ebook img

Bahar Karları - Yukio Mişima PDF

491 Pages·2010·2.26 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Bahar Karları - Yukio Mişima

BAHAR KARLARI BEREKET DENİZİ 1 YUKİO MİŞİMA Çeviri Püren ÖZGÖREN CAN YAYINLARI YUKİO MİŞİMA, asıl adı Hiraoka Kimitake. 1925 yılında doğdu. İlk hikayelerini çocukken yazmaya başladı. Babasının ısrarıyla Tokyo Üniversitesi’nde hukuk okudu. Mezun olduktan sonra girdiği memuriyette ancak bir yıl çalışabildi. İstifa etti, tüm zamanını yazmaya ayırdı. Mişima’nın kısa sürede uluslararası bir ün kazanmasını sağlayan Bir Maskenin İtirafları, 1948 yılında yayımlandı. Çok sayıda romanın, popüler dizi romanların, öykü kitaplarının, denemelerin ve edebiyat eleştirilerinin yanı sıra Kabuki tiyatrosu ve geleneksel no oyunları için çağdaş metinler kaleme aldı. Çağdaş Japon edebiyatının en önemli yazarı olarak kabul edilen Mişima, 1970 yilında ününün ve prestijinin doruğundayken Henry Miller (Reflections on the Death of Mishima) ve Marguerite Yourcenar (Mişima ya da Boştuk Algısı) gibi yazarların kitaplarına konu olacak bir intiharla yaşamına son verdi. PÜREN ÖZGÖREN, 1957 yılında Adana’da doğdu. Avusturya Lisesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Miami Üniversitesi’nde eğitim gördü. F. Scott Fitzgerald, Doris Lessing, D.H. Lawrence, Roald Dahl, Patricia Highsmith, Yukio Mişima, Henry Miller, Lawrence Durrell, Ernest Hemingway, Toni Morrison, Susan Sontag, Khaled Hosseini, Janet Wallach, Roman Polanski, Truman Capote gibi yazarların eserlerini dilimize kazandırdı. 1 Derste konu Rus-Japon Savaşına gelince, Kiyoaki Matsugae en yakın arkadaşı Şigekuni Honda’ya savaşa ilişkin neler anımsadığını sordu. Şigekuni’nin savaşla ilgili anıları bulanıktı - bir keresinde bir fener alayının geçişini izlemek üzere ön kapıya götürüldüğünü anımsıyordu yalnızca. Savaşın sona erdiği yıl her ikisi de on bir yaşındaydı, Kiyoaki’ye kalırsa o günleri biraz daha iyi anımsamaları gerekirdi. Savaş konusunda bilgiç bilgiç konuşan sınıf arkadaşlarıysa, büyüklerinden duydukları ufak tefek şeylerle puslu anılarını süsleyip püsleyip aktarmaktaydılar daha çok. Matsugae ailesinin iki üyesi, yani Kiyoaki’nin amcaları savaşta ölmüştü. Yitirdiği bu iki oğula karşılık hükümetten hâlâ aylık alan büyükannesi paraya elini bile sürmüyor, zarfları hiç açmadan aileye ait türbedeki rafa bırakıyordu. Belki de evdeki onca savaş fotoğrafının içinde Kiyoaki’yi en çok etkileyen fotoğrafın “Tokuri Tapınağı’nın Yakınları: Savaş Şehitlerini Anma Töreni” adındaki, Meiji Dönemi’nin otuz yedinci yılı olan 26 Haziran 1904 tarihli fotoğraf olmasının nedeni buydu. Sepya mürekkeple basılmış bu fotoğraf, karmakarışık savaş andaçlarından oldukça farklıydı. Olaya bir bütün olarak bakabilen bir sanatçının elinden çıktığı belliydi: Orada bulunan askerler, fotoğrafa bakanın dikkatini tam ortalarında duran, boyasız tahta anıta yöneltecek biçimde, tıpkı bir tablodaki figürler gibi dikkatle düzenlenmişti. Uzakta sisli dağlar hafifçe yükseliyor, fotoğrafın solunda, çok dik olmayan yamaçlarla basamak basamak engin düzlükten yukarıya çıkıyordu; dağlar sağ tarafta dağınık ağaç kümeleriyle karışıyor, sarı bir toz kümesine benzeyen ufuk çizgisinde yitiyordu. Buradaysa dağların yerini, göz sağa doğru kaydıkça yüksekliği artan birtakım ağaçlar alıyordu; aralarındaki boşluklardan sarı bir gökyüzü görünüyordu. Ön planda altı tane çok uzun ağaç düzgün aralıklarla sıralanmış, her biri sanki manzaranın genel uyumunu tamamlayacak biçimde yerleştirilmişti. Ağaçların cinsi anlaşılmıyordu ama yaprakla yüklü üst dalları rüzgârda acıklı bir görkemlilikle eğilmişe benziyordu. Uzaktaki engin düzlükler belli belirsiz parlıyordu; dağların bu yüzü, bitkiler ölgün ve cansızdı. Resmin tam ortasında gösterişsiz tahta anıtla üzerinde çiçekler bulunan, beyaz örtüsü rüzgardan bükülmüş mihrap vardı. Bunun dışında askerlerden başka bir şey göremiyordunuz; binlerce asker. Öndeki askerler fotoğraf makinesine, keplerinden sarkan beyaz siperlikleri ve sırtlarındaki çapraz, deri kayışları gösterecek biçimde yan dönmüşlerdi. Düzgün sıralar halinde değil, başları eğik, gruplar halinde toplanmışlardı. Sol alt köşede bir avuç asker bir Rönesans tablosundaki insan karaltıları gibi, esmer yüzlerini kameraya yarı dönmüştü. Daha gerilerde bir asker kalabalığı kocaman bir yarım daire biçiminde ta düzlüğün sonlarına kadar yayılmıştı, öyle çoktular ki birini ötekinden ayırmak neredeyse olanaksızdı, çok daha uzaklarda, ağaçların altında başka kümeler de vardı. Bu askerler, hem ön planda hem de geride olanlar, tozluklarının, botlarının dış çizgilerini belirginleştiren, eğik omuzlarının çıkıntı yerlerine ve ense köklerine vuran tuhaf, yarı aydınlık yarı değil bir ışığa yakalanmışlardı. Bu ışık bütün resmi tanımlanamaz bir hüzünle doldurmuştu. Bu adamlardan, o küçük beyaz mihraba, çiçeklere, tam ortalarındaki anıta çarpan bir dalga halinde elle tutulur bir coşku boşanıyordu. Ovanın kıyısına kadar dağılmış bu koca kitleden yayılan, sözcüklerle anlatılması olanaksız tek bir düşünce tam ortada, kocaman, ağır, demir bir halka halinde toplanıyordu. Eskiliğinin yanı sıra sepya mürekkebi de fotoğrafa alabildiğine hüzünlü bir hava katmıştı. * * * Kiyoaki on sekiz yaşındaydı. Doğduğu evdeki hiçbir şey onun bu kadar duyarlı, hüzne bunca yatkın biri olmasına katkıda bulunmuş olamazdı. Şibuya yakınlarındaki yüksek araziye kurulmuş, geniş bir alana yayılmış olan bu malikânede Kiyoaki’nin duyarlılığını herhangi bir biçimde paylaşan birini bulabilmek için insanın epeyce çabalaması gerekirdi. Köklü bir samuray ailesiydiler ama Kiyoaki’nin babası, Marki[1] Matsugae şogunluğun[2] sona erdiği zamanın daha elli yıl öncesine kadar atalarının önemli bir yerinin olmamasından utandığı için oğlunu henüz küçücük bir çocukken, yetiştirilmek üzere saraya mensup bir soylunun evine göndermişti. Yoksa Kiyoaki böylesine duyarlı bir delikanlı olmazdı herhalde. Marki Matsugae’nin malikânesi Tokyo yakınlarında, Şibuya’yı geçince, geniş bir araziyi kaplıyordu. Elli dönümden fazla bir alana serpiştirilmiş olan binaların çatıları insanı heyecanlandıran bir denge içinde yükselmekteydi. Ana bina Japon mimarisine uygundu ama parkın köşesinde, tasarımı bir İngiliz’e ait olan Batı tarzında, etkileyici bir ev bulunuyordu. Bunun, Japonya’da ayakkabıyla girilebilen dört evden biri olduğu söylenirdi. Birincisi Mareşal Oyama’nın eviydi. Parkın ortasında, akçaağaçlarla kaplı bir tepenin önünde geniş bir göl vardı. İçinde tekneyle gezilebilecek kadar büyüktü; ortasındaki adada nilüferler çiçek açar, mutfak için toplanan su menekşeleri bile yetişirdi. Batı tarzı bu evin ziyafet salonu gibi ana binanın oturma odası da göle bakıyordu. Gölün çevresine ve adanın üzerine iki yüz kadar taş fener gelişigüzel serpiştirilmişti, aralarında dökme demirden üç tane de turna vardı: İkisi uzun boyunlarını gökyüzüne uzatmış, bir tanesiyse başını öne eğmişti. Akçaağaçla kaplı tepenin doruğundan fışkıran su pek çok çağlayan oluşturarak bayırdan iniyordu; dere daha sonra taş bir köprünün altından geçiyor, mevsimi gelince çiçeğe duran bir top güzel lalenin bulunduğu noktada göle ulaşmadan önce, Sado Adası’ndan getirtilmiş kızıl kayalarla gölgelenmiş bir havuza dökülüyordu. Göl sazanla, havuz balıklarıyla kaynardı. Marki yılda iki kez okul çocuklarının burada piknik yapmasına izin verirdi. Kiyoaki çocukken hizmetkârlar onu, ısıran kaplumbağa öyküleriyle korkutmuşlardı. Uzun zaman önce büyükbabası hastayken bir dostu, etini yiyip güçlenmesi umuduyla ona yüz tane su kaplumbağası hediye etmişti. Kaplumbağalar göle salınır salınmaz hızla üremeye başlamışlardı. Uşaklar Kiyoaki’ye, ısırgan kaplumbağa parmağını bir kaptı mı, demişlerdi, işin bitti demektir. Çay töreni için kullanılan pek çok pavyonla bir de büyük bilardo salonu mevcuttu. Ana binanın arkasında kalan topraklarda bol yabani yerelması yetişirdi, Kiyoaki’nin büyükbabasının yetiştirdiği, iki patikayla bölünmüş bir de servi korusu vardı. Patikalardan biri arka kapıya kadar uzanıyor, ötekiyse küçük bir tepeyi aştıktan sonra, bir köşesinde aile türbesinin bulunduğu geniş çimenliğe varıyordu. Büyükbabasıyla iki amcası gömülüydü bu türbede. Hepsi de taş olan basamaklar, fenerler ile torii[3] gelenekseldi ama basamakların öteki yüzünde bildik aslan heykellerinin yerine, toprağa Rus-Japon Savaşı’ndan kalma, beyaza boyanmış bir çift gülle kovanı yerleştirilmişti. Biraz daha aşağıda, muhteşem bir kafese benzeyen salkımların arkasında tarım tanrısı İnari’ye adanmış küçücük bir tapınak vardı. Büyükbabasının ölüm yıldönümü mayıstaydı, aile anma töreni için toplandığında salkımlar coşmuş olur, kadınlar güneşten sakınmak için onun gölgesine sığınırlardı. Törenin onuruna her zamankinden de özenle pudralanmış beyaz yüzleri ölümün kusursuz gölgesi düşmüşçesine eflatun beneklerle kaplanırdı. Kadınlar. Matsugae Malikânesi’nde yaşayan kadınların sayısını kimse tam olarak bilmezdi. Kiyoaki’nin, gereksinimlerini karşılayacak sekiz hizmetçiyle birlikte ana binadan az uzaktaki evinde sessiz sakin bir yaşam süren büyükannesi elbette herkesten önce geliyordu. Hava ister yağmurlu olsun isterse güneşli, Kiyoaki’nin annesi her sabah giyinir giyinmez iki hizmetçinin eşliğinde doğruca yaşlı hanımı ziyarete giderdi. Yaşlı hanımsa her gün gelinini kılı kırk yararcasına incelerdi. “Bu saç sana pek yakışmamış. Yarın biraz daha yukarıdan toplamayı denesene. Eminim ki öylesi daha çok yakışacaktır,” derdi, gözlerini sevgiyle kısarak. Ama ertesi sabah Batılı tarzda taranmış saçları görünce, “Tsujiko, biliyor musun, yüksek topuz senin gibi klasik bir Japon güzeline hiç yakışmıyor,” derdi. “Yarın lütfen Marumage usulünü dene.” Bu yüzden Kiyoaki kendini bildi bileli annesinin saç modeli sürekli değişmekteydi. Evdeki berberleri ve çırakları her an hizmete hazırdılar. Hizmetlerinden yararlanan tek kişi Kiyoaki’nin annesi değildi, evdeki kırktan fazla hizmetçinin saçıyla da ilgilenmek zorundaydılar. Hatta bir keresinde Kiyoaki’nin de saçıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Kiyoaki’nin Soylular Okulu’na bağlı ortaokuldaki ilk yılıydı. O yıl, imparatorluk sarayındaki yeni yıl kutlamalarında bir tür refakatçilik ya da iç oğlanlığı yapmakla onurlandırılmıştı. Berberlerden biri, “Okuldakiler küçük bir keşişe benzemeni istiyorlar,” dedi. “Ama bu tıraşlı kafa bugünkü şık giysine hiç uygun değil.” “Ama saçım uzun olursa okulda azar işitirim.” “Peki peki,” dedi berber. “Bakalım durumu düzeltmek için ne yapabilirim... Gerçi nasılsa şapka takacaksın ama öyle bir ayarlarız ki, şapkanı çıkardığın zaman bile öteki gençlerin hepsini gölgede bırakırsın.” İşte böyle söylemiş ama on üç yaşındaki Kiyoaki’nin saçlarını öyle kısa kesmişti ki, kafası adeta mavi bir renk almıştı. Berber saçlarını ayırırken tarak canını acıttı, briyantinse derisini yaktı. Berberin herkesçe övülen yeteneğine karşın, işi bittiğinde aynada görülen kafa herhangi bir erkek çocuğununkinden farksızdı, yine de Kiyoaki olağanüstü güzelliğiyle törende övgü topladı. İmparator Meiji bir keresinde varlığıyla Matsugae Malikânesi’ni bizzat onurlandırmıştı. İmparatoru eğlendirmek için devasa bir gingko[4] ağacının altında sumo güreşi düzenlenmiş, ağacın çevresindeki boş alan bir perdeyle çevrilmişti. İmparator gösteriyi Batı tarzı evin ikinci katındaki balkonların birinden izlemişti. Kiyoaki berbere o gün imparatorun huzuruna çıkarıldığını, imparatorun başını okşadığını anlattı. Gerçi bunlar dört yıl önce olmuştu ama yine de imparator yeni yıl kutlamalarında bu basit iç oğlanının başını anımsayabilirdi pekâlâ. “Sahi mi?” diye haykırdı berber şaşkınlıkla. “Genç efendi, yani imparator sizi sahiden okşadı mı?” Bunları söyledikten sonra ellerini, çocuğa karşı gerçek bir saygıyla çırpıp tatami döşeli zeminde geri geri kaydı. Saraya mensup bir hanıma eşlik eden iç oğlanlarının giysisi, birbirine uygun mavi kadife ceketle pantolondan oluşuyordu, pantolonun boyu dizin hemen altındaydı. Ceketin her iki ucunda bir sıra halinde dörder tane iri, beyaz tüylü ponpon vardı, bu ponponlardan kol ağızlarıyla pantolona da dikilmişti. İç oğlanının belinde bir kılıç asılıydı, beyaz çoraplı ayaklarındaki ayakkabılarsa siyahtı, parlak kopçalarla tutturuluyordu. Geniş dantel yakanın tam ortasına beyaz ipekten bir boyunbağı düğümlenmişti; uzun bir tüy takılı olan, üç kenarı kıvrık şapkasıysa ipek bir kordonla sırtından sarkıtılmıştı. Her yıl soylu ailelerden, okulda göze çarpan, yirmi kadar genç seçilir, bunlardan dördü üç gün süren kutlamalar sırasında imparatoriçenin eteğini, ötekilerse ikişer ikişer prenseslerin eteklerini taşırlardı. Kiyoaki, imparatoriçenin eteğini bir kez tutmuş, bir kez de aynı işi Prenses Kasuga için yapmıştı. İmparatoriçenin eteğini taşıma sırası ondayken, imparatoriçe maiyetindekilerin yaktığı tütsülerin kokusuyla dolu koridorlarda soylu bir ağırbaşlılıkla ilerlemiş, Kiyoaki ise kabul töreni boyunca onun arkasında beklemişti. İmparatoriçe son derece zarif ve zeki bir kadındı ama o sıralarda bile artık yaşlı sayılırdı, altmışına yakındı.

Description:
Japonya tarihîne ve kültürüne dönük incelikli vurgularla sarsıcı bir aşk hikâyesinin ustalıkla harmanlandığı Bahar Karları, edebiyat tarihinin en önemli romanlarından biri. Tokyo'da eski aristokratlarla dönemin parlayan yıldızı taşralı zengin aileler arasındak
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.