Ejderhaların Dansı Buz ve Ateşin Şarkısı 5 George R. R. Martin İngilizce aslından çeviren: Sibel Alaş Epsilon Yayınevi Ejderhaların Dansı I-II Orijinal Adı: A Dance with Dragons Yazarı: George R. R. Martin Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Çeviri: Sibel Alaş Editör: Yasin Özdemir Düzelti: Fahrettin Levent Düzenleme: Ceyda Çakıcı Baş Kapak Uygulama: Berna Özbek Keleş 1. Baskı: Temmuz 2013 ISBN: 9789944826976 YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 12280 © 2011 George R. R. Martin Türkçe Yayım Hakkı: Akçalı Ajans aracılığı ile © Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Baskı ve Cilt: Kitap Matbaacılık Davutpaşa Cd. No: 123 K:1 Topkapı/ İstanbul Sertifika No: 16053 Tel : (0212) 482 99 10 Faks : (0212) 482 99 78 Yayımlayan: Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti. Osmanlı Sk. Osmanlı İş Merkezi No:18/45 Taksim / İstanbul Tel: 0212 252 38 21 pbx Faks: 252 63 98 İnternet adresi: www.epsilonyayinevi.com email: [email protected] GİRİŞ Gece, insan kokusuyla ağırlaşmıştı. Varg, bir ağacın altında durdu, etrafı kokladı, gri kahverengi kürkü gölgelerle beneklendi. Çamlı rüzgârın iç çekişi, ona insan rayihasını getirdi. Tilkiden ve tavşandan, foktan ve geyikten, hatta kurttan bahseden daha belirsiz kokular da vardı. Bunlar da insan kokularıydı, varg biliyordu; dumanın, kanın ve çürümüşlüğün keskin aromasının altında hemen hemen boğulmuş olan ölü, ekşi, eski deri ufuneti. Sadece insanlar, diğer hayvanların derilerini yüzer ve postlarıyla kürklerini giyerdi. Varglar, kurtların aksine, insanlardan korkmazdı. Midesine nefret ve açlık çöreklendi; varg pes bir kükreme koyuverdi, tek gözlü erkek kardeşine ve kurnaz kız kardeşine seslendi. Hızla ağaçların arasına daldı, sürü arkadaşları onun peşinden gitti. Kokuyu onlar da yakalamıştı. Varg koşarken kardeşlerinin gözlerinden de baktı ve ileride kendi cismini gördü. Sürünün nefesi, uzun ve gri çenelerden, ılık ve beyaz bir buhar hâlinde tütüyordu. Kurtların pençelerinin arasında tutmuş buzlar, taş kadar sertti ama av başlamıştı ve kurban ilerideydi. Et, diye düşündü varg, deri. İnsan tek başına zayıf bir yaratıktı. İri ve güçlüydü, keskin gözleri vardı ama kulakları kördü ve burnu kokulara karşı sağırdı. Geyikler, karacalar ve hatta tavşanlar daha hızlıydı. Ayılar ve yaban domuzları kavgada daha amansızdı. Fakat sürüler hâlinde gezen insanlar tehlikeliydi. Kurtlar avın etrafını sararken, varg bir yavrunun ağlamasını, dün gece yağan karın donmuş yüzeyinin hantal insan patileri altında kırılışını, sert derilerin gıcırtısını ve insanların taşıdığı gri uzun pençelerin şıngırtısını duydu. Kılıçlar, diye fısıldadı vargın içindeki bir ses, mızraklar. Ağaçlar, çıplak ve kahverengi dallardan hırlayan buzlu dişler çıkarmıştı. Tek Göz, ağaçların altındaki çalıları yardı ve karları savurarak koşmaya başladı. Sürü arkadaşları onu takip etti. Bir tepeyi tırmandılar, ilerideki bayırdan aşağı indiler; sonra orman önlerinde açıldı ve insanlar oradaydı. İçlerinden biri dişiydi, kucağındaki kürk bohçanın içinde yavrusu vardı. Onu en sona bırak, diye fısıldadı ses, asıl tehlike erkekler. İnsanlar, birbirlerine, insanların yaptığı şekilde kükrüyordu ama varg onların korkusunu alabiliyordu. İçlerinden birinin kendi boyu kadar uzun, tahta bir dişi vardı. Eli titreyen adamın fırlattığı diş, yükseğe uçtu. Sonra sürü, insanların üstündeydi. Vargın tek gözlü erkek kardeşi, diş fırlatan adamı bir kar yığınının içine devirdi ve onun boğazını parçaladı. Kız kardeşi, diğer erkeğin arkasına geçti ve adamı geriden yakaladı. Dişiyle yavrusu, varga kaldı. Kadının da bir dişi vardı, kemikten yapılmış küçük bir diş. Fakat vargın çenesi bacağın etrafında kapandığında kadın dişi bıraktı, yere düşerken iki koluyla birden gürültücü yavrusuna sarıldı. Kadın, giydiği kürklerin altında deri ve kemikten ibaretti ama göğüsleri süt doluydu. Etin en tatlısı yavrudaydı. Kurt, yemeğin en lezzetli kısmını erkek kardeşi için ayırdı. Sürüdekiler midelerini doldururken, ölü bedenlerin etrafındaki donmuş kar, pembeye ve kırmızıya boyandı. Fersahlarca uzakta, çamurdan ve samandan inşa edilmiş saz çatılı, duman delikli, toprak zeminli, tek odalı bir kulübede Varamyr titredi, öksürdü ve dudaklarını yaladı. Gözleri kırmızı, dudakları çatlak, boğazı kuru ve kavruktu ama açlıktan şişmiş karnı yiyecek için çığlık atarken bile, Varamyr’in ağzı kan ve yağ tadıyla doluydu. Tümsek’i hatırlayarak, bir çocuğun eti, diye düşündü Varamyr. İnsan eti. İnsan eti arzulayacak kadar alçalmış mıydı? Haggon’ın ona kükrediğini duyabiliyordu âdeta. “İnsanlar hayvan eti yiyebilir, hayvanlar da insan eti, ama insan eti yiyen insan zelildir.” Zelâlet. Haggon’ın en sevdiği kelime her zaman buydu. Zelâlet, zelâlet, zelâlet. İnsan eti yemek zelâlettir, bir kurt olarak bir kurtla çiftleşmek zelâlettir, bir başka insanın bedenini ele geçirmek zelâletlerin en beteridir. Haggon zayıftı, kendi güçlerinden korkardı. Ben ondan ikinci hayatını söküp aldığımda, tek başına ve ağlayarak öldü. Varamyr onun kalbini bizzat yemişti. Haggon bana birçok şey öğretti. Ondan öğrendiğim son şey, insan etinin tadıydı. Gerçi bunu bir kurt olarak yapmıştı. Bir insanın etini asla insan dişleriyle yememişti. Ama bu ziyafet yüzünden sürüsüne içerlemeyecekti. Kurtlar onun kadar sıska, üşümüş ve açtı. Ve av... mağlubiyetten ölüme kaçan iki erkek, bir kadın, kundaktaki bir bebek. Her halükârda, yakın zaman sonra zail olacaklardı, açlıktan ya da hava şartlarından. Bu yol daha iyiydi, daha çabuktu. Merhametti. “Merhamet,” dedi Varamyr yüksek sesle. Boğazı tahriş olmuştu ama insan sesi duymak güzeldi, kendi sesini duymak bile güzeldi. Hava küf ve rutubet kokuyordu. Zemin sert ve soğuktu. Ateş, ısıdan çok duman çıkarıyordu. Varamyr cesaret edebildiği kadar alevlere yaklaştı, kâh titriyor kâh öksürüyordu; böğründeki yara tekrar açılmıştı, zonkluyordu. Pantolonunu dizine kadar ıslatan kan, kuruyarak kahverengi bir kabuğa dönüşmüştü. Thistle, Varamyr’i bunun olabileceğine dair uyarmıştı. “Yarayı elimden geldiği kadarıyla diktim,” demişti, “ama dinlenmen ve yaranın iyileşmesine izin vermek gerek, yoksa et tekrar açılır.” Thistle, Varamyr’in yoldaşlarının sonuncusuydu; siğilli, rüzgâr yanığı, buruşuk ve eski kökler kadar sert bir mızrak karısı. Diğerleri yolda onları terk etmişti. Birer birer geride kalmış ya da öne geçmişlerdi. Eski köylerine, Sütnehri’ne, Çetinocak’a ya da ormanda yalnız bir ölüme gitmişlerdi. Varamyr bilmiyordu ve umursamıyordu. Fırsatım varken içlerinden birini almalıydım. İkizlerden birini, yüzü yaralı olan iri adamı veya kızıl saçlı delikanlıyı. Fakat korkmuştu. Diğerlerinden biri neler olduğunu fark edebilirdi. Sonra hep birlikte Varamyr’e saldırıp onu öldürebilirlerdi. Ayrıca Haggon’ın sözleri Varamyr’e musallat olmuştu, fırsat böylece kaçıp gitmişti. Mücadeleden sonra, ormanın içinde aç ve korkmuş hâlde koşuşan binlerce yabanıl vardı; Sur’da üstlerine çöken katliamdan kaçıyorlardı. Bazıları terk ettikleri evlerine dönmekten, bazıları da kapıya yeni bir saldırı düzenlemekten bahsediyordu ama çoğu kaybolmuştu, nereye gideceklerine ya da ne yapacaklarına dair bir fikirleri yoktu. Siyah pelerinli kargalardan ve ellerinde gri çelikler olan şövalyelerden kurtulmuşlardı ama şimdi peşlerinde daha amansız düşmanlar vardı. Geçen her gün, yolda daha fazla ceset bırakmıştı. Kimi açlıktan, kimi soğuktan, kimi hastalıktan ölmüştü. Diğerleri, Sur’un Ötesindeki Kral Mance Rayder’la birlikte güneye yürürken silah arkadaşları olan adamlar tarafından katledilmişti. Hayatta kalanlar, ümitsiz seslerle, Mance düştü, demişlerdi birbirlerine, Mance ele geçirildi, Mance öldü. Thistle, Varamyr’in yarasını dikerken, “Harma öldü, Mance yakalandı, diğerleri kaçtı ve bizi bıraktı,” diye iddia etmişti. “Tormund, Ağlak, Altıderi. Hepsi de cesur akıncılardı, şimdi neredeler?” O anda, beni tanımıyor, diye fark etmişti Varamyr, hem neden tanısın? Varamyr, hayvanları yanında değilken büyük bir adam gibi görünmüyordu. Ben, Mance Rayder’la aynı sofrada yemek yiyen Varamyr Altıderi’ydim. On yaşındayken kendisine Varamyr ismini takmıştı. Bir lorda yakışır bir isim, şarkılara göre bir isim, kudretli ve korkutucu bir isim. Ama kargalardan bir tavşan gibi kaçmıştı. Korkunç Lord Varamyr bir korkağa dönüşmüştü ama Thistle’ın bunu bilmesine katlanamazdı, bu yüzden mızrak karısına, adının Haggon olduğunu söylemişti. Daha sonra, seçebileceği onca isim varken, dudaklarından neden bu ismin çıktığım merak etmişti. Onun kalbini yedim ve kanını içtim ama hâlâ bana musallat oluyor. Bir gün, yabanıllar kaçarken, beyaz sıska bir at süren bir süvari dörtnala gelmiş ve herkesin Sütnehri’ne gitmesi gerektiğini söylemişti; Ağlak, Kafatası Köprüsü’nü geçmek ve Gölge Kule’yi almak için adam topluyordu. İnsanların çoğu süvariyi takip etmişti, daha çoğu etmemişti. Daha sonra, amber rengi kürkler giyen asık yüzlü bir savaşçı yemek ateşlerini dolaşmış, hayatta kalanların kuzeye gitmesi ve Thennler’in vadisine sığınması için ısrar etmişti. Varamyr, bizzat Thennler bile o vadiden kaçmışken, adamın neden yabanılların orada güvende olacağını düşündüğünü asla öğrenememişti ama yüzlerce insan savaşçıyı takip etmişti. Başka yüzlercesi, özgür insanları güneye taşımak için gelen bir donanmanın imgesini gören orman cadısıyla gitmişti. Köstebek Ana, “Denizi denemeliyiz,” diye bağırmıştı ve kadının takipçileri doğuya yönelmişti. Varamyr biraz daha güçlü olsaydı onların arasında olabilirdi. Fakat deniz griydi, soğuktu, çok uzaktı ve Varamyr suyu görecek kadar yaşamayacağını biliyordu. Dokuz kere ölmüştü, yine ölüyordu ve bu onun gerçek ölümü olacaktı. Sincap derisi bir pelerin, diye hatırladı, beni sincap derisi bir pelerin için bıçakladı. Pelerinin sahibi ölmüştü; kafasının arkası ezilmiş ve içinde küçük kemik parçaları olan kırmızı bir lapaya dönüşmüştü ama kadının pelerini sıcak ve kalın görünüyordu. Kar yağıyordu. Varamyr kendi pelerinlerini Sur’da kaybetmişti. Uyku postları, yün iç çamaşırları, koyun derisinden yapılmış çizmeleri, yiyecek ve bal likörü stoğu, yattığı kadınlardan aldığı saç bukleleri ve hatta Mance’in verdiği altın kol bantları; hepsi kaybolmuş ve arkada kalmıştı. Yandım, öldüm ve sonra kaçtım; acı ve korkuyla çıldırmıştım. Bu hatıra onu hâlâ utandırıyordu ama Varamyr yalnız değildi. Diğerleri de kaçmıştı. Yüzlercesi, binlercesi. Mücadele kaybedilmişti. Çeliklerinin içinde yenilmez olan şövalyeler gelmiş ve dövüşmek için orada kalan herkesi öldürmüşlerdi. Ya kaçacaktık ya da ölecektik. Fakat ölümden kaçmak o kadar kolay değildi. Varamyr ormanda ölü kadına rastladığında, onun pelerinini almak için dizlerinin üstüne çökmüştü ve çocuğu hiç görmemişti. Çocuk gizlendiği yerden âniden çıkmıştı, Varamyr’in böğrüne bir kemik bıçak saplamış ve pelerini onun ellerinden almıştı. Daha sonra Thistle, “Annesi,” demişti. “Annesinin peleriniydi. Çocuk seni annesini soyarken görünce...” Thistle’ın iğnesi etini delerken, Varamyr irkilmiş ve “Kadın ölüydü,” demişti. “Biri onun kafasını ezmişti. Bir karga.” “Karga değildi. Boynuzayak adamlarıydı. Gördüm.” Kadının iğnesi Varamyr’in böğründeki yarığı kapatmıştı. “Vahşiler. Ve onları ehlileştirecek kim kaldı?” Kimse. Eğer Mance öldüyse, özgür insanların işi bitti. Thennler, devler, Boynuzayaklar, sivri dişleriyle mağara adamları, kemikten yapılmış arabalarıyla batı kıyısı adamları... onların işi de bitmişti. Hatta kargaların işi bile bitmişti. Kargalar bunu henüz bilmiyor olabilirdi ama o siyah pelerinli piçler, diğerleriyle birlikte yok olacaktı. Düşman geliyordu. Varâmyr’in kafasında Haggon’ın pürüzlü sesi yankılandı. “On iki kez öleceksin evlat, her seferinde canın yanacak... ama gerçek ölümün geldiğinde tekrar yaşayacaksın, ikinci hayat daha basit ve daha tatlıdır, derler.” Varamyr Altıderi bunun doğru olup olmadığını yakın zamanda öğrenecekti. Gerçek ölümünü, havada asılı duran acı dumanda tadıyordu ve elini yarasına dokunmak için kıyafetlerinin altına soktuğunda parmaklarındaki sıcaklıkta hissediyordu. Fakat Varamyr’in içinde, kemiklerine kadar işleyen bir üşüme de vardı. Bu sefer onu öldüren soğuk olacaktı. Son ölümü ateşin marifetiydi. Yandım. Varamyr en başta, kafa karışıklığıyla, Sur’daki bir yaycının onu ateşli bir okla deldiğini düşünmüştü... fakat ateş, Varamyr’in içindeydi, onu tüketiyordu. Ve acı... Varamyr daha önce dokuz kez ölmüştü; bir kez bir mızrak darbesiyle, bir kez boğazındaki ayı dişleriyle, bir kez de ölü bir enik doğururken bir kan gölünün içinde. İlk ölümünü sadece altı yaşındayken yaşamıştı; babasının baltası onun kafatasına girdiğinde. Bu bile, bağırsaklarında yanan, kanatlarında çıtırdayan ve onu tüketen ateş kadar ıstırap verici değildi. Varamyr uçarak ateşten kaçmaya çalıştığında dehşeti, alevleri körüklemiş ve daha derin yanmaya sebep olmuştu. Varamyr bir an Sur’un üzerinde süzülüyordu, kartal gözleriyle aşağıdaki insanların hareketlerini izliyordu. Sonra, alevler Varamyr’in kalbini kara bir cürufa dönüştürmüş ve ruhunu kendi derisine yollamıştı, Varamyr kısa bir zaman için çıldırmıştı. Bunu hatırlamak bile onu titretmeye yetti. Varamyr o an ateşin söndüğünü fark etti. Geriye kalan, yanmış odunlardan ibaret gri siyah bir dağınıklıktı. Hâlâ duman var, sadece odun lazım. Varamyr, acıya karşı dişlerini gıcırdatarak, Thistle’ın ava çıkmadan önce topladığı kırık dallardan oluşan yığına doğru süründü ve küllerin üstüne birkaç çubuk attı. “Yakala,” diye gakladı. “Yan.” Közlere üfledi. Ormanın, tepenin ve toprağın isimsiz tanrılarına sözsüz bir dua okudu. Tanrılar cevap vermedi. Bir süre sonra duman da tütmez oldu. Küçük kulübe hâlihazırda soğuyordu. Varamyr’in çakmaktaşı, kavı ya da kuru çırası yoktu. Ateşi tekrar yakması mümkün değildi, kendi başına yapamazdı. “Thistle,” diye seslendi, sesi çatallıydı ve acıyla keskindi. “Thistle!” Kadının çenesi sivriydi, burnu basıktı ve tek yanağında, üstünde dört siyah kıl olan bir et beni vardı. Çirkin ve sert bir yüzdü ama Varamyr o yüzü kulübenin kapısında görebilmek için çok şey verirdi. Gitmeden önce onu almalıydım. Thistle gideli kaç zaman olmuştu? İki gün? Uç? Varamyr bilmiyordu. Kulübenin içi karanlıktı ve Varamyr bir uyuyup bir uyanıyordu, dışarıda gündüz mü yoksa gece mi olduğundan asla emin olamıyordu. “Bekle,” demişti Thistle. “Yiyeceklerle birlikte geri döneceğim.” Ve Varamyr aptal gibi beklemişti. Haggon’ı, Tümsek’i ve uzun hayatı boyunca yaptığı bütün hataları düşünerek beklemişti ama günler, geceler geçmişti ve Thistle dönmemişti. Geri gelmeyecek. Varamyr, kendi kendini ele verip vermediğini merak etti. Thistle ona bakmış ve aklından geçenleri okumuş olabilir miydi? Yoksa Varamyr ateşli rüyalarında bir şeyler mi mırıldanmıştı? Haggon’ın, zelâlet dediğini duydu. Adam orada, o odanın içindeydi sanki. “O yalnızca çirkin bir mızrak karısı,” dedi Varamyr ona. “Ben büyük bir adamım. Ben Varamyr’im. Varg, derideğiştiren. Onun yaşaması ve benim ölmem doğru değil.” Kimse cevap vermedi. Odada kimse yoktu. Thistle gitmişti. Varamyr’i terk etmişti, tıpkı diğerleri gibi. Annesi de onu terk etmişti. Tümsek için ağladı ama benim için hiç ağlamadı. O sabah, Varamyr babası tarafından Haggon’a götürülmek üzere yataktan kaldırıldığında, annesi Varamyr’in yüzüne bile bakmamıştı. Varamyr ormanın içine doğru sürüklenirken avazı çıktığı kadar bağırmış ve tekmeler atmıştı ama babası tokatlayıp ona sessiz olmasını söylemişti. Oğlunu Haggon’ın ayaklarının dibine fırlatırken, “Sen kendi türünün yanında olmalısın,” demişti. Varamyr titreyerek, haksız değildi, diye düşündü. Haggon bana çok şey öğretti. Bana avlanmayı, balık tutmayı, gövdeleri parçalamayı, balık temizlemeyi, ormanda yolumu nasıl bulacağımı öğretti. Bana varg olmayı ve derideğiştirenin sırlarını öğretti, fakat benim istidadım onunkinden daha güçlüydü. Varamyr yıllar sonra anne ve babasını bulmaya çalışmıştı; onlara, Yumru’nun, büyük Varamyr Altıderi’ye dönüştüğünü söyleyecekti ama onlar ölmüş ve gömülmüştü. Ağaçların ve derelerin içine gitti. Kayaların ve toprağın içine gitti. Kumların ve küllerin içine gitti. Tümsek’in öldüğü gün, orman cadısı, çocuğun annesine bunları söylemişti. Yumru, toprağın bir parçası olmak istememişti. Ozanların onun kahramanlıklarıyla ilgili şarkılar söyleyeceği ve güzel kızların onu öpeceği bir günün hayalini kurmuştu. Büyüdüğümde Sur’un Ötesindeki Kral olacağım, diye söz vermişti kendine. Olmamıştı ama yaklaşmıştı. Varamyr Altıderi, insanların korktuğu bir isimdi. Varamyr, Mance Rayder’ın sağ yanında otururdu, mücadelelere dört metrelik bir kar ayısının sırtında giderdi ve üç kurtla bir gölge kedisini köle olarak tutardı. Beni buraya getiren Mance’ti. Dinlememeliydim. Ayımın derisine girmeli ve Mance’i parçalara ayırmalıydım. Mance’ten önce, Varamyr bir çeşit lorddu. Daha evvel Haggon’a ait olan, yosundan, çamurdan ve kütüklerden inşa edilmiş bir kalede tek başına yaşardı, hayvanları ona eşlik ederdi. Varamyr’e biat etmiş bir düzine köy vardı. Vergilerini ekmek, tuz ve elma şarabıyla öderlerdi, bahçelerinden meyveler ve tarlalarından sebzeler getirirlerdi. Varamyr etini bizzat bulurdu. Canı ne zaman bir kadın istese, gölge kedisini kadının peşine salardı ve Varamyr’in göz koyduğu her kız
Description: