kökenli bir kelime olan “meritokrasi”, “layık olmak, hak etmek” anlamına gelen “merit” kökünden türetilmiştir. Kelimenin Türkçe karşılığı olan “liyakat” de, aynı şekilde “layık” kökünden türemiştir. Kavramın yaratıcısı olan Michael Young’ın amacı, “az sayıda vasıflı insanın bütün bir toplumu nasıl denetimi altına alabildiğini kabaca resmederek betimlemekti” (Sennett, 2009: 88). Bu bağlamda, meritokrasi iddiası, vasıflı olanın işyerinde yükseleceğini savunan liberal bir tez olarak özetlenebilir. 2 Bu şüphecilik, muhabirlerin sürekli araştırmacının defterine kaçamak bakışlar atmasıyla pekişmiştir. Araştırmacı, bu konudaki deneyimini, önceden tanıdığı bir muhabirle paylaştığında şu ilginç cevabı almıştır: “Özel sektör paranoya üzerinden işler. Senin başka bir kanalın ajanı olmadığın ne malum?” Araştırmacı, kendisi için “ajan” kelimesinin kullanıldığına şahit olmuştur. Yurtdışında ise araştırmacılara televizyonlardaki çalışmaları için sağlanan olanaklar, Türkiye’ye göre çok daha fazladır. Örneğin Eric Klinenberg, katılımlı gözlem çalışması yaptığı Metro News takma adlı televizyonda, kendisine tahsis edilen bir odada, çalışanlarla görüşmeler yapmış; çalışanlarla toplantılara katılarak rahatlıkla fikirlerini ifade etmiştir. 3 Bir kadın olan prodüktörün, araştırmacıya bu şekilde davranması dikkat çekicidir. Bu durum, gelecekte yapılabilecek çalışmalara bir araştırma konusu önermeyi olanaklı kılmaktadır: Haber merkezlerinde kadın muhabirler üzerinden işleyen rekabet. 52 Deniz Tansel İlic-Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması Meritokratik olarak yükselmek için, okullar, yüksek öğretim kurumları ve işyeri tarafından dağıtılan bir nişan olan, kültürel sermayeye sahip olmak gereklidir. Bu nedenle meritokrasi, kültürel sermaye sahibi olan orta sınıfa, toplumda yükselebilmeleri için sunulan bir imkândır. Kültürel sermaye, daha çok orta sınıfın yaşamını sürdürmek için kullandığı sermaye türü olduğu için, meritokrasi, kol emeği çalışanlarının değil, daha çok orta sınıfın ideolojisidir. Orta sınıf, geçimini doğrudan diploma üzerinden sağladığı için, meritokratik dünya düzenini destekler. Bu sınıfın üyeleri, yaşantılarının ilk dönemlerinden itibaren, en temel gücün, kültürel sermaye olduğuna inanma eğilimindedirler. Bu nedenle üniversite giriş sınavında başarı kazanmak bu sınıf için en önemli hedeflerdendir. Meritokrasi, özerkliği iktidar ve paranın önünde bir değer olarak kutsamaktadır. Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü kitabında, Otis Dudley Duncan’ın meritokrasi ve özerklik ilişkisini ortaya koyduğu araştırmasından söz etmektedir. “Duncan’ın araştırması mesleki prestijin para ya da iktidardan çok, kişisel bağımsızlık ve özerklikle eş tutulduğunu gösteriyor. Çalışma dünyasında liyakat bu temelde değerlendiriliyor” (Sennett, 2009: 81). Bu bağlamda özerklik, orta sınıfın meritokrasi ile olan ilişkisini somutlaştırmaktadır4. Meritokrasi, layık olanın, hak edenin bir işi yapmasını savunmaktadır. Bu nedenle, meritokrasinin emeği öven bir sistem olduğu düşünülebilir. Oysa tersinden bakıldığında, birilerinin meritokratik açıdan yükselmeyi “hak etmediği” anlamı da, kelimenin içeriğinde gizlidir. Bu açıdan orta sınıfın temel anlayışı olan meritokrasiyi seçkinci olarak tanımlamak da mümkündür. “Foucault bu tahakkümün daha ayrıntılı bir resmini çizdi; kitlelerin kendini anlamadığını, kendi yaşam deneyimlerini yorumlamada yetersiz olduğunu hissettirerek seçkinler kitleleri derinden etkiliyordu. Potansiyel kabiliyet testleri de bir bilgi sisteminin yüzeyin ne kadar altına girebildiğini gösterir. Potansiyel kabiliyetle ilgili yargılar, başarıyla ilgili yargılardan daha kişisel bir niteliğe sahiptir. Bir başarı, toplumsal ve ekonomik koşulları, talihi ve şansı, benlikle birleştirir. ‘Sende potansiyel yok’ demek, ‘beceremedim’ demekten çok daha kahredicidir. Kim olduğunuzla ilgili çok daha temel bir iddiada bulunur. Daha derin bir işe yaramazlık anlamı taşır” (Sennett, 2009: 88). Meritokrasi, bireyin vasıflı olup olmamasını, onun kendi problemi olarak kodlanmakta ve durumu toplumsal ilişkilerden soyutlanmaktadır. Kültürel sermaye ile toplumsal konum arasındaki yapısal ilişkilerden bahsedilmemektedir. Kültürel sermaye üzerinden yeni bir tahakküm ilişkisi kurulmakta ve başarısızlıklarının faturası doğrudan bireyin kendisine 4 Mike Wayne, medya çalışanlarının da dahi olduğu orta sınıfın üyelerinin, kol işçilerine göre emekleri üzerinde nispi özerkliğe sahip olduğunu vurgulamaktadır (Wayne, 2010). 53 Maltepe Üniversitesi · İletişim Fakültesi Dergisi · 2015 Bahar · 2(1) çıkarılmaktadır. Bauman’ın da vurguladığı üzere toplumsal olarak üretilmiş eşitsizliklerin taşıdığı kusurların suçu tek tek bireylere yüklenmektedir (Bauman, 2005: 14). Kusurların tek tek bireylere yüklenmesi kişisel sorumluluk duygusunu öne çıkartmaktadır. “İnsanlar dünyadaki konumlarından kendilerini kişisel olarak sorumlu hissetmeye başladılar; var olma mücadelesindeki başarı ya da başarısızlıklarını kişisel bir güçlülük ya da zayıflık sorunu olarak görüyorlardı” (Sennett, 2005: 55-56). Bu çerçevede meritokrasi, piyasa koşullarını yok saymakta ve başarıyı bireyci bir konu olarak sunmaktadır. “Bizim bireyler toplumumuzda kişinin içine çekildiği onca kargaşayı o kişinin bizzat gerçekleştirdiği varsayılır ve kişinin içine düşebileceği bütün kaynar suyun, uğradığı talihsiz başarısızlıklarla kaynatılmakta olduğu iddia edilir. Kişinin hayatını dolduran iyi ve kötü için sadece o kişi sorumlu tutulur ve suçlanır” (Bauman, 2005: 19). Orta sınıf, meritokratik bir toplumsal düzenin, eşitlikçi ve adil olduğu yanılgısını yaşamaktadır. Kültürel sermayenin, emek vermekle elde edilebileceği yanılsamasına kapılmaktadır. Kültürel sermayenin, kişinin toplumsal uzamdaki konumu ile doğrudan ilişkili olduğunu ve bu nedenle yapısal olarak belirlendiğini fark edememektedir. Meritokrasinin terimleri de, en az ekonomik sermaye kadar eşitsizdir. Meritokrasi, kültürel sermaye sahiplerinin seçilmesi ve onlara üstün, ayrıcalıklı bir konum verilmesidir. Bu seçim, eşitlikçi olmayan koşullarda gerçekleşmektedir. Bazı toplumsal konumlar, kültürel sermaye edinmek için yeterli koşulları hiçbir zaman sağlayamamaktadır. Özellikle işçi sınıfı ailelerine doğan çocukların, ne kadar çabalasalar da, gerekli kültürel sermayeyi edinmede başarısız olma olasılıkları yüksektir. Orta sınıf bu açmazı görememektedir. Kültürel sermayeyi emekle ilişkilendirdiği için, meritokratik yapılanmanın adil olduğunu düşünmektedir. Orta sınıf, iş yaşantısında temel değerin, zihinsel emek olduğunu zannederken; farkında olmadan, emeğin küçümsendiği, içinin boşaltıldığı, bir düzene prim vermektedir. Bu bağlamda, yeni kapitalizmle olan ilişkisi de göz önüne alınarak, meritokratik düzeni ifade etmek için “yeni eşitsizlik” tabirini kullanmak yerinde olacaktır. Bu yeni eşitsizliğin, orta sınıf üzerinde, temel bazı ideolojik sonuçları vardır. Bunlardan en önemlisi, kültürel sermayeye aşırı güç atfeden orta sınıfın, hâkim sınıfın gücünü ekonomik sermayesinden aldığını görememesidir. Kültürel sermaye, egemen sınıf için önemli olsa da, birincil güç kaynağı ekonomik sermayeye sahip olmaktır. Kapitalist sınıf, denetimi profesyonel yöneticilere devretmiş olsa da, temel denetçi her zaman kuruluşun sahibidir. “Otoritenin yadsınması kapitalizmin ethosunu aşmaz: egemen kavram hala mülkiyettir” (Sennett, 2005: 82). Orta sınıf, meritokrasi yanılsaması nedeniyle, şirketlerin asıl hükümranlarının, mülkiyeti elinde bulunduran egemen sınıf değil, profesyonel sınıf olduğunu zannetmektedir; 54 Deniz Tansel İlic-Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması bu nedenle, sahiplikle ilgili yapısal unsurları görememektedir. Meritokratik düzen, orta sınıfın sahiplik ve denetim arasındaki ilişkiyi deşifre etmesini engellemektedir. Orta sınıfın bu yanlış algısı, kurum sahibinin denetimdeki rolünün çözümleyememesine ve emek üzerindeki müdahaleyi, doğrudan yöneticilerle ilişkilendiren, araçsal5 (instrumentalist6) bir bakış edinmesine neden olmaktadır. Bu araçsal bakışa göre, kapitalist sınıfın emek üzerinde denetimi yoktur; denetimin asıl mercii profesyonel yöneticilerdir. Ekonomik sermayenin, birincil denetim mercii olduğunu görmekteki bu miyopluk ve haber üretim sürecinin, birincil olarak medya sahibinin değil, meritokratik olarak seçilmiş profesyonel yöneticinin denetiminde olduğu illüzyonu, çalışanlarda net bir şekilde gözlenmiştir. Kanalın bağlı olduğu grubun temsilcisi ile Ankara Temsilcisi’nin “sahibin mutfağa karışmayacağı” yönündeki iddiası, söz konusu kişilerin üst düzey yöneticiler olması nedeniyle şaşırtıcı değildir. Ancak, en az muhabirler kadar emek denetimi ve sömürüsüne maruz kalan haber müdürünün de, “sahibin haber üretimine asla karışmayacağı” şeklindeki iddiası ilgi çekicidir. Çalışanlar da, üretim sürecinde, sahibin müdahalesi yerine, yöneticiden kaynaklanan denetim mekanizmalarından şikayet etmektedir. Hem haber müdürü, hem de bir kameraman, kanalın yayın politikasındaki aksaklıkları, doğrudan genel yayın yönetmenine bağlamaktadır. Her ikisi de, genel yayın yönetmeninin “işi bilmediğini”, tüm sorunların da, yöneticinin bilgisizliğinden kaynaklandığını açık bir şekilde ifade etmiştir. Kameraman, genel yayın yönetmeninin çok zengin olduğunu, bu sayede profesyonel yönetici kademesine yükseldiğini belirtmiştir. Bu noktada editoryal kadronun, kuruluşun sahibinin ekonomik sermayesinden söz etmemesi ilgi çekicidir. Kanal çalışanları, denetimin sahiplik düzeyinde değil; yöneticiler düzeyinde işlediğine inanmaktadır. Bu durum orta sınıfın, “kuruluşların sadece yöneticiler tarafından idare edildiği” şeklindeki inancının varlığını doğrulamaktadır. Bu inanca göre, meritokratik olarak seçilen, kültürel sermaye sahibi, yetenekli yönetici şirketi yönetir. Söz konusu kurumda ise, çalışanların iddiasına göre, genel yayın yönetmeni, yeterli yeteneğe sahip olmadığı için iş aksamıştır. Kültürel sermayesi nedeniyle meritokratik bir şekilde seçilmiş yönetici iş başına geldiğinde tüm sorunlar çözülecektir. 5 Bu durumda orta sınıf, Wright Mills’in bireyci unsurları yapısal ilişkileri içerisinde ele alma becerisi olarak özetlenebilecek “toplumbilimsel düşün” (Mills, 2000) yetisinden yoksundur. 6 Araçsalcılık (instrumentalism), yapı-eyleyici ilişkisinde, eyleyiciye, yapı üzerinde üstünlük tanıyan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, eyleyicinin yapıyı dönüştürme kapasitesi vardır. Tam karşıt bir yaklaşım olan yapısalcılık ise, eyleyicilerin, yapısal koşulları dönüştürme yetisine sahip olmadıklarını savunur. Medyanın ekonomi politiği konusunda önemli çalışmalar yapan Peter Golding ve Graham Murdock, iletişim çalışmalarında araçsalcılıktan ve yapısalcılıktan kaçınılması gerektiğini savunur. Golding ve Murdock’a göre, medya çalışmalarında, bu zıt yaklaşımın arasında yer alan, bir ara konum belirlemek gerekmektedir (Golding ve Murdock, 1997: 68). 55 Maltepe Üniversitesi · İletişim Fakültesi Dergisi · 2015 Bahar · 2(1) 1.2. Orta Sınıfın Burjuva Sınıf Bilinci Edinmesi ve Bireycileşme Meritokrasi ideali, orta sınıfın, sınıf bilincinin aşınmasında da etkili olmuştur. Orta sınıf, meritokratik yükselmenin, emekle ilişkili olduğunu düşündüğü için, kültürel sermayesini geliştirme konusunda aşırı hırslı hale gelmiştir. Bu, orta sınıfın bireyci yükselme ve statü edinme arzusu ile koşuttur. Bireyci yükselme idealine ulaşmak için rekabet etmek, orta sınıfı, bir sınıf olmaktan çıkararak bireylere bölmüştür. Meritokratik yapılanmaya olan inancı ve kültürel sermayenin yapısal koşullardan arınmış olduğu sanısı, orta sınıfı bireycileştirmiştir. Bu nedenle orta sınıf için bireycileşme, sınıf bilincinin körelmesi ile eş anlamlıdır. Çünkü bireycileşme, burjuva sınıfının sınıf bilincidir. Sonuç olarak, rekabetçilik, orta sınıfın burjuva sınıf bilinci edinmesine ve kapitalist ideolojiyi benimsemesine neden olmuştur. Sınıf bilinci, bir sınıfın oluşabilmesi için en temel gerekliliktir. Pierre Bourdieu, kavramı doğrudan kullanmamasına karşın, sınıf bilincinin, sınıfı oluşturan temel unsurlardan biri olduğunu ortaya koymaktadır. Pierre Bourdieu, Karl Marx’ın, sınıfların varlığını, bireylerin üretim araçları karşısındaki konumlarına bakarak açıklamasını, yetersiz ve tek boyutlu bulmaktadır. “Hem bir bilgin, hem de eylem adamı olan Marx, gerçek bir pratik sorununa yanlış kuramsal çözümlemeler -sınıfların gerçek varlığı gibi- önermiştir” (Bourdieu, 1995: 53). Bourdieu, Marx’ın “sınıf” kavramı yerine “uzam” kavramını önermekte ve sınıfların var olmadığını açıkça söylemektedir. Toplumsal uzamda, bireyler belli noktalarda konumlanmaktadır. “Bir uzamda var olmak, bir uzamda bir nokta, bir birey olmak, farklı olmak demektir” (Bourdieu, 1995: 24). Bourdieu’nün kuramının temel dayanaklarından olan “ayrım” (distinction) kavramı, uzamdaki noktasal konumumuzun, diğer noktalara olan uzaklığı / yakınlığı ile ilişkilidir. Bu uzamsal konumların yakınlığı veya uzaklığı, noktalara sınıf olma potansiyeli sağlamaktadır. Ancak uzamsal olarak yakın olmak, otomatik olarak sınıfı oluşturmaya yeterli değildir. “Dolayısıyla farklılık (yani benim toplumsal uzamdan söz ederken ifade ettiğim şey) vardır ve ayak direr. İyi ama, bu nedenle sınıfların varlığını kabullenmek ya da olumlamak mı gerekir? Hayır. Toplumsal sınıflar (her ne kadar Marx’ın kuramıyla yönlendirilen siyasal çalışma, kimi durumlarda onları, en azından harekete geçirme mercileri ve vekilleri aracılığıyla var etmeye katkıda bulunabilmişse de) yoktur. Var olan, bir toplumsal uzamdır, içinde, her halükarda, sınıfların sanal durumda, net olmayan çizgiler halinde, verili olarak değil de yapılması söz konusu olan bir şey halinde, var oldukları bir farklılıklar uzamıdır” (Bourdieu, 1995: 27-28). Marksist kuramın temel unsurlarından olan “sınıf”a, Bourdieu’nün karşı çıkması, onun muhafazakâr gelenek gibi, sınıfı büsbütün yoksaydığı şeklinde değerlendirilmemelidir. Bourdieu, anaakım yaklaşımın, sınıfsal ayrımları ve uzamdaki farklılık konumlarını reddetmesine itiraz etmektedir. “Muhafazakâr geleneğin, …canhıraş bir biçimde yapmış 56 Deniz Tansel İlic-Haber Merkezlerinde Dolaylı Denetim: Bir Katılımlı Gözlem Çalışması olduğu gibi sınıfların varlığını yadsımak, son çözümlemede, farklılıkları, farklılaşma ilkelerini reddetmek demektir” (Bourdieu, 1995: 27). Aslında, Bourdieu’nün yaptığı, Marx’ın sınıf algısını, “sınıf eşittir, uzamdaki konum artı sınıf bilinci” şekilde matematiksel olarak formüle edilebilecek bir şekilde genişletmek ve derinleştirmektir. Eyleyicilerin uzamsal konumlarının yakınlığı ve uzaklığı, farklı çıkarlara sahip olmalarına sebep olmaktadır. Dolayısıyla, yakın konumlarda bulunanlar, “kolektif” bir şekilde hareket edebilir ve diyalektik karşıtlarına karşı ortak çıkar geliştirebilirler. “Sınıfların varlığı reddedilebilir, ama bu… toplumsal uzamda farklı konumlarda bulunan eyleyiciler arasındaki bireyci antagonizmaları, kimi zaman da kolektif çalışmaları doğurabilen toplumsal farklılaşmayı reddetmek anlamına gelmez” (Bourdieu, 1995: 54). Bourdieu’ye göre, uzamsal olarak yakın noktalarda bulunanların, sınıfı oluşturmaları için, siyasi bir seferberliğe ihtiyaçları vardır. Siyasi seferberlik meydana gelmediği sürece, sınıf, bir potansiyel olarak, harekete geçirilmeyi bekler. Uzamsal olarak yakın noktaların, ortak çıkarları nedeniyle eyleme geçmesi, yani sınıf bilinci edinmesi, onların sınıfı oluşturmalarını sağlar. “Kuramda, özellikle de gerçekte sınıfların varlığı, herkesin deneyim aracılığıyla bildiği gibi bir mücadelenin hedefidir” (Bourdieu, 1995: 27). “Kağıt-üzerindeki-sınıf’tan “gerçek” sınıfa, ancak siyasal bir seferberlik çalışması pahasına geçilir: “gerçek” sınıf, eğer “gerçekten” de var olmuşsa, ancak gerçekleştirilmiş, yani seferber edilmiş / harekete geçirilmiş sınıftır; özünde simgesel (ve siyasal) bir mücadele olarak sınıflandırma mücadelesinin, bir toplumsal dünya görüşünü, ya da, daha iyisi, o toplumsal dünyayı, hem algılama, hem de gerçek düzeyinde kurmanın bir biçimini ve o dünyayı farklı bölümlere ayrılabilecek sınıfları kurmanın bir biçimini dayatmak için vardığı bir noktadır bu” (Bourdieu, 1995: 27). Özetle, sınıf bilinci, uzamdan sınıfa geçişte hayatidir. Bu haliyle, sınıf bilinci, sınıfın en temel bileşenlerinden biridir. Orta sınıf, bireycileşmiş ve kendi çıkarları ile uyuşmayan bir sınıf bilinci geliştirmiştir. Bu nedenle Bourdieu’nün tanımladığı şekilde bir sınıf değildir. Sınıf bilincini yitiren orta sınıf, aslında burjuva sınıfına dâhil olmadığı (ve bütün emeğinin de çoğunlukla, sadece zihinsel emeğinin kullanarak yükselmeye adadığı için, orta sınıf içerisinde kalacağı) halde, dünyayı burjuva sınıfının gözleriyle görür. Kendi sınıfsal konumundan bakamaması, perspektifinin ve görüşünün bozulmuş olması, orta sınıfın, sınıf bilincini yitirmesine neden olur. Doğru yerden bakabilmek, toplumsal yapı tarafından yutulmuş, güçsüz “eyleyiciler” için önemli bir direnme noktasıdır. “… ben Pascal’ın pek ünlü bir deyişini, biraz değiştirerek aktarma alışkanlığı edindim: ‘Dünya beni, bir noktaymışım gibi içerir ve yutar ama ben onu anlarım’. Ama o nokta bir görüş açısıdır, toplumsal uzam içinde konumlanan bir noktadan hareketle edinilen bir görüşün, hangi nesnel bir noktadan hareketle alınmışsa, biçimi ve içeriğiyle o konum tarafından belirlenen bir perspektifin kökenidir. Toplumsal uzam, tam da, ilk ve son 57
Description: