Gabriel Garcia Mârquez ANLATMAK ĐÇĐN YAŞAMAK ANI Đspanyolca aslından çeviren PINAR SAVAŞ ĐSTANBUL ORHAN KEMAL ĐL HALK KÜTÜPHANE»! ÖDÜNÇ VERME BÖLÜMÜ CAN YAYINLARI GABRIEL GARCIA MARQUEZ'IN CAN YAYINLARI'NDAKĐ ÖTEKĐ KĐTAPLARI ALBAYA MEKTUP YAZAN KĐMSE YOK/ öykü AŞK VE ÖBÜR CĐNLER / roman BENĐM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM / roman BAŞKAN BABAMIZIN SONBAHARI / roman BĐR KAÇIRILMA ÖYKÜSÜ / roman BĐR KAYIP DENĐZCĐ /anlatı ĐYĐ KALPLĐ ERENDĐRA / öykü HANIM ANA'NIN CENAZE TÖRENĐ / öykü KIRMIZI PAZARTESĐ / roman KOLERA GÜNLERĐNDE AŞK / roman KÖTÜ SAATTE / öykü LABĐRENTĐNDEKĐ GENERAL / roman ON ĐKĐ GEZĐCĐ ÖYKÜ/ öykü ŞĐLĐ'DE GĐZLĐCE / anlatı YAPRAK FIRTINASI / öykü YÜZYILLIK YALNIZLIK / roman Gabriel Garcia Mârquez, 1928'de Kolombiya'nın Aracataca kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota'daki Kolombiya Ulusal Üniversitesi'nde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940'lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940'ların sonlarında başladı. Yayınlanan ilk önemlrya-pıtı, Yaprak Fırtınası'ydı. 1961'de yayınlanan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan bir subay eskisinin öyküsüdür. Bunu Hanım Ana'nın Cenaze Töreni (1962) adlı öykü kitabı ve Macon-do'daki siyasal baskıları anlatan Kötü Saatte (1962) izledi. Garcîa Mârquez, en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızhk'ı (1967), Meksika'ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlik'taki bir bölümden esinlenerek yazdığı öykülerini Đyi Kalpli Erendim (1972) adlı kitapta toplayan yazar daha sonra birbiri ardı sıra Mavi Bir Köpeğin Gözleri (1972) adlı öykü kitabını, askerî diktatörlükleri yeren Başkan Babamızın Soribaharı'nı (1975), onur uğruna işlenen bir cinayet çerçevesinde gelişen olayların ele alındığı Kırmızı Pazartesi'yi (1981), aşkta bağlılığı konu alan Kolera Günlerinde Aşk'ı (1985), Simon Bolivar'ın yaşamının son aylarını konu edinen Labirentin-deki General'i (1989) yayınladı. Yazanın Türkiye'de de yayınlanan öteki yapıtları arasında Bir Kayıp Denizci, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Aşk ve Öbür Cinler, Şili'de Gizlice, On Đki Gezici Öykü ve Bir Kaçırılma Öyküsü sayılabilir. Garcia Mârquez, 1982'rte Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü. Pınar Savaş, 1966 yılında Đstanbul'da doğdu. Orta öğrenimini Saint Benoit'da tamamladıktan sonra 1990 yılında Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu. 1999 yılında Can Yayınları'nda çalışmaya başladı. Đspanyolca, Fransızca ve Đngilizce biliyor. Đspanyolca ve Đngilizce'den Türkçe'ye yaptığı" çevirilerin yanı sıra, kitapları yayına hazırlıyor, çeşitli gazete ve dergilerde kitaplar hakkında makale ve tanıtım yazıları yazıyor. Çevirdiği kitaplar arasında, Açık Yapıt (Umberto Eco); Đnes'in Sezgisi (Carlos Fbentes); Kahramanlar ve Mezarlar, Tünel (Ernesto Sâbato); Kaya (Kenan Makiya); Yarın Savaşta Beni Düşün (Javier Marias); Hüzünlü Kadınlar Sığınağı (Marcela Serrano) bulunuyor. Đnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır. ORHAN KEMAL ĐL HALK KÜTÜPHANESĐ Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Ailemin yaşadığı o uzak kasabadan sabah gelmiş Barran- quilla'ya, beni nasıl bulacağı hakkında hiçbir fikri yokmuş. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış, Mundo Ki- tapçısı'na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: ¦''Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!" Tam öğle vakti geldi yanıma. Kitapların sergilendiği masaların arasında tüy gibi hafif adımlarla ilerledi, önümde dikilip iyi günlerinden kalma delici gülümsemesiyle ta gözlerimin içine baktı, ben daha bir tepki gösteremeden, "Annenim ben!" dedi. Öyle bir değişiklik vardı ki halinde tavrında, onu ilk bakışta tanıyamamıştım. Kırk beş yaşındaydı. Tam on bir doğum. Yaşamının on yılını hamile, bir o kadarını da çocuklarını emzirerek geçirmişti. Sözcüğün tam anlamıyla zamanından önce çökmüştü. Đlk kez taktığı gözlüğün ardındaki gözleri alıştığımdan daha büyük ve şaşkındı, annesinin ölümü nedeniyle tepeden tırnağa simsiyah yas giysilerine bürünmüştü, ama düğün fotoğrafın-daki, şimdi bir sonbahar halesinin çevrelediği o Romalı güzelliğini koruyordu hâlâ. Her şeyden, hatta bana sarılmadan önce, o bildiğim törensel havasında, "Senden bana bir iyilik yapmanı istemeye geldim, evi satmama yardım et," dedi. Ne hangisi dememe gerek vardı ne de neredeki diye sormama, bizim için dünyada tek bir ev olmuştur: dedemle ninemin Aracataca'daki evleri. Doğma şansına eriştiğim, sekiz yaşından sonra bir daha hiç içinde yaşamadığım o ev. Üç yılın sonunda hukuk fakültesini henüz terk etmiş, elime ne geçirirsem okuyarak ve Đspanyol Altın Çağı'nm bir daha yazılması mümkün olmayan şiirlerini ezbere söyleyerek geçiriyordum zamanımı. Bana roman yazma tekniğini öğreteceğine inandığım özgün ya da çeviri metinlerin hepsini yalayıp yutmuştum, gazetelerin eklerinde altı öyküm yayınlanmış, arkadaşlarımca heyecanla karşılanmış, birkaç eleştirmenin de dikkatini çekmişlerdi. Bir sonraki ay yirmi üç yaşma basacaktım, bir süreden beri asker kaçağıydım, belsoğukluğundan iki kez gaziydim; hiç umursamadan korkunç bir tütünden yapılma altmış sigara tuttururdum günde. Boş zamanlarımı Barranquilla, Cartagena de Indias ve Kolombiya'nın Karayip kıyılarında gezerek geçiriyor, El Heral-do'da çıkan günlük yazılarım için bana ödedikleriyle krallar gibi yaşıyordum ki, bir şey verdikleri yoktu doğrusunu söylemek gerekirse. Mümkünse biriyle birlikte yattığım, nerede akşam, orada sabah günler. Sanki yaşamım yeterince belirsiz ve karmaşık değilmiş gibi, ayrılmaz dostlarımla paramız pulumuz varmışçasına, Alfonso Fuenmayor'un üç yıldır planladığı bir dergi çıkarmaya karar vermiştik küstahça. Đnsan hayatta başka ne ister ki! Keyfim öyle istediğinden çok parasızlıktan modanın yirmi yıl kadar önünde gidiyordum: makas görmeyen bir bıyık, karmakarışık saçlar, kot pantolon, çiçekli gömlekler ve sandaletler. Bir sinema salonunun karanlığında yakınında oturduğumdan haberi olmayan bir arkadaş bir başkasına, "Bizim zavallı Gabito'da hiç umut yok!" deyi-vermişti bir gün. Yani annem gelip evi satmakta ona yardım etmemi istediğinde kadıncağıza evet demek için 10 hiçbir engelim yoktu. Bana yeterli parası olmadığını söyleyince, gururumdan, "Kendi masraflarımın çaresine bakarım," dedim. Bu sorunu çalıştığım gazetede çözmem mümkün değildi. Günlük bir makale için üç, bir muhabir olmadığında onun yerine yazı yazdığımda da dört peso veriyorlardı ve hiçbir şeye yettiği yoktu. Borç istemeye yel- tendiysem de patron borcumun çoktan beş yüz pesoyu aştığını söylemekle yetindi. O öğleden sonra bu konuyu gündeme getirerek arkadaşlarımın başının etini yediy-sem de yapacakları pek bir şey yoktu. Kolombiya Kahve-si'nin çıkışında Katalan kitapçı yaşlı üstadımız Ramon Vinyes'i kıstırarak on peso borç istedim ama cebinden çıka çıka altı peso çıktı. Đki günlük o masum yolculuğun benim açımdan böylesine belirleyici olacağını, en uzun ve gayretkeş yaşamın bile onu anlatmama yetmeyeceğini ne annem bilebilirdi ne de ben. Şimdi, iyi'yaşanmış bir yetmiş beş yılın ardından, bu yolculuğun yazar yaşamımda aldığım bir sürü kararın en önemlisi olduğunu biliyorum. Bu şu anlama gelir: bütün hayatımın en önemli kararı. Hafıza, ergenliğe kadar geçmişten çok gelecekle ilgilidir, bu nedenle köye ait anılarım henüz özlemle ideal- leştirilmemişti. Onu olduğu gibi hatırlıyordum: yaşaması keyifli, herkesin herkesi tanıdığı bir yer. Girdaplı suların cilaladığı, tarihöncesi çağlardan kalma dev yumurtaları andıran taşlardan yatağında akan bir nehrin kıyı-sındaydı. Akşam karanlığında, özellikle de aralık ayında, yağmurdan sonra hava elmasa keser, beyaz zirveleriyle Sierra Nevada de Santa Marta karşı kıyıdaki muz plantasyonuna yaklaşmış görünürdü. Köyden bakınca sırtlarına içi zencefil dolu bez çuvalları vurmuş, ağızlarında yaşamı daha eğlenceli kılmak için çiğnedikleri koka yap-raklarıyla karınca sıraları gibi ilerleyen Archuacos yerlileri görünürdü dağın yamaçlarında. O zamanlar biz çocuklar, nedense yerden kalkmak bilmez karlardan kar- 11 A.,. topları yaptığımızı hayal ederek boş sokaklarda savaş oyunu oynardık, sıcak özellikle öğle uykusu zamanı öylesine dayanılmaz bir hal alırdı ki, yetişkinler sanki o gün aniden bastırmış da, herkesi gafil avlamış gibi durmadan yakınırlardı. Doğduğum günden beri demiryollarının gece döşenip United Fruit Company'nin binalarının gece inşa edildiğini duymuşumdur, gündüz sıcaktan kızmış demirleri ellemenin imkânı yokmuş. Barranquilla'dan Aracataca'ya varmanın tek yolu eski püskü motorlu bir ahşap tekneyle, sömürge döneminde kölelerin bileğinin gücüyle kazılmış bir kanalda ilerlemek, sonra da çalkantılı ve girdaplı bir balçık çukurunu geçerek Cienaga'ya varmaktı. Orada ülkenin aslında en güzel şeyi olan trene binilirdi, hani şu bildiğimiz trene; uçsuz bucaksız muz plantasyonları katedilir, kızgın güneş altında cayır cayır yanan dağınık, tozlu kasaba ve köylerin ıssız ve yapayalnız istasyonlarında dura dura ilerlenirdi. 18 Şubat 1950 günü, akşamın yedisinde annemle işte bu yola koyulduk, karnaval arifesiydi, zamansız bir sağanak bastırmıştı; cebimizde ev planlandığı gibi satılmazsa geri dönmemize ancak yetecek otuz iki pe-so vardı. Alize rüzgârları o kadar şevkle esiyorlardı ki, ırmağın kıyısında annemi tekneye binmeye ikna etmek pek kolay olmadı. Haksız da sayılmazdı. Tekne New Orle-ans'taki buharlı nehir gemilerinin benzinli motorla çalışan bir taklidiydi ve öylesine sarsılıyordu ki, güvertedeki herkes sıtma tutmuş gibi titriyordu. Hamakları farklı seviyelere asmaya yarayan çengelleri olan genişçe bir salonu vardı, öteberi bohçalarının, tavuk kafeslerinin, hatta canlı domuzların arasında insanların ite kaka kendilerine bir yer açıp da dirsek dirseğe sığıştıkları ahşap sıralar diziliydi. Bir-iki tane de içinde nefes almanın olanaksız olduğu ahşap ranzalı kamara vardı, ki bunlar tüm yolculuk boyunca acil hizmet veren kanı canı kalmamış orospucukların işgali altındaydılar. Boş kamara 12 bulamadık, hamağımız da olmadığı için annemle bir saldırı düzenleyip merkez koridordaki iki demir sıraya el koyduk ve geceyi üzerlerinde geçirmeye karar verdik. Annemin korktuğu kadar varmış, halicinden bir adım mesafede bir okyanus gibi öfkeyle köpüren Magda^ lena Irmağı'nı aşarken o ürkütücü tekneyi fena halde kamçılıyordu fırtına. Ben limandan en ucuzundan epeyce kara tütün ve paçavra sayılabilecek bir cins sigara kâğıdı almış, birinin izmaritiyle ötekini yakarak her zamanki gibi baca gibi tüttürüyor, şeytanî hamilerimin en sadığı olan William Faulkner'in Ağustos Işığı'nı bir kez daha okuyordum. Annem bir traktörü çekebilecek ya da bir uçağı havada tutabilecek bir bocurgatmışçasına yapışmıştı tespihine, eminim her zamanki alışkanlığıyla kendisi için hiçbir dileği yoktu, on bir kimsesizi için refah, bir de uzun ömür, yeter de artardı ona. Duaları kabul olmuş olmalı ki, kanala girdiğimizde yağmur uysallaş-mış, rüzgâr neredeyse sivrisinekleri'bile uzak tutamayacak sünepelikle esmeye başlamıştı. Annem tespihini ortadan kaldırarak, uzunca bir süre çevremizdeki yaşamın velvelesine daldı. Annem orta sınıf bir evde doğmuş ama Muz Şirketi' nin geçici şaşaasında yetişmiş, bundan da Santa Marta'da, Prensantaciön de la Santisima Virgen Koleji'nde gördüğü zengin kız çocuğu eğitimi yanma kâr kalmıştı. Noel tatillerinde arkadaşlarıyla gergef işler, hayır kermeslerinde klavsen çalar, göz kulak olsun diye yanına katılmış bir teyzeyle pısırık yerel aristokrasinin neşeli dans partilerine katılırmış, ama ana babasının rızasına karşı gelerek köyün telgrafçısıyla evlenene kadar eline erkek eli değdiğini gören olmamış. Erdemiyle, karşılaştığı onca talihsizlik ve fesatlığa karşın her zaman demir gibi olan sağlığı mizah konusudur. Ancak en şaşırtıcı olan ve en az dikkat çeken özelliği, karakterinin müthiş gücünü belli etmemede gösterdiği inanılmaz beceridir: kusursuz bir Aslan Burcu. Böylelikle en akla gelmeyecek 13 yerlerdeki en uzak akrabalara kadar ulaşan anaerkil bir iktidar kurabilmiştir, fasulye tenceresini kaynatırken sert bir sesle ve gözlerini hiç kırpmadan konuştuğu mutfağından, bir gezegenler sisteminin güneşi gibi herkesi idare eder. Hiç yakınmadan bu zorlu yolculuğa katlanışını izlerken, kendi kendime nasıl olup da o kadar erken yaşta, onca beceriyle yoksulluğun haksızlıklarının üstesinden gelebildiğini soruyordum. Hiçbir şey o korkunç geceden daha fazla bunun kanıtı olamazdı. Đnsanın kanını emen sivrisinekler, üzerimize çöken sıcak, teknenin geçerken altüst ettiği kanal sularının mide bulandıran çürümüş kokusu, kendilerini rahat hissetmedikleri için bir türlü gözlerine uyku girmeyen, yerinde duramayan yolcuların yakınman telâşı; her şey anneminkinden çok daha sakin bir mizacı bile zıvanadan çıkarmaya yeter de artardı. Annem demir bankta kımıldamadan oturur ve her şeye katlanırken yakınımızdaki kamaralarda erkek kılığına girmiş kiralık kızlar, karnavalın hasadını topluyorlardı. Biri annemin hemen yanındaki kamarasına her defasında farklı bir müşteriyle girip çıkıyordu. Annemin dikkatini çekmediğini düşündüm, ama kız bir saatten az bir sürede dördüncü ya da beşinci kez kamaraya girip çıkınca, koridorun sonuna kadar kederli bir bakışla onu izlediğini fark ettim. "Zavallı kızlar," diyerek içini çekti, "yaşamlarını kazanmak için yapmak zorunda kaldıkları şey, çalışmaktan da kötü." Gece yarısına kadar böyle devam ettik, sonunda dayanılmaz sarsıntı ve koridorun yetersiz ışıkları yüzünden okumaktan yoruldum, Yoknapatavvpha Kontluğu' nun hareketli kumullarından su yüzüne çıkmaya çalışarak, sigara içmek için yanına oturdum. Bir yıl önce üniversiteyi bırakmış ve ne olduklarını öğrenme zorunluluğu olmadan gazetecilik ve edebiyatla yaşayabileceğim hayaline kapılmıştım, bir yerlerde okuyup kendime düstur bellediğim bir cümle vardı, sanırım Bernard 14 Shavv'undu: "Çok küçük yaşlarımdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır." Bunu tutup da kimseyle tartışamazdım, nasıl açıklayacağımı bilmiyordum ama içimde bir yerde, yalnızca benim için geçerli nedenlerim olduğunu hissediyordum. ! Bana o kadar umut bağlayıp da, olmayan paralarını harcayan ana babama böyle bir deliliği, bunun kaybedilmiş zaman olduğunu anlatmaya kalkışamazdım. Özellikle de kendi alamadığı diplomayı duvarına asamamak dışında ne olursa olsun beni bağışlamaya hazır babama. Aramızdaki iletişim kopmuştu. Bir yıldan beri onu ziyaret edip eğitimimi bırakma nedenlerimi açıklamaya çalışmayı düşünüyordum ki, annem evi satmasına yardım etmemi isteyerek karşıma dikilmişti. Gece yarısını epey geçene kadar konuyu açmadı, derken olağanüstü bir vahiy indi sanki, sonunda benimle konuşmak için uygun fırsatı yakaladığını hissettim, seyahatinin gerçek amacı da bu olmalıydı kuşkusuz; dilinin Ucuna gelmeden önce uykusuz gecelerinin yalnızlığında olgunlaşmış olduğu besbelli bir söyleyiş ve tonla, milimetresi milimetresine hesaplanmış sözcüklerle başladı. "Baban çok üzgün," dedi. Đşte onca korkulan cehennem. Her zamanki gibi en ummadığım anda, yatıştırıcı, hiçbir şey karşısında değişmeyecek bir sesle konuşmuştu, yanıtın ne olduğunu öyle iyi biliyordum ki, yine de âdet yerini bulsun diye sordum: "Öyle mi, neden?" "Eğitimini yarım bıraktın diye." "Bırakmadım," dedim, "yalnızca mesleğimi değiştirdim." Kıyasıya bir tartışma düşüncesi canlandırmıştı annemi. "Baban ikisinin aynı şey olduğunu söylüyor." Yanlış olduğunu bile bile, "O da keman çalmak için eğitimini bırakmış ama," dedim. 15 "Aynı şey değil," dedi büyük bir canlılıkla, "yalnızca şenliklerde ve serenatlarda keman çalıyordu. Eğitimini bıraktıysa, bunun nedeni ağzına koyacak bir lokma bulamaması. Bir aydan kısa bir sürede telgrafçılığı öğrenmiş ama, bu çok iyi bir meslek, özellikle de Aracataca'da." "Ben de gazetelere yazı yazarak yaşıyorum," dedim. "Bunu beni üzmemek için söylüyorsun ama durumunun berbatlığı gözlerinden okunuyor, seni kitapçıda gördüğümde az daha tanıyamayacaktım." "Ben de seni tanıyamadım," dedim. "Aynı şey değil," diye atıldı, "senin bir dilenci olduğunu sandım," berbat haldeki sandaletlerime baktı, "üstelik de çorapsız." "Böylesi daha rahat," dedim, "iki gömlek, iki don, biri kururken ötekini giyersin, insanın başka neye ihtiyacı var ki?" "Biraz itibara, ağırbaşlılığa," dedi, hemen ardından sesinin tonu değişerek,, "bunları seni sevdiğimiz için söylüyorum," diye ekledi. "Biliyorum," dedim, "ama söyle bakalım, benim yerimde sen olsaydın, aynısını yapmaz miydin?" "Ana babamla ters düşeceksem yapmazdım," dedi. Ailesinin evlenmesine karşı çıkmasına nasıl inatla direndiğini hatırlayarak, güldüm. "Bunu bana bakarak söylemeye cesaretin yok." Sözümü ciddiyetle savuşturdu çünkü neyi ima ettiğimi bal gibi anlamıştı, "Babamın rızasını almadan evlenmedim ben," dedi, "tamam, zorla aldım ama aldım." Tartışmaya son vermesinin nedeni benim öne sürdüğüm savların onu yenilgiye uğratması değildi elbette, tuvalete gitmek istiyordu ama temizliğinden emin değildi, daha doğru dürüst bir tuvalet olup olmadığını öğrenmek için kamarotla konuştum, ama kendisinin de aynı tuvaleti kullandığını söyledi. Sonra da sanki biraz önce Con-rad okumaya ara vermiş gibi, "Denizin üzerinde hepimiz 16 eşitiz," diye ekledi. Böylelikle annem de herkesin yasasına boyun eğdi ama tuvaletten çıktığında hiç de korktuğum gibi değildi, neredeyse gülümsemesini zor bastırıyordu. "Bir düşünsene," dedi, "şu kötü hayat hastalıklarından birini kapıp da eve dönsem baban ne der?" Gece yarısını biraz geçe, kanaldaki anemonlar pervaneye dolanınca tekne bir sığlıkta karaya oturdu, yolcuların hamaklarının halatlarını çözerek tekneyi kıyıdan çekmeleri gerekti, böylece üç saat geciktik. Sıcak ve sivrisinekler dayanılacak gibi değildi. Ama annem arada bir anlık şekerlemeler yaparak durumla başa çıkabiliyordu; bu huyu aile içinde de meşhurdur, sohbetin akışını izleyerek dinlenmesine olanak sağlar. Yeniden yola koyulup da serince bir rüzgâr esmeye başlayınca tümüyle ayıldı. "Neyse ne," dedi içini çekerek, "babana götüreceğim bir yanıt olmalı yine de." Aynı masumiyetle, "En iyisi hiç endişelenmemen," dedim, "aralıkta ben gidip kendim açıklarım." "Daha on ay var," diye itiraz etti. "Bu yıl artık üniversitede bir şey ayarlayamam zaten," dedim. "Bana kesinlikle gideceğine söz verir misin peki?" "Söz veriyorum," dedim ve ilk kez sesinde belirgin bir kaygı sezdim. "Peki, babana ona evet diyeceğini söyleyebilir miyim?" Tek bir sözcükle "Hayır," yanıtını verdim, "olmaz!' Belli ki başka bir çıkış arıyordu ama ona fırsat tanımadım. "O zaman en iyisi tüm gerçeği ona bir kerede söylemek, böylece ortada bir kandırmaca da olmaz." "Đyi işte," dedim rahatlayarak, "söyle." Böylece anlaşmış olduk. Annemi iyi tanımayan biri meselenin burada kapandığını sanabilirdi ama ben yeniden güç kazanmak için bir ara vermiş olduğumuzu bili- Anlatmak Đçin Yaşamak 17/2 yordum. Bir süre sonra annem derin bir uykuya daldı. Sert bir rüzgâr sivrisinekleri kaçırarak havayı yeniden çiçek kokularıyla doldurdu. Teknemiz bir yelkenlinin narinliğine kavuştu. Çocukluğumun bir başka efsanesi olan Cienaga Grande'deydik. Dedem Albay Nicolâs Ricardo Mârquez Mejia -biz torunları ona Papalelo derdik- ana babamı ziyaret etmem için beni Aracataca'dan Barranquilla'ya getirip götürürken pek çok kez geçmiştim bu bataklıktan. "Cienaga'dan korkmaya gerek yok ama ona saygı göstermek gerekir," derdi dedem, suların tahmin edilemez doğası üzerine yapılan dedikodulardan söz ederken; burası bir göl gibi sakin de olabilirdi, bir okyanus kadar kudurmuş da. Yağmur mevsiminde Sierra'dan kopup gelecek fırtınaların merhametine kalmıştı. Aralıktan nisana kadar havanın daha yumuşak olması beklenen dönemde, kuzeyden esen alizeler Cienaga'ya öyle bir coşkuyla saldırırlardı ki, her gece bir maceraya dönüşürdü. Anneannem Tranquilina Iguarân -Mina-, Cienaga'yı ancak ciddi bir aciliyet söz konusu olduğunda geçerdi, çünkü bir kez korkunç bir gece yolculuğu sırasında öyle bir fırtınaya tutulmuşlar ki, şafak sökene kadar Riofrîo'nun deltasına sığınmak zorunda kalmışlar. O gece şansımıza bataklık bir göl kadar durgundu. Şafak sökmeden az önce biraz soluklanmaya çıktığım pruvanın pencerelerinden görünen balıkçı kayıklarının ışıkları sudaki yıldızları andırıyordu. Sayılamayacak kadar çoktu ışıklar, karanlıkta seçemediğim balıkçılar bir ziyaretteymiş gibi aralarında muhabbet ediyor, sesleri suların karanlığında çarpıcı bir yankı yaratıyordu. Küpeşteye yaslanarak sıradağların profilini hayal etmeye çalıştım ve birden ilk özlem darbesiyle sarsılarak şaşırdım. Buna benzer başka bir şafak vakti, Cienaga Gran-de'yi geçerken, Papalelo beni kamarada uyur bırakarak kantine gitmişti. Saatini hatırlamıyorum, bir sürü in- 18 sanın paslı vantilatörün vınlamasına ve kamarayı kaplayan tenekelerinin sarsılarak çatırdamasına karışan yay-garasıyla uyanmıştım. Beş yaşından büyük olmama imkân yoktu, çok korkmuştum ama kısa sürede sakinleşip bunun bir düş olacağını düşünmüştüm. Ertesi sabah, Cienaga'ya yanaşırken, dedem bıçakla tıraş oluyordu, kapı açıktı, ayna da kapıya asılmıştı. Bugünmüş gibi hatırlıyorum: Daha gömleğini giymemişti, ama fanilasının üzerine her zamanki esnek, geniş yeşil çizgili pantolon askılarını takmıştı. Tıraş olurken bir yandan da bugün bile ilk bakışta tanıyacağım bir adamla sohbet ediyordu. Adamın asla kimseyle karıştırılamayacak karga gibi bir profili vardı. Sağ eline bir denizci dövmesi yaptırmıştı, boynunda bir sürü ağır altın zincir, her iki bileğinde de bilezikler ve halkalar vardı, hepsi de altındı. Giyinmeyi bitirmiş, yatağın üzerine oturarak ayağıma botlarımı geçiriyordum, adam dedeme dönerek, "Kuşkun olmasın Albay, yapmak istedikleri seni suya atmaktı," dedi. Dedem tıraş olmaya devam ederek gülümsedi ve ona özgü bir kurumlanmayla, "Buna yeltenmemeleri hayırlarına olmuş," diye mırıldandı. Bunun üzerine bir gece önceki yaygaranın nedenini anlamış, birinin dedemi kaldırıp balçığın içine atması fikrinden pek etkilenmiştim. O zamana kadar pek aklıma gelmeyen bu sahneyi hatırlamak, annemle birlikte evi satmaya gittiğimiz, güneşin ilk ışıklarında sıradağların mavi görünen karlı tepelerini seyrettiğim o sabah beni şaşırtmıştı. Kanallarda-ki gecikme yüzünden gün ışığında denizle bataklığı birbirinden ancak ayıran ışıklı kumların çamurunu, ağlarını sahile kurumaya sermiş balıkçıları, paçavralardan yaptıkları toplarla futbol oynayan pasaklı, sıska çocukları izleme fırsatımız olmuştu. Sokaklarda dinamit lokumlarını zamanında atamadıkları için kolları kopmuş o 19 kadar çok balıkçı olurdu ki. Tekne geçtikçe çocuklar yolcuların kendilerine attıkları paraları kapmak için suya dalıyorlardı. Sabah yedi sularında, Cienaga'nm biraz uzağmdaki pis kokulu bir bataklığa demirledik. Dizlerine kadar çamurun içinde ilerleyen hamal taburları tekneye gelerek bizi kucakladılar, balçıklı suda şapır şupur sesler çıkartarak iskeleye kadar götürdüler, aralarında bir koşuştur-macadır gidiyor, bir yandan da çamurun pisliğine verip veriştiriyorlardı. Limandaki masalara oturup leziz mo-jarra1 ve dilim dilim kızartılmış yeşil muzdan oluşan kahvaltımızı yavaş yavaş ederken, annem kaldığı yerden sürdürdüğü kişisel savaşın yeni bir saldırısına başladı. "Peki o zaman söyle bakalım," dedi bakışlarını kaldırmadan, "babana ne diyeceğim?" Biraz düşünmek için zaman kazanmaya çalıştım. "Ne hakkında?" "Onu ilgilendiren tek konu hakkında!" dedi biraz da sinirlice. "Senin eğitimin!" Şansıma konuşmamızın hararetli gidişatından etkilenip benim ne diyeceğimi öğrenmeye can atan münasebetsiz bir sofra arkadaşımız vardı. Annemin ânında yapıştırdığı yanıt hem gözümü korkutmuş hem de özel hayatı konusunda onun kadar kıskanç birinden geldiği için şaşırtmıştı. "Ben yazar olmak istiyorum," dedim. "Đyi bir yazar iyi para kazanabilir," dedi adam ciddiyetle, "özellikle de hükümet için çalışırsa." Annem mahremiyet duygusu nedeniyle mi konuyu değiştirdi yoksa söze karışan bu yabancının yorumlarından mı korktu bilinmez, ama her ikisi de benim kuşağımın belirsizliklerinden yakınarak geçmişe özlem duygularını paylaştılar. Sonunda ortak tanıdıklarının adlarını sayıp dökmeye başladılar, hem Cotes hem de Iguarân ta- 1 Yöreye ait yirmi santimetre boyunda, koyu renkli bir balık. (Çev.) 20 rafından akraba olduğumuzu keşfettiler. O zamanlar Ka-rayip kıyısında karşılaştığımız her iki-üç kişide bir gelirdi bu başımıza, ama annem her tanışlığı kesinlikle eşi benzeri bulunmaz bir şeymiş gibi karşılar, kutlardı. Tren istasyonuna Victoria tarzı, tek atlı, dünyanın diğer yörelerinde çoktan tükenmiş efsanevî bir soyun sonuncusu gibi görüneh bir arabayla gittik. Annem düşüncelere dalmıştı, limanın balçığının hemen ötesinde başlayan ve ufka karışan, güherçilelerin kireçleştirdiği çorak düzlükleri izliyordu. Burası benim için tarihî bir yerdi: Üç-dört yaşlarındayken, daha ilk Barranquilla yolculuğumda, dedem elimi tutup beni o alev alev yanan bomboş araziden geçirmişti, hızlı yürümüştük, nereye gittiğimizi söylememişti, bir süre sonra köpüklerin fışkırdığı yemyeşil sulara vardık, bir alay boğulmuş tavuk suyun üzerinde yüzüyordu. "Bu deniz," demişti. Şaşırmıştım, öbür kıyıda ne olduğunu sormuştum, hiç duraksamadan, "Öbür tarafta kıyı yok," yanıtını vermişti. Bugün, pek çok denizi sağından ve solundan, tersinden ve düzünden gördükten sonra, bunun dedemin o yüce yanıtlarından biri daha olduğunu düşünüyorum. Daha önceki hiçbir hayalim o kirli deltayla, mangle ağaçlarının dalları ve kıymık kıymık deniz kabuklarıyla dolu yürümesi imkânsız taşlı sahille örtüşmüyordu zaten. Korkunçtu. Annem de Cienaga Denizi hakkında aynı şekilde düşünüyor olmalı ki, arabanın sağ tarafında deniz belirir belirmez içini çekerek, "Riohacha'daki gibi deniz yoktur," dedi. Fırsattan yararlanıp ona ölü tavuklarla ilgili anımı anlattım ama tüm büyükler gibi bunun bir çocukluk hayalî olduğunu düşündü. Sonra yolda karşımıza çıkan tüm yerlere aynı şekilde bakmaya devam etti, suskunluğunun değişmesinden her biri hakkında ne düşündüğü- 21 nü anlıyordum. Demiryolunun öte yanında, paslanmış çatılı, renkli boyalı, dam saçaklarına asılı çemberlerine tünemiş, müşterileri Portekizce çağıran yaşlı Paramaribo papağanlı randevuevlerinin önünden geçiyorduk. Dev gibi demir kubbesine göçmen kuşların uyumak için geldiği, kaybolmuş martıların sığındığı lokomotif hangarının önünden geçiyorduk. Đçine girmesek de kentin yanı başından geçiyor, geniş ve ıssız sokaklarını, bir zamanların şaşaasını yansıtan tek katlı, boydan boya pencereli, içinde piyano parçalarının gün batana kadar aralıksız tekrarlandığı evlerini görüyorduk. Birden annem parmağıyla işaret ederek, "Bak," dedi, "işte, dünya orada sona ererdi." Đşaretparmağmı izledim ve istasyonu gördüm: duvarları lime lime soyulan ahşap bir bina. Çinko çatısı, iki su oluğu, teraslı balkonları vardı. Önündeki küçük, çorak meydana sığsa sığsa iki yüz kişi sığardı. Annemin bana söylediğine göre, 1928 yılında o gün, ordu bu meydanda, Muz Şirketi'nin kayıtlarında asla doğrusunun yer almadığı sayıda insanı katletmişti. Gözlerimle görmüşçesi-ne aşina olduğum bir olaydı, kendimi bildim bileli dedemden belki bin kez dinlemiştim: Asker grevdeki işçilerin bir alay çapulcudan ibaret olduklarını açıklayan bir bildiri okuyordu. Görevliler meydanı boşaltmaları için beş dakika süre verdikten sonra üç bin erkek, kadın ve çocuk kızgın güneşin altında yerlerinden bile kımılda-mamışlardı; sonra ateş emri, tüfeklerin takırtısı, tükürdükleri akkor halindeki parıltı, paniğe kapılıp birbirini ezen kalabalığın mitralyözün yöntemli ve yorulmak bilmez makasıyla karış karış kesilerek giderek azalması. Tren Cienaga'ya sabahın dokuzunda gelir, teknenin yolcularını ve dağdan inenleri toplar, on beş dakika sonra muz bölgesinin içlerine doğru ilerlerdi. Annemle istasyona sekizi biraz geçe varmıştık ama tren gecikmişti. Bizden başka yolcu yoktu elbette, annem bunu boş vagona girince fark etti ve bir şenlik havasında, 22 "Ne lüks ama! Tüm tren bize kalmış!" dedi. Bunun memnuniyetsizliğini gizlemek için yapmacık bir sevinç olduğunu düşünmüşümdür çünkü zamanın etkileri vagonların her yerinden belli oluyordu. Bindiğimiz eskinin ikinci sınıf vagonlarındandı ama ne hasırdan koltuklan kalmıştı ne de giyotin pencerelerinde cam, yoksulların kumaşı parlamış pantolonlu sıcak kıçlarının cilaladığı ahşap banklarda oturuyorduk. Yalnızca bu vagon değil tüm tren kendi kendisinin hayaleti gibiydi. Eskiden üç sınıf varmış. En yoksulların yolculuk ettiği üçüncü sınıf muzların ya da adaklık büyükbaş hayvanların taşındığı yük vagonlarının aynısıymış, ham ahşaptan enine banklar konarak insanlara uygun hale getirilmiş. Đkinci sınıfın hasır koltukları ve bronz çerçeveleri varmış. Hükümet üyelerinin ya da Muz Şirketi'nin üst düzey memurlarının yolculuk ettiği birinci sınıftaysa, koridorlara halılar seriliymiş ve kırmızj kadifeyle kaplı, kollu, yönü değişebilen koltuklar varmış. Şirketin müdürü, davetlileri ya da ailesi yolculuk edeceği zaman, trene güneşlikli camları, altın yaldızlı saçaklıkları, yolculuk ederken çay içebilmek için küçük masaların bulunduğu bir terası olan bir vagon eklenirmiş. Bu rüya vagonun içini gören bir Allanın kulunu duymadım. Dedem iki kez belediye başkanı olmuştu, parayla da matrak bir ilişkisi vardı ama yalnızca yanında aileden bir kadın varsa ikinci sınıfta yolculuk ederdi. Neden üçüncü sınıfı yeğlediğini sorduğumda, "Çünkü bir dördüncü sınıf yok," yanıtını verirdi. Tren hakkında hatırlanmaya en çok değer şeyse dakikliğiydi, köylüler saatlerini onun ıslığına göre ayar-larlarmış. O gün nedendir bilmem, bir buçuk saat gecikmeyle yola çıktık. Tren hüzünlü bir gacırdamayla yavaş yavaş yola koyulunca annem hayallere daldı ama hemen kendini toplayarak, "Bu trenin yaylarının yağlanması gerek," dedi. Belki de tüm trenin tek yolcularıydık, o âna kadar 23 gerçekten ilgimi çeken bir şeyle karşılaşmamıştım, Ağustos Işığı'nın mahmurluğuna daldım, birbiri ardına sigara yakıyor, arada bir bakışlarımı kitabımdan kaldırarak geride bıraktığımız yerlere çabucak bir göz atıyordum. Tren uzun bir ıslık salarak Cienaga'nın deniz suyu altında kalmış düzlüklerini aştı, gürültüsünü dayanılmaz hale getiren tüm hızıyla, kızıl renkli kayalardan oluşma bir yara daldı. On beş dakika sonra hızı azaldı, gizemli bir soluk salarak plantasyonların serin gölgeliğine girdi, hava ağırlaşmış, denizden gelen meltem hissedilmez olmuştu. Muz bölgesinin yalıtılmış krallığına girdiğimizi fark etmek için okumama ara vermem gerekmiyordu. Dünya değişti. Demiryolunun yanı başında göz alabildiğine plantasyonların simetrik ve bitmek tükenmek bilmez yolları uzanıyor, öküzlerin çektiği arabalarda yeşil hevenkler taşınıyordu. Birden ekilmemiş, düzensiz alanlarda kırmızı tuğladan evler, pencerelerinde demir parmaklıklar, tavanlarında vantilatör olan ofis binaları ve bir gelincik tarlasının ortasındaki yapayalnız hastane çıktı karşımıza. Her derenin kendi köyü ve üzerinde demir köprüsü vardı, genç kızlar buz gibi sularda banyo yapıyor, tren geçerken bir an görünüp kaybolan memele-riyle yolcuların huzuru kaçırmak için suyun içinde zıp zıp zıplıyorlardı. Riofrio bölgesinde birçok Archuacos ailesi gördük, sırt çantaları dağlardan toplanmış, ülkenin en lezzetli aguacate'leriyle1 tepeleme doluydu. Seke seke vagonları dolaşarak oturacak yer aradılar, ama tren yeniden yola koyulduğunda yalnızca yeni doğmuş bir bebekle iki beyaz kadın ve genç bir rahip kaldı içeride. Yolculuğun geri kalanında bebek hiç susmadı. Rahibin yürüyüş botları ve mantarlı şapkası vardı, pamuklu kumaştan cüppesi bir geminin yelkenlisi gibi kare biçimli yamalarla doluy- ' Defne ailesinden, sekiz-on metre yüksekliğinde, Güney Amerika'da yetişen bir ağaç. Dört mevsim yapraklıdır. Meyveleri yenir. (Çev.) 24 du, sanki kürsüdeymiş gibi, çocuk ağladıkça konuştu da konuştu. Seçtiği konu Muz Şirketi'nin geri dönme ihtimaliydi. Bu konu ortaya çıktığından beri bölgede başka bir şey konuşulduğu yoktu zaten, ölçütler şirketin dönmesini isteyenlerle istemeyenler arasında bölünmüştü, ama herkes döneceğinden emin görünüyordu. Rahip şirketin dönmesini istemiyordu ve bunu o kadar kişisel bir nedenle ifade etti ki, söylediği kadınlara palavraymış gibi geldi: "Şirket gittiği her yerde ardında bir harabe bıraktı." Bu, rahibin ağzından çıkan tek özgün cümleydi, ama onu da açıklayamadı ve sonunda bebeğin annesi rahibin söylediğiyle, Tanrı'nın onunla hemfikir olamayacağı düşüncesini birbirine karıştırdı. Özlem her zaman yaptığı gibi kötü anıları silmiş, güzellerini devleştirmişti. Kimse yıkımından kurtulamamıştı. Trenin penceresinden kapıların eşiklerinde oturmuş adamlar görünüyordu, yüzlerine bir kez bakmak, ne düşündüklerini anlamaya yeterliydi. Deniz kabuğu sahillerdeki çamaşırcılar da trene aynı umutla bakıyorlardı. Elinde evrak çantası olan her yabancıyı United Fruit Company'nin gelip de geçmişi yeniden inşa edecek olan memuru sanıyorlardı. Her karşılaşmada, her ziyarette, her mektupta er ya da geç o kutsal cümle geçiyordu: "Diyorlar ki şirket geri dönecekmiş." Bunu kimin, ne zaman, niye söylediğini bilen yoktu, ama kimse şirketin döneceğinden kuşku duymuyordu. Annem bu dehşetten kurtulduğuna inanıyordu, dedemle ninem ölünce Aracataca'yla tüm bağlarını koparmıştı. Düşleri ona ihanet ediyordu kuşkusuz. Kahvaltıda bizlere aktaracak kadar ilginç bulduğu bir düş görürse, anlattıkları her zaman muz bölgesine duyduğu özlemle ilintili oluyordu. Evi satmaya direnerek çok zor zamanlar geçirdi, şirket dönünce evi en az dört kat pahalı satacağına inanıyordu. Sonunda gerçeğin dayanılmaz baskısı onu da yendi. Ama trende rahibin şirketin dön- 25 mek üzere olduğunu söylediğini duyunca, eliyle üzüldüğünü gösteren bir hareket yapıp kulağıma eğilerek, "Keşke biraz daha bekleyebilseydik, evi daha pahalıya satardık," dedi. Rahip hiç durmadan konuşurken duraklamadan bir köy meydanından geçtik, kalabalık toplanmış, yakıcı güneş altında neşeli bir parça çalan bandoyu dinlemekteydi. Bu köylerin hepsi bana aynıymış gibi gelir. Papale-lo beni Don Antonio Daconte'nin meşhur Olympia Sine-ması'na götürdüğünde de, kovboy filmlerindeki kasabaların bizim trenin içinden geçtikleriyle aynı olduğunu düşünürdüm. Daha sonra Eaulkner okumaya başladığımda, onun romanlarındaki kasabalar da bana bizimkilerin aynısıymış gibi geldi. Bunda şaşırtıcı bir şey yok elbette, kasabaların hepsi de United Fruit Company'nin mesihimsi etkisiyle, iğreti ve geçici birer kamp alanı tarzında kurulmuş yerlerdir. Benim hatırladıklarımın hepsinde kilisesiyle bir meydan, peri masallarından çıkma, temel renklerde boyanmış evcikler vardı. Gün batarken şarkı söyleyen siyah derili gündelikçileri, çiftliklerin verandalarında oturarak yük trenlerinin geçişini izleyen işçileri, çiftliğin yaşam alanlarında pazar cümbüşlerinde aniden görünüverdiği söylenen kafası kesik şekerkamışı toplayıcıları da hatırlıyorum. Aracataca ve Sevilla'da, demiryolunun karşı tarafında, gringoların1 özel şehirleri vardı. Devasa kümesler gibi elektrikli metal tellerle çevriliydiler, yazın serin günlerinde, tellere yapışıp ızgara olmuş tavuklar görürdük. Bıldırcınların havalandığı yapışkan mavi çayırlarını, pencereleri telli, kırmızı çatılı evlerini, teraslarda, palmiyelerin ve tozlu gül çalılarının arasında yemek yemek için katlanır iskemleleri olan yuvarlak masalarını hatırlıyorum. Bazen telin yakınlarında muslin elbiseli, büyük hasır şapkalı güzel ve bitkin kadınlar görünür, altın makaslarla bahçelerinden çiçekler 1 'Kuzey Amerikalı' anlamında kullanılan argo bir sözcük. (Çev.) 26 keserlerdi. Yani çocukluğumda bir kasabayı ötekinden ayırt etmek hiç de kolay değildi. Şimdi, yirmi yıl sonra, bu iş daha da zorlaşmış, çünkü istasyonlardaki üzerlerinde şiirsel isimler olan tabelalar da düşmüş; Tucurinca, Gua- machito, Neerlandia, Guacamayal - tüm bu kasabalar anılarımdakilerden daha da ıssız üstelik. Tren bitmek tükenmek bilmez bir on beş dakika boyunca lokomotif değiştirmek ve su almak için Sevilla'da, sabahın on bir buçuğunda durdu. Đşte sıcak da orada bastırdı. Yeniden yola koyulduğumuzda, yeni lokomotif her dönemeçte camsız pencerelerden üzerimize bir kömür tozu fırtınası üfürüyor, kapkara bir karla kaplanıyorduk. Rahip ve kadınlar biz farkına varmadan kasabanın birinde inmişlerdi, bu, annemle beraber başka hiç kimsenin olmadığı bir trende olduğum duygusunu ağırlaştırmıştı. Önümde oturup pencereden bakan annem bir-iki kez şekerleme yapmış, düşlere dalmıştı, ama aniden uyanarak bana yine o ürkütücü soruyu yöneltti: "Eeee, babana ne diyeceğim?" Asla teslim olmayacağını, kararımı zayıflatacak bir açık aramaya devam edeceğini düşündüm. Bir süre önce hiç tartışmaya girmeden safdışı bıraktığım birkaç uzlaşma formülü sunmuşsa da, annemin ateşkesinin pek uzun sürmeyeceğini bilirdim. Yme de bu yeni girişim beni gafil avladı. Hiçbir sonuç vermeyecek bir savaşa hazır bir halde, öncekinden daha sakin verdim yanıtımı: "Bu yaşamdaki tek arzum yazar olmak, ona böyle söyle, olacağım da." "O senin olmak istediğin şeyi olmana karşı değil ki, onun istediği bir yerden mezun olman." Annem bana bakmadan konuşuyor, aramızdaki söyleşi onu pencereden izlediklerinden daha az ilgilendiri- yormuş gibi yapıyordu. "Neden bu kadar ısrar ettiğini anlamıyorum, asla teslim olmayacağımı biliyorsun," dedim. 27 Ânında dosdoğru gözlerimin içine bakarak, kafası karışmış gibi, "Neden bunu bildiğimi düşünüyorsun?" diye sordu. "Çünkü sen ve ben birbirimizin eşiyiz." Tren köyü olmayan bir istasyonda durdu, bir süre sonra da yol üzerindeki tek muz çiftliğinin önünden geçti, kapısının üzerinde çiftliğin adı yazılıydı: Macondo. Bu ad ta dedemle yaptığım ilk yolculuklardan beri dikkatimi çekerdi, ama ancak bir yetişkin olunca şiirsel tınısından hoşlandığımı anlayabilmiştim. Ne kimseyi bu adı söylerken duymuşluğum vardı ne de anlamını sormuştum. Bir ansiklopedide rastlantı eseri ceiba ağacına benzer tropik bir ağaç olduğunu, çiçeği ve meyvesi olmadığını, süngerimsi ahşabının kano yapımında ve mutfak öteberisi oymakta kullanıldığını okuduğumda, ismi üç kitapta hayalî bir köyün adı olarak kullanmıştım bile; daha sonra Britannica'da Tanganika'da yaşayan göçebe Makondo kabilesinden söz edildiğini keşfetmiş, sözcüğün kökeninin buradan gelebileceğini düşünmüştüm. Ne bunu araştırdım ne de ağacı gördüm, muz bölgesinde pek çok kez ağacı sorduysam da, kimse bana gösteremedi. Belki de böyle bir ağaç hiç var olmadı. Tren on birde Macondo adlı çiftlikten geçmiş, on dakika sonra da Aracataca'da durmuştu. Annemle birlikte evi satacağımız güne bir buçuk saat gecikmeyle adım attık. Tren yeniden hızlanmaya başladığında ben tuvaletteydim, kırık pencereden içeri yakıcı ve kuru hava doldu, eski püskü vagonların gıcırtısı lokomotifin ürkütücü ıslığına karıştı. Yüreğim göğsümde güm güm atmaya başladı, buz gibi bir mide bulantısı tüm organlarımı dondurdu. Sanki deprem oluyormuşçasına korkuyla dışarı fırladım. Annem öylece oturmuştu, kılı bile kıpırdamıyordu; sanki yaşamın anlık fırtınalarıymışlar da geçip gitmişler ve bir daha asla geri dönmeyeceklermiş gibi, yüksek sesle trenin penceresinden gördüğü yerlerin adlarını sayıyordu birbiri ardına. 28 "Bunlar altın var masalıyla babama sattıkları topraklar," dedi. Gözümüzün önünden çiçekli bahçesi ve kapısının üzerindeki tabelasıyla öncü öğretmenlerin evi geçti bir çırpıda: The sun shines for ali.' "Đngilizce öğrendiğin ilk şey," dedi annem. "Đlk değil," dedim, "tek." * Gringoların plantasyona su> aktarmak amacıyla ırmağın yönünü değiştirmek için inşa ettikleri kanalın bulanık sularının üzerindeki beton köprüden geçtik. "Đşte hayat kadınlarının mahallesi, erkeklerin sabahlara dek cumbiamba dansı yapıp mum yerine banknotları yaktıkları yerler," dedi annem. Yol boyunca sıralanmış kahverengi banklar, güneş altında pas rengini alan badem ağaçları, okumayı öğrendiğim okulun bahçesi. Trenin penceresinin önünde bir anlığına da olsa, bütün kasabanın aydınlık bir şubat sa-bahındaki hayali canlanıverdi. "Đstasyon!" diye bağırdı annem. "Treni bekleyen kimse kalmadığına göre her şey nasıl da değişmiş olmalı!" Lokomotif ıslık çalmayı kesti, yavaşlamaya başladı, uzun uzun sızlanarak durdu. Đlk etkilendiğim şey sessizlikti. Bu, bağlı gözlerle bile dünyanın öbür sessizlikleri arasında ayırt edilebilecek, elle tutulabilir yoğunlukta bir sessizlikti. Sıcağın yansıması öylesine yoğundu ki, her şey dalgalı bir camın ardından görünüyordu sanki. Gözün görebildiği yerde ne bir insan vardı ne de püskür-müş gibi duran, yakıcı toz tabakasıyla kaplanmamış bir nesne. Annem bir-iki dakika daha yerinde oturmaya devam etti, ölü kasabaya ve ıssız sokaklara baktı, sonra dehşet içinde, "Aman Tanrım!" diye inledi. Trenden inmeden önce tek söylediğiydi bu. Güneş herkes için parıldar. (Çev.) 29 Tren orada dururken yalnız değilmişiz gibi bir duyguya kapılmıştım, ama ani, iç gıcıklayıcı bir ıslık çalarak hareket edince, annemle o cehennemi güneşin altında çaresiz kalıverdik; tüm kasabanın ağırlığı üzerimize çöktü sanki. Birbirimize hiçbir şey söylemedik. Eski istasyon binası ahşaptı, çinko çatısı ve dört yanını saran balkonuyla, kovboy filmlerinden aşina olduklarımızın tropikal bir çeşitlemesi gibiydi. Sütunları sarmaşıkların zoruyla çatlamaya başlamış olan bu terk edilmiş yapıyı arkamızda bırakarak, badem ağaçlarının gölgesine sığına sığına, siesta1 zamanının durgunluğuna daldık. Çocukluğumdan beri bu hareketsiz siestalardan nefret ederdim, çünkü ne yapacağımızı bilemezdik. Uyuyanlar hiç uyanmadan, "Susun, uyuyoruz!" derlerdi. Dükkânlar, devlet daireleri, okullar on ikide kapanır, neredeyse üçe kadar açılmazlardı. Evlerin içi insanın ne yapacağına karar veremediği bir mahmurlukla dolardı. Ba- • zılarında bu durum o kadar dayanılmaz olurdu ki, ev halkı kendini dışarı atar, hamaklarını avluya asar ya da taburelerini bademlerin gölgesine çeker, sokak ortasında uyurlardı. Yalnızca istasyonun karşısındaki otel, otelin kantini ve bilardo salonu, kilisenin arkasındaki telgraf dairesi açık kalırdı. Her şey anılarımdaki gibi ama daha yoksul ve yıpranmış, bir uğursuzluk rüzgârına kapılmıştı sanki: ağaç kurtlarının kemirdiği aynı evler, paslanıp delinmiş çinko çatılar, eski püskü granit banklarıyla meydan, hüzünlü badem ağaçları; her şey o görünmez, alev alev, insanın görüşünü çarpıtıp derisinin kirece kesmesine neden olan toz altında şeklini yitirmişti. Demiryolunun öteki tarafındaki Muz Şirketi'nin özel cennetiy-se, elektrikli telleri ve palmiye ağaçları olmayan geniş bir fundalıktan ibaret kalmış, gelinciklerin arasındaki evler birer harabeye dönmüştü, hastanenin yanmış kalıntısı görünüyordu yalnızca. Benim içimde doğaüstü bir 1 Öğle uykusu. (Çev.) 30 yankı uyandırmayan tek bir kapı, duvarda bir çatlak, insanlardan kalma bir iz yoktu bu manzarada. Annem o tüy gibi adımlarıyla dimdik yürüyor, yas giysisinin içinde pek terlemiyormuş gibi görünüyor, çıtı çıkmıyordu; ama yüzünün ölü beyazlığı ve keskin profı- ' linden içinde ne fırtınalar koptuğunu kestirmek zor değildi. Yolun sonunda ilk kez biriyle karşılaştık: Ufak tefek, elden ayaktan düşmüş bir kadıncağız Jacobo Bera-zaca'nın köşesini döndü ve elinde tuttuğu, iyi kapanmamış kapağı adımlarının çizdiği yayın merkezini belirleyen çinko-kalay karışımı bir tencereyle bizim tarafımıza geçti. Annem kadına bakmadan bana, "Bu Vita," dedi. Tanımıştım. Çocukluğundan beri dedemlerin mutfağında çalışırdı. Ne kadar değişmiş olursak olalım, bakmaya tenezzül etseydi, bizi tanırdı. Ama hayır: Başka bir âlemde geçip gitti yanımızdan. Hâlâ kendi kendime Vi- ta'nın o günden çok önce ölmüş olup olmadığını sorarım. Köşeyi dönünce, sandaletlerimin arasına giren toz ayaklarımı yaktı. Đçimdeki çaresizlik hissi dayanılmazdı. Birden annemle kendimi, Marîa Consuegra'nın, evinin kapısını zorladığı için bir hafta önce öldürdüğü hırsızın annesi ve kız kardeşini çocukken gördüğüm gözle gördüm. Maria Consuegra sabahın üçünde birinin sokak kapısını zorlarken çıkardığı gürültüyle uyanmış. Işığı yakmadan kalkmış, giysi dolabının içinde el yordamıyla Bin Gün Savaşlarından beri kimsenin ateşlemediği antika silahı bulmuş, karanlıkta yalnızca kapının yerini değil, kilidin yerden yüksekliğini de tahmin etmiş. Sonra iki eliyle silahı kavramış, gözlerini yummuş ve tetiği çekmiş. Daha önce ömründe ateş etmemişmiş, ama kurşun kapıyı delip hırsıza saplanmış. O hırsız gördüğüm ilk ölüydü. Sabahın yedisinde okula gitmek için evin önünden geçerken ceset hâlâ kaldırımda, kurumuş bir kan lekesinin üzerinde yatıyordu; 31 burnunu parçalayarak girip bir kulağından çıkan kurşun adamın yüzünü dağıtmıştı. Ölünün renkli çizgileri olan bir gemici fanilası, sıradan bir pantolonu vardı, kemer yerine beline bir kuşak sarmıştı ve ayakları çıplaktı. Yerde yanı başında, kapıyı zorladığı el yapımı maymuncuğu bulmuşlardı. Kasabanın önde gelenleri hırsızı vurduğu için geçmiş olsun deyip onu teselli etmek üzere Maria Consueg- ra'nın evine gitmişlerdi. Ben de Papalelo'yla gitmiştim, kadını devasa bir tahta benzeyen hasır bir Manila koltuğuna oturmuş, çevresini saran heyecanlı arkadaşlarına hikâyesini bininci kez anlatırken bulduk. Herkes yalnızca korkudan ateş ettiği konusunda kadınla hemfikirdi. Sonra dedem ateş ettikten sonra bir şey duyup duymadığım sordu, kadın ilk önce büyük bir sessizlik olduğunu, sonra betonun üzerine düşen maymuncuğun çıkardığı sesi duyduğunu, sonra alçak ve acılı bir sesin, "Ay! Anneciğim!" diye bağırdığını söyledi. Görünüşe göre dedem soruyu sorana kadar, Maria Consuegra yaşanan yürek parçalayıcı trajedinin farkına varmamıştı. Birden ağlamaya başladı. Bu bir pazartesi olmuştu, ertesi salı ömrüm boyunca en eski arkadaşım olarak bildiğim Luis Carmelo Cor-rea ile topaç çeviriyorduk, uyuyanların zamanından önce uyanarak pencerelere koştuğunu görünce şaşırdık. Sonra ıssız sokakta tepeden tırnağa kara yas giysileri içinde bir kadın gördük, yanında elinde bir gazete kâğıdına sarılı solmuş çiçekler tutan, on iki yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Kızgın güneşten kara bir şemsiyeyle korunuyor, onları pencerelerden izleyen insanların küstahlığını kesinlikle görmezden geliyorlardı. Öldürülen hırsızın annesi ve kız kardeşiymişler, çiçekleri adamın mezarına götürdüler. Sonunda bir öyküye dökerek çıkarıp da içimden atana kadar yıllarca peşimi bırakmadı bu görüntü, tüm kasaba halkının pencerelerinden bakarken gördüğü ortak 32 bir rüyaydı sanki. Ama gerçek şu ki, annemle evi satmaya gidip de, kendimi aynı ölü saatte aynı sokakta yürürken bulana kadar, ne kadınla kızın yaşadıkları dramın gerçekten farkına varmıştım ne de olağanüstü ağırbaşlılıklarının. "Kendimi hırsız benmişim gibi hissettim," dedim. Annem ne dediğimi anlamadı. Dahası da var: Maria Consuegra'nın evinin önünden geçerken, merminin delip geçtiği yerdeki yamanın hâlâ fark edilebildiği kapıya dönüp de bakmadı bile. Şimdi yıllar sonra, annemle yaptığımız o yolculuğu anımsadığımda, trajediyi hatırladığını ama unutmayı yeğlediğini anlıyorum. Aynı tercih Don Emilio'nun yaşadığı evin önünden geçerken daha da belirgindi; 'Belçikalı' olarak bilinen bir adamcağızdı Don Emilio, Birinci Dünya Savaşı gazisiydi, Normandi-ya'da mayınlı bir arazide iki bacağını birden kaybetmişti; bir Hamsin Yortusu1 pazarında, altın siyanürü buhu-ruyla bu anının işkencelerinden kurtulmaya karar vermiş olmalı. En fazla altı yaşındaydım ama ertesi gün sabahın yedisinde duyulan bu haberin yarattığı karmaşayı dünmüş gibi hatırlıyorum. Hafızamıza öylesine kazınmış olmalı ki, evi satmak için kasabaya geri döndüğümüzde, annem yirmi yılın sonunda sessizliğini bozarak, "Zavallı Belçikalı," diye iç çekti, "senin de demiş olduğun gibi bir daha asla satranç oynayamadı." Amacımız doğrudan eve gitmekti, ancak bir blok kala annem aniden durdu ve bir önceki köşeden saparak, "Buradan gitsek daha iyi olur," dedi, sonra da sanki nedenini bilmek istemişim gibi bana dönüp, "çünkü korkuyorum," diye ekledi. Böylece ben de kendi mide bulantımın nedenini anlamış oldum: Korkuydu; sadece hayaletlerimle karşılaşmaktan değil, her şeyden duyduğum korku. Böylece bir paralel sokakta yürüyerek evin çevresinden dolanmış ol- ' Hıristiyanların Paskalya'dan elli gün sonra kutladıkları yortudur, kutlamalar pazar günü yapılır. (Çev.) Anlatmak Đçin Yaşamak 33/3 duk, tek amacımız önünden geçmemekti. Sonradan "Biriyle konuşmadan önce evi görecek cesaretim yoktu," diye açıklamıştı annem. Öyle de oldu. Geldiğimizi önceden haber vermeden, beni neredeyse sürükleyerek, Doktor Alfredo Barboza'nm evimizden yüz adım bile uzakta olmayan, köşedeki eczanesine girdi.
Description: