DORIS LESSING BEŞİNCİ ÇOCUK Çeviren: Nihal Yeğinobalı Orjinal adı: The Fifth Child Doris Lessing 1919’da bir İngiliz ailesinin çocuğu olarak İran’da doğdu. Çocukluğu, beş yaşındayken taşındıkları Rodezya’da bir çiftlikte geçti. 1949’da İngiltere’ye gelen Doris Lessing’in ilk romanı The Grass is Singing (Türkü Söylüyordu Otlar) 1950 yılında yayınlandı ve büyük başarı sağladı. Yazdığı sayısız kısa hikaye ile ünü perçinlendi. Bu öykülerini topladığı Five adlı kitabı Somerset Maugham ödülüne layık görüldü. 1981’de Avusturya’nın Avrupa Edebiyatı için verdiği devlet ödülünü, 1982’de Federal Almanya'nın Shakespeare ödülünü aldı. Eserleri arasında beş kitaptan oluşan Children of Violence dizisi, The Golden Notebook, The Summer Before the Dark ve Memoirs of a Survivor sayılabilir. Harriet ve David Lovatt çifti için sadakat, aşk, aile yaşamı gibi kavramların 1960'larda bile modası geçmemiştir. Evlenirler. Çocuklarıyla huzur dolu bir yaşam sürdürürler. Ama beşinci çocuklarının doğmasıyla yeryüzündeki cennetleri yıkılacaktır.Beşinci Çocuk 'la Doris Lessing, kendisi için yeni bir kurmaca alanında gezinmektedir: Son kelimesine kadar heyecanla okunan çağdaş bir korku öyküsü... BEŞİNCİ ÇOCUK Harriet ile David pek de isteyerek gitmedikleri bir ofis partisinde tanıştılar ve bunun eskiden beri bekleyip durdukları şey olduğunu ikisi de hemen anladı. Tutucu, demode, hatta çağın gerisinde kalmış, pısırık, müşkülpesent insanlar... Onları herkes böyle tanımlardı ama onlara yakıştırılan ve sevecen olmayan sıfatların sayısı zaten belirsizdi. Onlarsa kendilerine ilişkin, inatla benimsedikleri bir görüşü savunurlardı ki bu, sıradan kişiler oldukları, böyle olmaya da hak taşıdıkları inancıydı; duygusal yönden titiz, perhizkar olmalarını,'sırf bu niteliklerin modası geçti diye eleştirmeye kimsenin hakkı olmamalıydı. Bu ünlü ofis partisinde, yılın üç yüz altmış beş günü yönetim kurulunu barındıran uzun, süslü, ağırbaşlı bir odaya yaklaşık iki yüz kişi doluşmuştu. Hepsi de bina yapımıyla uğraşan üç ortak şirketin yıl sonu partisi bir arada veriliyordu. Çok gürültü vardı. Çoğunluk dans ediyordu, yer darlığından bir araya sıkışmış, oldukları yerde hoplayan, görünmez bir pikaba konmuş gibi kendi çevrelerinde dönüp duran çiftler. Kadınlar giyimli kuşamlıydılar, dramatik, çarpıcı ve tuhaf, rengarenk: Bana bakın! Bana bakın! Kimi erkekler de çevrenin dikkatinden aynı ölçüde pay ister gibiydi. Dans etmeyen az sayıdaki kişi duvar diplerine sokulmuş duruyordu. Harriet’le David de bunların arasındaydılar, tek başlarına, ayakta, ellerinde birer bardak - gözlemciler. İkisi de dans edenlerin yüzlerindeki çarpılmayı -kadınlarınki erkeklerden çok, ama erkeklerinki de öyle- zevk kadar ıstırap çığlıklarıyla kasılmalarının da yaratmış olabileceğini aklından geçirmişti. Karşılarındaki manzara bir heyecan zorlamasını yansıtıyordu... Ne var ki David’le Harriet, diğer birçoğu gibi, bu gözlemlerini de başka herhangi biriyle paylaşabileceklerini hiç ummamışlardı. Odanın karşı yanından bakıldığında Harriet -bunca göz alıcı insan arasında onu bir gören olsa bile- pastel bir bulanıklıktan ibaretti. İzlenimci resimlerde, hileli fotoğraflarda görülen türden, eriyip çevresine karışmış kızları andırıyordu. Kurutulmuş ot ve yapraklarla dolu, kocaman bir vazonun yanında durmaktaydı, çiçekli bir kumaştan elbise giymişti. Zamanla odaklanan bakışlar bu kez, son moda olmayan kıvırcık koyun saçlar görüyordu... yumuşak ama düşünceli mavi gözler... biraz aşırı bir kesinlikle kısılmış dudaklar. Doğrusunu isterseniz Harriet’in bütün yüz çizgileri belirgin, düzgün, yapısı sağlam ve sıkıydı. Gürbüz bir genç kadın... kapalı mekanlardan çok açık havada rahat eden tiplerden mi, acaba? David bir saatten beri durduğu yerde dikilmiş,-ölçülü yudumlarla içkisini içerken o ciddi, gri mavi gözleri hiç acelesiz, rasgele kişilerin, çiftlerin üzerinde oyalanıyor, insanların bir araya gelip ayrılmalarını, birbirlerine çarpıp sekmelerini seyrediyordu. Harriet’in gözüne, yere sağlam basmış biri gibi görünmedi; konacak yer arar gibiydi adeta, topukları üzerinde dengelenerek yaylanırken. Zayıf bir genç erkek -yaşından genç gösterirdi- açık yürekli, yuvarlak bir yüzü, yumuşak, kahverengi saçları vardı. Kadınlar ellerini bu saçların arasından geçirmeye can atarlardı ama sonradan, o düşünen, tartan bakışların etkisini hissettikleri zaman vazgeçerlerdi. David tedirgin ederdi onları. Oysa Harriet tedirgin olmadı. Onun gözlerindeki, kendini herkesten ayrı tutan, tetikte bakışın kendi bakışını yansıttığını biliyordu. Ondaki, çevresini şakaya alırmış gibi havanın zorlama olduğunu tahmin etti. David de içinden, Harriet’e ilişkin benzer yorumlar yapmaktaydı. Bu genç kadın da tıpkı kendisi gibi, bu tür toplantılardan hiç hoşlanmıyordu, besbelli. Birbirlerinin kim olduğunu ikisi de öğrenmişti. Harriet, yapı malzemeleri tasarımlayıp pazarlayan bir şirketin satış bölümünde çalışıyordu, David mimardı. Peki öyleyse, onların tuhaf, nerdeyse anormal kişiler sayılmasına yol açan neydi? Cinsellik konusundaki tutumları! Altmışlı yıllardı bunlar! David gönülsüzce sevdiği bir kadınla uzun, zor bir aşk yaşamıştı. Bu tam da onun istemediği gibi bir kadındı. Aralarında, zıtların birbirini çekmesi üstüne espriler yaparlardı. Genç kadın David’in onu ıslah etmeyi kurduğunu ileri sürerdi, şakadan: "Saati geri alabileceğine, buna' benden başlayacağına inanıyorsun sen, bana sorarsan!" Ayrıldıklarından bu yana -az acı çekmemişlerdi ayrılırlarken- genç kadın, David’in tahminine göre, Sissons Blend ve Ortaklarındaki herkesle yatmıştı. Kadınlarla bile, Tanrı bilir. Bu gece de hurdaydı, üzerinde siyah dantelli kırmızı bir elbise vardı, flamenko giysilerinin sevimli bir hicvi. Bu bileşimin içinden yükselen başı çok çarpıcıydı. Tam anlamıyla bin dokuz yüz yirmiler'in başı: Saçları dümdüz arkaya taranarak ensesinde sivriltilmiş, kulaklarının üstüne iki, alnının oltasına da bir tane parlak siyah zülüf düşürülmüştü. Odanın karşı tarafından, kavalyesiyle dönüp durduğu yerden David’e adeta telaşla el sallayıp duruyor, o da buna dostça gülümseyerek karşılık veriyordu: Gücenmece yok. Harriet’e gelince, o bakireydi. Kız arkadaşları duysalar, "Bakire ha, bu zamanda?” diye çığlıklar koparırlardı belki de; "Deli misin sen?" Bakirelik savunulması gereken bir fizyolojik durumsa eğer, o kendini hiçbir zaman bir bakire olarak düşünmemiş, en uygun insana en uygun zamanda verilecek olan, kat kat cicili bicili kağıtlara sarılmış bir tür armağan gibi görmüştü. Kendi kızkardeşleri onunla alay ediyorlardı. "Kusura bakmayın ama böyle her önüne gelenle yatıp kalkmak hoşuma gitmiyor, bana göre değil," diye direttiği zaman iş yerindeki kızlar ayıp olmasın diye şakacı bir ifade takınırlardı. Her zaman ilginç bir konu olarak, çoğu zaman da kötülenerek arkasından konuşulduğunu Harriet biliyordu. Büyük annesinin kuşağındaki namuslu kadınların "Ahlak denen şeyden hiç nasibini almamış, doğrusu", "Onun gibilerden ancak böylesi umulur," ya da "Tepeden tırnağa ahlaksız,” derken, sonra annesinin kuşağındakilerin "Erkek budalası," ya da "Nenfomanyak," derken kullandıkları buz gibi küçümsemeyle bu okumuş, aydın, zamane kızları şimdi birbirlerine, "Çocukluğundaki bir olay yüzünden böyle oldu herhalde," diyorlardı. "Zavallıcık." Gerçi Harriet’in de bazen kendini talihsiz, kusurlu, eksik gördüğü oluyordu çünkü birlikte yemek yemeye ya da sinemaya gittiği erkekler onun kendilerini reddetmesini insafsızlık olduğu kadar patalojik bir zihniyetin kanıtı olarak görüyorlardı. Bir süre ötekilerden daha küçük olan bir kızla arkadaşlık etmişti ama sonra, Harriet’in umarsızlıkla belirttiği gibi o da, "Bütün ötekiler gibi" olup çıkmıştı; Harriet’in kendisine de uyumsuzluk yakıştıran bir tanım. Harriet birçok akşamını yalnız geçiriyor, hafta sonlarında çok zaman annesinin evine gidiyordu. "Ne olmuş yani," diyordu annesi. "Sen eski zaman kızısın, hepsi bu. Birçok kız senin gibi olmak ister bence, fırsat bulabilse." İşte bu iki egzantrik, Harriet’le David, durdukları köşeden aynı anda ayrılarak birbirlerine doğru yöneldiler; ünlü ofis partisi onların öyküsünün bir parçası olup çıktıkça bu, gözlerinde büyük önem taşıyacaktı: "Evet, aynı saniyede..." Duvar diplerine sıkışmış duran insanlar iterek kendilerine yol açmak zorundaydılar; ellerindeki içki bardaklarını, dans edenler çarpmasın diye iyice havaya kaldırmışlardı. İşte böylece bir araya geldiler en sonunda, gülümsüyorlardı, biraz kaygıyla da olsa. David kızın elini tuttu, kendilerine zorla yol açarak o odadan çıkıp büfenin bulunduğu, şamatacı insanlarla dolu olan öbür odaya, oradan da, birkaç çiftin sarmaş dolaş durduğu koridora geçtiler, sonra tokmağını ilk bulabildikleri kapıyı açtılar. Burası bir ofisti, içinde bir çalışma masasıyla sandalyelerden başka bir de kanape vardı. Sessizlik... yani, hemen hemen. îç geçirdiler. Bardaklarını ellerinden bıraktılar. Birbirlerine gönüllerince bakabilmek için yüz yüze döndüler, sonra başladılar konuşmaya. Konuşmak ikisinin de yoksun bırakıldığı bir şeymiş gibi, konuşmaya ölesiye acıkmış gibi konuşuyorlardı. Böyle, birbirlerine çok yakın oturarak konuşmayı, koridorun karşısındaki odalardan taşan gürültü hafifleyene değin sürdürdüler, sonra usulca dışarı çıktılar ve David’in, yakında olan dairesine gittiler. Burda yatağın üzerine el ele uzanarak ve arada öpüşerek konuşmayı sürdürdüler, sonra da uyudular. Harriet hiç zaman geçirmeden David’in yanına taşındı, çünkü kazandığı para kendisinin büyük, kalabalık bir katta tek bir oda tutmasına yetiyordu. Zaten David’le ilkbaharda evlenmeye karar vermişlerdi. Beklemek niye? Onlar birbirleri için yaratılmışlardı. Harriet üç kızkardeşin en büyüğüydü. Çocukluğuna ne çok şey borçlu olduğunu ancak on sekiz yaşında, evden ayrıldığı zaman anladı, çünkü arkadaşlarından birçoğu boşanmış ana babaların çocuğuydu, günü gününe, düzensiz yaşıyorlardı ve günün moda deyimiyle, sorunluydular. Harriet sorunlu değildi, ne istediğini her zaman bilmişti. Lisede iyi okumuş, sonra da bir güzel sanatlar okuluna giderek grafik desinatörü olmuştu. Evleninceye kadar hoşça vakit geçirmek için iyi bir yol gibi gelmişti bu ona. Meslek kadını olmak ya da olmamak sorusu kafasını hiç kurcalamamıştı, gene de bu konuyu tartışmaya hazırdı; olduğundan da egzantrik görünmek hoşuna gitmezdi. Annesi hayattan isteyebileceği her şeye sahip olan, doygun bir kadındı; kızları onu böyle görüyorlardı. Harriet’in anababası aile ortamını mutlu bir hayatın temeli olarak görmüş, bunu doğal saymışlardı. David’in aile çevresiyse bambaşkaydı. Annesiyle babası o yedi yaşındayken boşanmışlardı. David iki takım anababası olduğu konusunda, biraz fazla sıkça, espri yapar dururdu; iki ayrı evde odası olan çocuklardan biriydi o! Hem de çevresindeki herkesin ruhsal sorunlar konusunda çok anlayışlı olması koşuluyla! Hiçbir çirkinlik ve garez yaşanmamıştı, bir dolu rahatsızlık, hatta mutsuzluk yaşansa bile... yani çocuklar açısından. Annesinin ikinci kocası, David’in öbür babası akademisyendi, tarihçi. Oxford’da büyük, bakımsız bir evi vardı. David Seviyordu bu adamı; Frederick Burke insana pek sokulmasa da iyi yürekliydi, tıpkı David’in insana pek sokulmayan, iyi yürekli annesi gibi. Bu evdeki odası David’in gerçek yuvası olmuştu, düşüncelerindeki gerçek yuva hala orasıydı ama David şimdi artık çok yakında Harriet’le birlikte yeni bir yuva kuracaktı, eskisinin bir uzantısı ve büyütülmüşü. Bu eski yuva evin arkasında,"bakımsız bir bahçeye bakan geniş bir odaydı, pejmürde bir oda, David’in çocukluğuyla dopdolu ve biraz da soğuk, tam İngilizliğe yaraşır biçimde. Gerçek babası kendine benzer biriyle evlenmişti; zenginlerin o alaycı güler yüzlülüğüne sahip, şamatacı, iyi yürekli, becerikli bir kadınla. James Lovatt bir tekne yapımcısıydı. Onun yanına gitmeye raz; olduğu zamanlarda David’in kaldığı yer çok zaman bir yatın kamarası olurdu ya da Fransa’nın güneyinde ya da Batı Hint Adaları’nda bir evde bir oda ("Burası senin odan, David."). Ama o, Oxford’daki o eski odasını yeğlerdi. Kendi geleceği konusunda, gizliden gizliye, ateşli bir beklenti besleyerek büyümüştü. Kendi çocukları için her şey bambaşka olacaktı. David ne istediğini, nasıl bir kadına gereksinme duyduğunu biliyordu. Harriet kendi geleceği konusunda eski tarz bir görüş besliyorsa, yani bir erkek ona cennetin anahtarlarını verecek ve o da orada doğasının istediği her şeyi bulacaktı; bu, onun -ilkin kendi de bilmeden, sonralarıysa büyük bir kararlılıkla- her türlü karmaşa ve dramı elinin tersiyle iterek yönelmiş olduğu doğal bir hakkıydı... Harriet’in görüşü buysa David de kendi geleceğini, amaçlayıp hedeflemesi, savunup esirgemesi gereken bir şey olarak görüyordu. Karısı da kendisi gibi olmalıydı bu konuda; mutluluğun nerde bulunduğunu ve nasıl elde tutulacağını bilmeliydi. David Harriet’le tanıştığı zaman otuz yaşındaydı ve yıllardan beri hırslı kişilerin disiplinli inadıyla çalışmaktaydı; ama çalışmasının temelindeki amaç bir yuva kurmaktı. İstedikleri hayat tarzına uygun, istedikleri gibi bir evi Londra’da bulmak olanaksızdı. Hem zaten Londra’da yaşamak istediklerinden de emin değillerdi -yok istemiyorlardı, kendine özgü bir "hava"sı olan, küçükçe bir kent daha hoşlarına gidecekti. Hafta sonlarını, Londra’ya günübirlik gidilip gelinebilecek uzaklıktaki kentlerde ev arayarak geçirmeye başladılar. Çok geçmeden bahçesini ot bürümüş, Victoria stilinde,, kocaman bir ev buldular. Mükemmel! Ne var ki genç bir çiftin böyle bir ev alması gülünçtü -üç katlı, hem de tavanaralı bir ev, odalar, koridorlar,
Description: