bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 01-22 Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri Ahmet Ağır Öz 20. yüzyılın en önemli romancılarından olan Cengiz Aytma- tov dünyanın büyük bir kısmının da yaşadığı gibi, sömürgeleş- tirilmiş bir coğrafyada yaşadı ve o coğrafyanın romanlarını yazdı. Özellikle Gün Olur Asra Bedel adlı romanda ülkesi sö- mürgeleştirilmiş bir kültürü, küçük bir köy halkı üzerinden tanıtır ve o kültürün sömürgeci güçlerin uyguladıkları asimi- lasyon politikaları sonucu ne kadar büyük trajediler yaşadığını anlatır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgeleştiril- miş toplulukların tarihini, kültürünü ve sanat alanında veril- miş eserlerini incelemek amacıyla postkolonyalizm adlı bir te- ori geliştirildi. Bu makalede Gün Olur Asra Bedel adlı roman bu teori çerçevesinde tahlil edilecektir. Anahtar Kelimeler Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Orta Asya, sömürge- cilik, postkolonyalizm, kimlik Giriş Ernst van Alphen “The Other Within” başlıklı makalesinde kimlik hakkın- da açıklamalarda bulunurken “kimlik ve farklılık önkoşul ya da ontolojik kategori olmaktan çok birer kurgudur” (1991: 1) der. Bu tanım doğal ola- rak tarihsel çağrışımlar içerir ve iç içe geçmiş birçok etkileyeni işaret eder. Yine Alphen aynı sayfada, eğer kimlik bir emperyal yayılmacılık bağlamın- da uygulamaya aktarılırsa ırk veya etnisite açısından tanımlanır, tehdit al- tında bulunan bir sınırla ilişkilendirilirse ulusal bağlamda ele alınır, cinsiyet rolü ile bağdaştırıldığındaysa cinsellik üzerinden açıklanır diyerek, kimlik _____________ Yrd. Doç. Dr., Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü – Gaziantep / Türkiye [email protected] 1 • bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • kavramının “kurgu” oluşundan kaynaklanan değişkenliğine dikkat çeker. Ahıska da “[k]imlik toplumsal olarak üretilmiş bir simgelemedir” (1996: 14) sözleriyle kimliğin kurguyla olan ilişkisine dikkat çeker. Ahıska’nın vurguladığı diğer önemli bir özellikse “özdeşleşme” kavramıdır. Buna göre kişi kendinde hazır bir “özsellik”e sahiptir ve kendi kimliğini bu “özsellik”i taşıyan diğerlerinden biri olarak niteleyerek tanımlayabilir (1996). Kimlik tartışmalarının en güncel olanları, tartışmaların temeline ben/öteki karşıtlığını koyan psikanaliz ve postkolonyalizm gibi yeni yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlara göre bir kimlikten bahsetmek aynı zamanda onu (diğerle- rinden) ayrıştırma anlamına gelir. Bu kullanım, klasik Freud psikanalizi ile başlar, Lacan ve postkolonyal eleştiriyle devam eder. Bu makalenin amacı Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı roma- nında sunduğu teklifleri, sözü edilen çerçeve içinde kalarak analiz etmek- tir. Bu soruları cevaplandırırken metot olarak postkolonyalizmin verilerin- den faydalanılacaktır. Neden Gün Olur Asra Bedel? Şerif Aktaş, Cengiz Aytmatov’un kurucu kimliğini ön plana çıkardığı yazı- sında onun “bu metinleriyle, Avrupa’da bugün millet olarak siyaset sahne- sinde yer alan milletlerin teşekkülünde önemli rol sahibi olan romantik yazarlar” (1999: 39) ile olan benzerliğine dikkatleri çeker. Bu metinler bir ontolojik mesele etrafında, birden çok soruya tarihsel boyutuyla cevap aramaktadırlar. Kundera’nın deyimiyle bunlar “insan varoluşunun tarihsel boyutunu” (2005: 49) gözler önüne seren metinlerdir. Bu makalede Gün Olur Asra Bedel’in seçilmesinin altında yatan esas sebep, kolonyalizme maruz kalmış Orta Asya halklarının yüzlerce yıllık varoluş mücadelesini anlatmasıdır. Kolcu’ya göre bu romanda “ülkeye hâkim olan rejimin uygu- lamaları ile atalarından kendilerine tevarüs eden bir hayat tarzını yaşamak isteyen insanların, hemen her alanda var olmak mücadelesi terennüm edilmiştir” (2008: 95). 1980 yılında yayımlanan roman, bir gece yarısı Yedigey’e yılların arkadaşı Kazangap’ın ölüm haberinin gelmesi ile başlar ve bir gün sonrasında Ka- zangap’ın defnedilmesiyle sona erer. Romanın ana hikâyesi Boranlı adlı küçük bir köyde geçer. Kazangap’ın ölümü Yedigey’e zaman içinde ya yok olmuş ya da unutulmuş dinî ve kültürel değerleri hatırlatır. Bir taraftan Kazangap’ın Sovyet okullarında okumuş oğlu Sabitcan’ın hem babasının ölümüne hem de o ölüm etrafında gelişen merasimlere karşı takındığı küçümseyici ve alaycı tavrı, diğer taraftan bu yerli insanların dinî ve milli değerlerinin Sovyetler rejimi tarafından baskı altına alınması veya yok 2 • bilig • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • BAHAR 2013 / SAYI 65 edilmesi için geliştirdiği politikaları, Yedigey’i bir tercihle karşı karşıya bırakır. Kazangap’ın ölümü dolayısıyla düzenleyeceği merasimler sayesinde hem dinî ve kültürel değerleri genç nesillere gösterecektir hem de Kazan- gap’ı kültürel anlamda oldukça önemli olan Ana Beyit mezarlığına defne- derek bu mezarlık etrafında oluşmuş Nayman Ana efsanesini canlı tutacak- tır. Nayman Ana efsanesinde esir edilen ve mankurtlaştırılan insanların hikâyeleri dolayısıyla kendi özbenliğini unutmanın ortaya çıkardığı kimlik- sizleşme ve yabancılaşmanın doğurduğu trajik durumlar anlatılır. Yazar, Yedigey dolayısıyla bir varoluş mücadelesini anlatırken, bu mücadele süre- since efsanelerin, yerel kültürün, dinî ritüellerin ve bütün bunların coğraf- ya ile olan münasebetlerinin ne kadar hayatî bir rol oynadığını resmetmeye çalışır. Sabitcan’ın hikâyesi vasıtasıyla da Sovyet rejiminin kendi ideolojisi doğrultusunda bu insanları eğitim aracılığıyla bir çeşit modern mankurtla- ra dönüştürdüğünü okura gösterir. Emperyalizm, Kolonyalizm, Sovyetler ve Orta Asya Sosyal bilimlerde çok sık kullanılan emperyalizm ve kolonyalizm kavram- ları birbirlerine çok yakınmış gibi gözükseler de aralarında ciddi nitelik farkları bulunmaktadır. Ünlü düşünür Edward Said, “Emperyalizm teori ve pratik anlamına gelmektedir ve uzak memleketleri yöneten bir metro- politen merkezin tutumudur; kolonyalizm ise hemen hemen her zaman emperyalizmin sonucudur, uzak memleketlerde yerleşim alanları oluştur- maktır” (1996: 8) cümlesiyle iki yöntem arasındaki bu temel farklılığı vurgular. Kolonizasyon, yerli insanları yönetmeyi veya onların zenginlikle- rini sömürmeyi ima etmez, ancak politik, dinî ve ekonomik bakımdan daha iyi bir hayat peşinden koşarken kendi orijinal kültürlerine sadakati sürdürmenin yollarını arayan toplulukların [bir başka coğrafyaya] transfe- ridir, diğer insanları yönetmekten çok herhangi bir yere yerleşmeyi amaçlar (Young 2001: 20). Emperyalizm ise “ya doğrudan doğruya fetihlerle ya da politik ve ekonomik etkilerle gücün uygulanması ile karakterize edilir ve aslında ikisi de etkili bir şekilde benzer bir kontrol şekli anlamına gelir. İkisi de işi kolaylaştırıcı kurum ve ideolojiler aracılığıyla gücün uygulan- masını ihtiva eder" (Young 2001: 27). Bu makaleyi terminolojik sınırların dışına çıkmaktan alıkoyacak faktör, tanımlanan bu sınırları aşmamak olacaktır. İki kavram arasındaki temel farklılıklara rağmen, Orta Asya’nın tarihî sürecini açıklamak için her iki kavram da işlevseldir. Ancak üzerinde durulması gereken önemli bir sorun daha var. İspanya, İngiltere, Fransa gibi Batılı sömürgeci güçlerin tarihle- rinin postkolonyal teori çerçevesinde yeniden değerlendirilmesine rağmen Rusya veya Sovyetler’in bir kolonyal güç sayılıp sayılmayacakları, henüz 3 • bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • tartışılmaktadır. Bu tartışmanın nedenlerinden biri Oryantalizm’in kuru- cusu olan Edward Said’in temellendirdiği yaklaşımın ortaya çıkardığı muğ- laklıktır: Rusya komşu ülkeleri işgal ederken Fransa ve İngiltere egemenlik- lerini kurmak için binlerce kilometre uzaklara, denizaşırı memleketlere yolculuk yapmışlardır (1993: 10). Said’in tanımladığı bu ayrım, Rusya ya da Sovyetler’in birer emperyalist ya da kolonyalist güç olarak ele alınama- yacakları iddiasına bir çeşit dayanak olarak sunulmuştur. Said, Oryantalizm adlı kitabında Fransız düşünür Foucault’nun güçle bilgi arasında kurduğu ilişkiden yararlanır: bilgi, sürekli ve etkili bir şekilde im- paratorluğun hizmetindedir. Bu, gücün sürekliliğini sağlamak maksadıyla kullanılan önemli bir kaynaktır. Metropol, yani imparatorluğun kültürel merkezi, Londra mesela, çevre dediğimiz kolonize edilmiş kültürlere göre edebî, mimarî, tarihî vb. konularda kendi içinde ürettiklerinden dolayı kendisinin üstün olduğuna inanır. Bu kültürel üstünlük hem kendi özün- dedir hem de kendisinin dışındadır. Kendi dışındadır çünkü kolonize ettiği topluluklar hakkında elde ettiği çeşitli bilgileri, kedi çıkarları doğrultusunda kullanma yeteneklerine sahiptir. Bu bilgiler, bilgi olduklarından değil, im- paratorluğun gücüne güç kattıkları için önemlidir. “[İ]dare altındaki ırklar veya Doğulular hakkındaki bilgi, onları yönetmeyi kolay ve kârlı kılan şey- dir. Bilgi güç vermekte, daha çok güç daha çok bilgi istemekte ve bu olay katlamalı kârlarla bir bilgi ve kontrol diyalektiği içinde sürüp gitmektedir” (1991: 64). Said’in bu açıklamalarını kullanan Thompson da Rusya ve Sovyetler’in tarihini bu açıdan değerlendirir. Ona göre Oryantalizm ve kolonyalizmin önemli özelliklerinden biri merkezle çevre arasındaki para- doksal ilişkidir. Batılı emperyalist güçler bir taraftan askerî güçleriyle sö- mürgeler yaratırken diğer taraftan da Londra veya Paris gibi merkezlerden kendi varlıklarını bu çevrelerde daimi kılmak için kültürlerini bu çevrelere sürekli olarak aktarmaktadırlar. Bu özellik, Batılı merkezlerin belki de en karakteristik tarafıydı. Buna göre, Rusya ya da Sovyetler’i postkolonyal eleştirinin uzağında tutan en önemli özellik onların işgal ettiği kültürlerle merkez-çevre ilişkisini yukarıda tanımlanan çerçevede kurmamalarıdır. Yani Rusya veya Sovyetler, işgal ettikleri çevrelere, merkezden kendi kültürünü aktararak oradaki varlıklarını sağlamlaştıramamıştır. Bu farklılık, özellikle akademilerde Rusya veya Sovyetler’in tarihini postkolonyal eleştiriden uzak tutmuştur (Thompson 2000). Bir diğer önemli neden ise Rus emperyaliz- minin sadece ve sadece komünizm öncesi bir olaymış gibi algılanmasının ortaya çıkardığı yorumlardır (Thompson 2000: 15). Fransız ve İngiliz uzmanlar, dilbilimciler, tarihçiler, antropologlar ya da ilahiyatçılar bu bağlamda elde ettikleri bilgileri imparatorluklarının hizme- 4 • bilig • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • BAHAR 2013 / SAYI 65 tine sunmuşlardır. Rusya’nın veya Sovyetler’in tarihini bu bağlamda açık- lamaya teşebbüs edildiğinde ise ciddi itirazlar otaya çıkıyor. Bu itirazlardan biri Natheniel Knight adlı bir tarihçiden geliyor. Knight’a göre Rus İmpa- ratorluğu bu bağlamda ele alınamaz çünkü Rusya’nın kendisi de Oryanta- lizmin1 nesnesi konumundadır (2000: 77). Ona göre Rusya, Batı kaynakla- rında oryantal despotizmin önemli bir kısmı olarak resmedilmiştir. Pet- ro’nun reformlarından sonra bile, Rusya’nın Batıya kabulü, Rus elitlerinin kendi yerel değerlerini bırakıp Batılı değerleri kabul etmesi şartına bağlan- mıştır. Yani Rusya’nın kendisi de bir Doğuludur. Ona göre Oryantalizm Batıda, uzaklar ve Doğu üzerine bir çalışma alanı iken Rusya’da, Rusya’nın kendisi hakkında yaptığı çalışmalar olarak da kabul edilir. Bu açıdan Or- yantalizm’in iki tür fonksiyonu vardır. Birincisi Rusya’nın yıllardır karşılıklı ilişkide bulunduğu Doğulu insanların dilleri, tarihleri ve kültürleri hakkın- da bilgi sahibi olma diğeri ise, Rusya’nın Batıya karşı kendi kendini ko- numlama veya kendi tanımlama çabasıdır. Knight, bütün bunları ispatla- mak için Vasili Vasileviç Grigorev adlı bir Rus’u örnek verir. O, Orta Doğu ve Orta Asya tarih ve dilleri uzmanıdır ve 1851’de Orenburg’a gönderilir. Knight’a göre Grigorev’in bilgisi ve İmparatorluğa olan teklifleri direkt olarak politika ile ilgili değildi. Kısaca, ona göre bilgi eşittir güç değildir. Pakistanlı tarihçi Khalid ise Natheniel Knight’a yazdığı cevabî makalede, Türkistan’a 1877 yılında görevlendirilen Nikolai Petrovich Ostroumov’u örnek verir ve “Ostroumov örneğinin gösterdiği gibi Oryantalizm ve güç Rus İmparatorluğu’nda da oldukça verimli bir şekilde yan yana gelebilir” (2000: 695) diyerek Knight’ın tezlerini çürütmeye çalışır. Edward J. Lazzereni de Rusya ve Sovyetler’in Kırım’da uyguladıkları poli- tikaları incelediği yazısında, bu iki gücü kolonyalist olarak nitelendirdiği görülmektedir. Kırım’ın işgalinden sonraki rakamları karşılaştırdıktan sonra nüfustaki düşüşü “kolonyal durumun semptomu” (1997: 169) ola- rak ifade eder. Bu alanda yazılmış önemli makalelerden bir diğeri de G. Franger’e aittir. Franger bu çalışmasında Sovyetler öncesi dönemi anlatır- ken “sömürgeci Çarlık Rusya” (2010: 42) ifadesini kullanıyor. Bütün bun- lardan yola çıkarak Çarlık Rusya’nın ve Sovyetler’in işgal ettikleri alanlarla olan ilişkilerinin adlandırılmasında henüz tam anlamıyla bir uzlaşma olma- sa da bu iki gücü kolonyal güçler olarak tanımlamak için yeterli miktarda - diğer kolonyalist güçlere benzer- tutumları mevcuttur denilebilir. Postkolonyalizm Postkolonyalizm kavramı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle tarihçiler tarafından bir ülkenin bağımsızlık sonrası durumunu tarif için kullanılmış- tır. İlk başta tarihçiler tarafından kullanılmış olsa da daha sonraları, bu 5 • bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • kavram özellikle edebiyat eleştirmenleri için işlevsel bir konum kazanmış- tır. Böylece, kolonize edilmiş toplumlarda kültürel etkileşimleri de içeren bir kavram haline dönüşmüştür. Her ne kadar postkolonyal kavramının başında bulunan post ön eki, eklendiği kavrama “sonra” gibi bir anlam katsa da, kavram olarak, bir toplumun kolonize edildiği ilk andan ileriye doğru olan geniş bir süreci kapsamaktadır. Diğer bir deyişle, bağımsızlığın kazanılması ile birlikte, fizikî olarak kolonize edilme durumu sona erse de bu süreç içinde kurumsallaşan ilişkilerin ortaya çıkardığı psikolojinin ve bu psikolojinin etkilerinin devam ettiğini belirtmek bir problem yaratmaz. Bu ilişkilerin ortaya çıkardığı ve çıkarmaya devam ettiği metinlerin varlığı ise bu sürecin kaçınılmaz bir sonucudur. İşte postkolonyalizm, bu metinlerin tamamı ile ilgilenir. Dolayısıyla bu kavramın önüne eklediğimiz ekin, anlam kısıtlayıcı herhangi bir işlevi yoktur. Arif Dirlik’in yaptığı tasnif ve tanımlama, postkolonyalizmi hem tarihsel hem de kavramsal anlamda daha kavranılır bir şekilde ele almaktadır: a. Eski kolonyal toplumlardaki koşulların harfi harfine tanımıdır; bu an- lamda terimin yaptığı somut göndermeler vardır, ‘postkolonyal toplum- lar’ ve ‘postkolonyal aydınlar’ gibi. Bununla birlikte şu da belirtilmelidir ki, bahsi geçen koloniler hem eskiden Üçüncü Dünya’nın içinde yer alanları hem de Birinci Dünya ile ilişkili bir biçimde, Kanada ve Avustu- ralya’da kurulmuş yerleşimci kolonilerini kapsamaktadır. b. Kolonyalizm dönemi sonrasındaki küresel durumu tanımlamaktadır. Muğlaklığı açısından, yerini almak istediği Üçüncü Dünya terimiyle karşılaştırıldığında, terimin bu kullanılış şekli gönderme yaptıkları açısından, biraz daha soyut, daha az somuttur. c. Yukarıdaki koşullar üzerine, bu koşuların ürünü olan epistemolojik ve psişik yönelimlerin şekil verdiği bir söylemi tanımlamaktadır (2010: 101). Kolonyal bir süreç içinde üretilmiş metinlerden biri olan Gün Olur Asra Bedel’in postkolonyal okuma pratiği ile yeni bir okumaya tabi tutulması ve Aytmatov’un nasıl bir kimlik inşa hesabı yaptığının tespiti kimlik tartışma- larına önemli katkılarda bulunacaktır. Öteki Öteki kavramı postkolonyalizmle birlikte kimlik oluşturma/edinme süre- cinde oldukça yeni ve işlevsel bir paradigma olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal bilimlerin sıkça kullandığı bu kavram, aslında psikanalist Lacan’ın bu alana getirdiği yeni yorumlar çerçevesinde kişiliğin (kimliğin) oluşum sürecinde 6 • bilig • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • BAHAR 2013 / SAYI 65 ortaya çıkan karmaşık ilişkileri tanımlamak üzere üretilmiştir. Lacan’ın Freudyan psikanalize getirdiği en önemli yorum, bilinçaltının dile benzer bir yapısının olduğunu ileri sürmesidir. Saussure’ün dilbilimine kazandırdı- ğı yeni yaklaşımlar üzerine kurulan yapısalcı dilbilim, dilde asıl önemli olan şeyin söz (parole) değil, dili oluşturan nesnel yapının (langue) olduğunu ileri sürüyordu. Lacan buradan yola çıkarak bilinçaltının dile (langue) ben- zer bir şekilde yapılandığını iddia etmişti (2006: 594). Saussure’ün öne sürdüğü hayati tespitlerden biri dil sistemindeki göstergelerin anlamlarını farklılıklar dolayısıyla kazanmalarıdır. Eagleton bu konuyu “her gösterge yalnızca diğerleriyle arasındaki fark sayesinde bir anlama sahip olur. Cat kelimesinin kendi içinde bir anlamı yoktur, cap, cad ya da bat olmadığı için anlamlıdır” (2003: 126) şeklinde açıklar. Bu dilbilimsel açıklamalar ile kişiliğin oluşum süreci arasında bağ kuran Lacan, bebeğin henüz kendisi ile dış dünya arasında herhangi bir farkın varlığından habersiz yaşadığı “imge- sel” evreden sonra gelen evreyi “ayna evresi” olarak isimlendirir. Öteki kav- ramının oluşumunu ele verecek olan bu evrede “[p]sişik açıdan henüz ko- ordine edilmemiş olan çocuk, aynada kendine yansıyan tatminkâr ölçüde bütünleşmiş bir imge görür; bu imgeyle olan ilişkisi henüz ‘imgesel’ olsa bile –aynadaki imge hem kendidir hem de değildir, özne ve nesne belirsizli- ği hâlâ geçerlidir- çocuk bir benlik merkezi kurma sürecini başlatmıştır” (Eagleton 2003: 203). Bu evrede iki tane ben vardır, ilk ben aynaya bakan diğeri ise aynadan yansıyandır. Burada çocuk sürekli benini dışarıdan başka bir şeye, bir imgeye –mesela anneye- yapıştırmaktadır. Çocuk, libidosunu narsisizm bağlamında kendisini temsil ettiğini sandığı her şeye yükler. Bu dönemdeki ayna imgesi gerçek anlamda bir ayna olmayabilir. Yerini anne imgesi alabilir ve böylece çocuk hem anneye benzerliğini hem de anneden farklılığını anne üzerinden algılar. Bunların yanında anne, çocuk için ilk aşk objesidir, ilk arzu noktası da denebilir. Bu evrenin hemen ardından öteki kavramını dönüştürecek olan simgesel evre başlar. İmgesel anlamda anne ile kurulan birliğin yerini başka idealler alır. Çocuk kendi gerçeklerini ve taleplerini dillendirmekten çok farklı taleplere yönlendirir. Fallusunu bir güç merkezi olarak keşfedince baba otoritesi olarak bilinen prensip ortaya çıkar. Lacan’a göre bu evrede kendi cinsiyetini fark edip dil alanına geçer (Ashcroft 2002: 222-223). Çocuk, hem kendini dil içinde yeniden üretir hem de kendinden önce var olan sembolik kurallara bağımlılığını keşfeder. Burada dilin kuralları, hukukun, kuralların ve geleneklerin bir nevi kinaye- sidir. Bütün bu açıklamalar bizi şu önemli noktaya götürüyor: çocuğun dünyasında önce bir arzu-haz merkezi olarak anne sonra da kuralların ve otoritenin kinayesi olan baba, çocuk için büyük Ö ile yazılan Öteki duru- mundadır. Çocuğun kendisi ise küçük ö ile başlayan ötekidir. 7 • bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • Burada amaç psikanalitik bir tartışma yapmaktan çok, öteki kavramının gelişim sürecini kısaca irdelemek olduğundan, bu noktadan itibaren bu kavramın postkolonyalizmde ne anlama geldiği tartışılacaktır. Bu kavram, postkolonyal teoride kolonize edilmiş insanlarla olan ilişkilerden ortaya çıkan kimlik sorunlarını ortaya koymaya yönelik çalışmaların çıkış noktası haline getirmişlerdir. Büyük Ö ile başlayan Öteki imparatorluğu temsil ettiği gibi imparatorluk- ların merkezi (center) olan Londra, Paris, Moskova gibi merkezlerin yerine de kullanılır. Ötekinin en önemli işlevlerinden birisi ötekini tanımlarken hayati roller oynayan kavramları türetmesidir; böylece öteki kendini ancak merkez tarafından üretilen bu kavramların imkânları çerçevesinde anlam- landırır. Lacan’ın teorisinde küçük ö ile temsil edilen öteki, postkolonyal teoride emperyal diskurun marjinalleştirdiği insanları işaret etmektedir. Bu öteki, emperyal merkezlerden farklı oluşu üzerine kurulan bir tanımlama ile ele alınır. Emperyal benin bir çeşit otoritesinin odağı haline gelen öteki, kendi kimliğini imparatorluğun oluşturduğu emperyal diskursa bağımlı olarak kazanır; dolayısıyla dünyayı bu teorik bağlamda tanır. Böylece öte- kileşme süreci de başlamış olur. Bu kavramları Gün Olur Asra Bedel’e uyguladığımızda çok çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilir. Roman, Kazangap’ın ölüm haberi ile başlar. Aytmatov, Kazangap’ın ölümünü bir süre sonra bir varoluş mücadelesinin sembolü haline dönüştürür ve Yedigey’in Kazangap’ı nereye gömeceği meselesi üze- rinde bir çatışma yaratarak Sovyet sömürgeciliğinin yarattığı tahribatları sembolik bir dille tartışmaya açar. Sovyetler’in varlığının ve politikalarının altını oyarak onları yavaş yavaş anlamsızlaştırır. Bu mücadele, bir süre sonra bir kimlik mücadelesine dönüşür. Aytmatov, bu varoluş serüvenini daha anlamlı bir şekle büründürmek ve Sovyetleri daha görünür kılmak için Ka- zangap’ın oğlu Sabitcan’ı devreye sokar. Sabitcan’a hem öteki rolünü oyna- mak hem de bu kimliği vasıtasıyla diğer yerli insanların Sovyetler tarafından nasıl ötekileştirildiklerini somutlaştırmak gibi hayati iki rol yüklenmiştir. Sabitcan, yatılı okuldan mezun olduktan sonra küçük bir devlet memuru olarak Sovyet sisteminin bir parçası haline dönüşür. Sabitcan’ın yatılı okula gönderilmesi, Sovyetler’in diğer kültürleri ve insanları çok etkin bir şekilde nasıl ötekileştirdiğinin ortaya konulması için kurgulanmıştır. Postkolonyal teoride eğitimin yeri çok önemlidir, eğitimi farklı bir işgal şekli gibi çalışan yapı olarak görür. Sosyal kontrol için kullanılan hayatî teknolojidir (Ashc- roft 2007: 373). Altbach ise kolonyalist güçlerin kendi varlıklarının selâme- ti için “kolonilerde çok nadiren uygun eğitim tesisleri kurduklarını ve hızlı bir şekilde eğitim imkânlarını kısıtladıklarını” (1971: 381-2) söyler. 8 • bilig • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • BAHAR 2013 / SAYI 65 Sabitcan’ın bu kimliği, ilk kez babasının cenazesi etrafında gelişen olaylar- da ortaya çıkar. Kazangap’ın ölümü Yedigey için hem bir vefa göstergesidir hem de kendi kültürel ve dinî değerleri vasıtasıyla kendi kimliğini meyda- na çıkarabileceği bir fırsattır. Aytmatov’un deyimiyle, “Kazangap’ın bu bilgiç oğlu meğer oraya babasının cenaze töreni için değil onu hemen ora- da bir çukura bırakıp bu işten sıyrılmak ve bir an önce gerisin geriye dön- mek için gelmiş” (2009: 431-32). Defin yeri üzerine Sabitcan ile kız kar- deşi arasında çıkan çatışmayı anlamlandıramayan Yedigey, bu durumu şu ironik cümlelerle anlatır: “Ne oluyor bu çocuklara? Nasıl bu duruma geldi- ler? Kazangap’la birlikte onları yazın kavurucu sıcakla, kışın fırtınasında, soğuğunda, okuyup adam olsunlar, Sarı-Özek bozkırında çürüyüp kalma- sınlar diye, ‘Bizi gereği gibi okutmadılar, eğitmediler’ demesinler diye, Kumbel’deki yatılı okula götürmemişler miydi?” (2009: 40). Ayzade baba- sının ölümüne ağlarken Sabitcan kız kardeşinin yaptıklarını anlamsız bu- lur. Sabitcan için artık babası bir an önce toprağa atılması gereken cesetten başka bir şey değildir ve onun ölüsü etrafında kurgulanan ritüeller de bu bağlamda hiçbir anlam taşımamaktadır. Onunla ve onun ima ettiği bütün anlamlarla bağı artık kopmuştur. Dolayısıyla hem Yedigey’in hem de kız kardeşinin bir cenazeye bu kadar önem atfetmelerini bir türlü kavrayamaz. Kendisi bir öteki olmasına rağmen, diğer insanları öteki olarak görmeye başlar ve bundan dolayı da büyük bir kimlik krizi yaşamaktadır. Sabitcan’ın bu durumunu öteki kavramı ile açıklayabilmek için, onun tec- rübe ettiği süreci yukarıda özetlenen Lacan’ın görüşleri ile ilişkilendirmek gerekir. O, Lacan’ın ayna evresinde kendini aynadan gören çocuk gibi, yatılı okulda gördüğü Sovyetler üzerinden kendini tanımlamaya çalışır. Sabitcan, burada henüz imgesel evrededir ve ilk arzu objesi konumunda olan annenin yerine Sovyetler’i yerleştirmiştir. Yatılı okul vasıtasıyla tanıştı- ğı Sovyetler üzerinden kendini tanımlar, ona benzemek ister ancak ilişki sağlıklı işlemez, çünkü Sovyetler ikili bir rol oynar: imgesel evredeki ilk haz objesi olan anne iken bir süre sonra simgesel dönemin babasına ve babanın ima ettiği otorite, kural, tehdit gibi kavramlara dönüşür. Lacan teorisinde sağlıklı bir kimlik için atlatılması gereken bu evreler –imgesel, simgesel ve gerçeklik- Sovyetler’in bu ikili rolünden dolayı bir krize dönüşür. Baba simgesi olarak Sovyetler aslında kültürel düzenin göstergesidir. Buna simge- sel bastırma da denilir. Artık gerçeklik bu simgesel bastırmanın sonunda oluşmuş bir eksik noktadır, ulaşılamayacak bir arzudur. Otoritenin, kuralla- rın, baskının ve sömürgenin ortaya çıkışıyla başlayan bu kriz dönemi Sabit- can’ın bilinçaltında iki önemli eksik nokta oluşturur: ilki imgesel dönem- deki ilk arzu objesinin ulaşılamayacak bir noktaya dönüşmesi, ikinci ise kendi gerçekliği yani asıl kimliği ile bir daha kuramayacağı bağdır. 9 • bilig BAHAR 2013 / SAYI 65 • Ağır, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’inde Kimlik Oluşturma Süreçleri • Babasının ölümü sıralamayı bozar. Sovyetler’in öğrettiği kavramlar çerçe- vesinde kendini tanımlarken, devreye giren ölü babanın uyandırdığı kav- ramlar onu ciddi boyutlarda rahatsız eder. Kazangap ise Sovyetler’in ona aşıladığı çarpıklıkların ortaya çıkmasını sağlar. Aytmatov, Sabitcan’ın bu her şeyini kaybetmiş ve ötekileşmiş durumunu, kurguladığı bir sahne bağ- lamında çok trajik bir şekilde anlatır. Babasının nereye defnedileceği tartı- şılırken: O “-Ama ölen benim babam ne yapacağıma…” der demez baba- sının dostlarından olan Adilbay –“Baban olmasına baban, ama sen ken- dinde değilsin!” (Aytmatov 2009: 38) ifadeleriyle onun kolonyalizmin ötekileştirme işlemi sonunda nasıl bir kimliksizlik yaşadığını yüzüne vurur. Sabitcan’ın bu davranışını tahlil eden Ramazan Korkmaz ise “babasının ölümü üzerine Boranlı’ya dönen Sabitcan, çağdaş mankurt kimliği ile tipik bir öteki örneğidir (Korkmaz 2004: 21) tespitinde bulunur. Bu noktada Sabitcan’ın trajedisi ortaya çıkar, bir taraftan Sovyetler için kendisi ötekidir, diğer taraftan kendi kendine Öteki rolü yükler. Boran- lı’nın yerli insanlarını ötekiler olarak görür. Onların geleneklerini, kültürle- rini küçümser. Onun için öteki artık kendisi gibi olunmayacak bir şeydir. Kızkardeşi Ayzade’nin tavırlarını küçümsemesi bundandır. Ayzade ilkelli- ği, geri kalmışlığı tarih dışılığı temsil eden bir öteki olarak görüldüğü için küçümsenir. Bu ikili algılama doğal olarak kimlik krizinin işaretidir. Hatta krizin ötesinde bir kimliksizlik gerçeği vardır ortada. Yer ve Yersizleştirme Ashcroft'un “kimlik krizinin ortaya çıktığı yer” (1989: 8-9) olarak belirtti- ği bu kavramların, postkolonyal teoride kimlik ile ayrılamaz bir ilişkisi vardır. Ancak burada yer derken çok basit bir şekilde mekân veya çevre kastedilmemektedir. Mekânın/çevrenin, dilin ve tarihin çok karmaşık ilişkisini tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Kolonyalizmin önemli unsurlarından biri, bu ilişkiyi oldukça gelişmiş bir düzeyde uygulayabilme yeteneğidir. “[B]ir topluluğun ideolojik ve politik olarak hegemonyası, o topluluğun sosyal ve kişisel tecrübelerini kontrol altına alabilme kabiliyeti- ne bağlıdır” (Harvey 1990: 227) ilkesi Sovyetler tarafından sıkı bir şekilde uygulanmıştır. Bu hegemonya doğal olarak yer, dil ve tarih arasındaki devam eden ilişki- nin ortaya çıkardığı durumu sekteye uğratmak için çeşitli metotlar uygular ve bu ilişkinin çeşitli sebeplerle bozulması ile birlikte kimlikte belirgin – aynı zamanda beklenilen- aşınmalar meydana gelir. Göç, köleleştirme, taşınma ve gönüllü işçilik gibi etmenlerin neden olduğu yersizleştirmelerin yanında, kültürel aşağılamalar, yerli kimliklerin ve kültürlerin, daha üstün olduğunu varsayan ırklar veya kültürler tarafından kasıtlı ya da bilinçsizce 10 •
Description: