AYŞE KULİN KÖPRÜ Bu e-kitap tanıtım amacıyla taranmıştır. Tarama: Yaşar Mutlu Düzelti: Pınar İpek E-Yayın: Ayraç Sanal Yayın http://ayrac.org [email protected] 2 AYŞE KULİN, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı. Uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmler inde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak görev yaptı. Öykülerden oluşan ilk kitabı Güneşe Dön Yüzünü 1984 yılında yayınlandı. Bu kitaptaki “Gülizar” adlı öyküyü, Kırık Bebek adı ile senaryolaştırdı ve bu sinema filmi 1986 yılının Kültür Bakanlığı Ödülü'nü kazandı. 1986'da sahne yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendiği Ayaşlı ve Kiracıları adlı diz ideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneği'nin En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü'nü kazandı. 1996 yılında Münir Nureddin Selçuk'un yaşamöyküsü-nün anlatıldığı Bir Tatlı Huzur adlı kitabı yayınlandı. Aynı yıl, Foto Sabah Resimleri adlı öyküsü Haldun Taner Öykü Ödülü'nü, bir yıl sonra aynı adı taşıyan kitabı Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. 1997'de yayınlanan Adı: Aylin adlı biyografik romanı ile, İstanbul Üniversitesi iletişim Fak ültesi tarafından yılın yazarı seçildi. 1998 yılında Geniş Zamanlar adlı öykü kitabı, 1999'da İletişim Fakültesi tarafından yılın romanı seçilmiş olan Sevdalinka ve 2000'de yine bir biyografik roman olan Füreya yayınlandı. 3 AYŞE KULİN KÖPRÜ 24. Basım Remzi Kitabevi Köprü / Ayşe Kulin © Ayşe Kulin birinci basım: Nisan, 2001 yirmi dördüncü basım: Ekim, 2001 4 V ali, Bayram ve Öksüz (1993) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 K öprü (1950-1972) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 2 H an Gediği Olayı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 8 V iran Olayı ve Şeyh Sait . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 0 H oşabe'nin Evinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 2 Z ilan'ın Evinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 6 5 U mut Köprüsü: İlk Gün . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 4 5 Bu öykünün geçtiği topraklarda yasayanlara ve köprünün yapımını gerçekleştiren, Cumhuriyet tarihinin en renkli Valisine selam olsun. Ankara'da duran beyler, Erzincan'a vardınız mı? Yol gitmeyen garip köyler, Hallerini görd ünüz mü? ÂŞIK REYHANI 6 VALİ, BAYRAM VE ÖKSÜZ (1993) Üç günden beri dur durak tanımadan esen deli rüzgâr birden kesiliverince, kar, Munzur ve Keşiş dağlarının koynuna sere serpe uzanmış Erzincan'ın üstüne, tül cibinlik gibi inmişti. Karla kaplı çıplak ağaçlarından, saçakları buz tutmuş evlerine kapanmış insanlarına, dam altl arına sığınmış bezgin sokak köpeklerine kadar tüm canlılarıyla uzun bir kış uykusuna dalmış gibiydi şimdi şehir. Erzincan'ın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı. Ne istediğini hiç bilmeyen şımarık bir kadın gibiydi. Karın bembeyaz örtüsü altında uyuşmuş yata dururken, birdenbire miskinliğinin öcünü almak ister gibi çalkalamaya başlardı kalçalarım. O böyle beşik gibi sall andı mı, yüce dağların yamaçlarını tutan kar, yükseklerden aşağılara iner, ovalarda çağıldayan akarsularla buluşur, yerle gök birbirine geçerdi. Toz, duman, çığlık ve kar arasında savrulurdu canlar. Üstelik daha çok da yeniydi böylesine kudurup azması. Evleri yerle bir etmiş, kurbanl arını yutmuş, tüm hırsını kustuktan sonra, durulmuştu. Erzincanlılar, bir süre sessiz kalacağ ını bilirlerdi şehirlerinin. Tekrar ne zaman azacağı pek belli olmazdı ama... Daha değil... daha değil. Onca cana kıydıktan, onca ocağı söndürdükten, onca binayı, ağacı devirdikten sonra, iyice yorgun düşmüştü şehir. Dinlenme sürecindeydi. Belki de o yüzden, gevşek bir miskinlik içindeydi Erzincanlılar. Buza kesmiş kentin sokaklarını koşarak geçen köylü, göğsüne bastırdığı yüküyle şimşek gibi daldı taş binanın kapısın-10 dan. Nefes nefese ve soğuğa rağmen ter içindeydi. Gövdesinden yükselen sıcaklık ve ekşi koku, Hoş Ali ile İsmail'in yüzüne, keskin bir bıçak gibi çarptı. “Vali nirde?” diye sordu kapı girişini tutanlara. Hoş Ali başıyla yukarı katı işaret etti. Adam merdivenlere hamle etti hemen. Geniş beyaz basamakları üçer dörder atlayarak çıkmaya başl adı. “Hop! Hop! Yavaş ol ula, aburaya gel, yükünü göster önce,” diye bağırdı ismail. “Bırak getsin. Gızar şimdi yugardaki,” dedi Hoş Ali. Az mı zılgıt yemişlerdi yukardakinden, vatandaşı sorgu sual ettikleri için. Neresinden çıkıyor bunca ses bu ufak tefek gövdenin diye düşünürdü Hoş Ali, yukardaki kükrediği zam anlar. Şu binanın kapısından içeri, bina Vilayet binası oldu olalı, denetim yapılmadan kimseler bırakılmazken, bu tutturmuştu odamın kapısı açık duracak, her gelen ille de engell enmeden merdivenleri çıkıp yanıma girecek, diye. Acayip adamdı vesselam. Keyfi meyfi kalm amıştı, Vali makamında odacı ya da nöbetçi olmanın. Her önüne gelen hışır hışır girmeye başlamıştı makama, kapı ardına kadar açık durduğundan, vuracak kapı bile bulamamaksızın. İlk geldiği günlerde söylediklerini ciddiye almamış, yine eski tas eski hamam davran mışlardı cümle kapısındaki nöbetçiler. Ama, çabuk öğrenmişlerdi. Atik tavırları, cin bakışlı gözleri, kızıla çalan kahverengi saçlarıyla, aceleci bir genç tilkiyi andıran adam, her sözünün arkasında duruyor, emirlerine kesin itaat istiyordu. Asabiydi, biraz da çatlaktı, kesin! “iyi de, göhsünün üstünde bir poh sahlirdi. Sileh mileh ölmesin?” dedi İsmail endişeli bir sesle. Hoş Ali, “Ben azardan neyi bıhtım gayri, aga. îstirsen sen düş herifin peşine,” der demez, atıldı ismail. Ama köylü çoktan uçup gitmiş, görünmez olmuştu yukarı çıkan merdivenlerde. Vali, koltuğunda sol yanına doğru kaykılmış, sol omzuyla kulağının arasına sıkıştırdığı tel efonda konuşurken, bir eliyle önündeki defteri karıştırıyor, diğer eliyle de not alıyordu küçük bir kâğıda. Hoş Ali'nin hep arkasından konuştuğu gibi, “Gıçına da bi zurna dagsa da çalsa barim,” dediği pozdaydı tam. Tek bir iş yaptığı görülmemişti ki hiç... On işi birden yürütürdü illa. içeri gireni hemen fark edemedi bu yüzden. Ancak, masasının üzerine âdeta fırlatılan bohçanın gürültüsüyle başını kaldırınca gördü gözlerinden ateş ve acı fışkıran köylüyü. Omz undan düşen telefonu zor yakaladı ve önünde dikilen adama baktı, gözlüklerinin üstünden. “Hayrola hemşerim?” dedi. ismail tam o anda daldı içeri ve Vali'nin önündeki masada duran alacalı bez yığınını kapmak istedi. Köylü göğsünden itekledi ismail'i. “Bombe filen mi goydin ula sen bu çaputa?” diye avaz avaz bağırdı ismail. Vali de ayaklanmıştı şimdi. Aynı anda Hoş Ali yanında bir-iki kişiyle odada bitmiş, köylüyü 7 derdest edivermişlerdi. “Ne bu? Bomba mı var burada?” diye sordu Vali, gözleriyle çıkını işaret ederek ve sakin olmaya çalışarak. Çıkından yükselen tuhaf koku tüm odayı tutmuştu. Vali'ye yanıt vermek ist ermişçesine, ince, keskin bir ses yükseldi bezlerin arasından. Herkes susup kulak kesildi. Önce bir hayvan iniltisini andıran çığlık, giderek çok ince bir insan sesine dönüştü ve doldurdu odayı. “Nedir bu?” diye sordu Vali. “Bebedür,” dedi köylü. Odadakiler ferahladılar ve yavaşça, masanın üzerinde duran bohçaya yaklaştılar, ismail uzak durmaya çalışarak, elini uzatıp bohçayı kurcaladı. Aralanan bezlerin içinden, yeni doğmuş bir bebenin kurabiye büyüklüğündeki yüzü gözüktü. “Nedir bu?” diye tekrarladı Vali, gözlerine inanamayarak. “Dedüh ya, benim bebedür. Vali sensin mi?” “Benim.” “Madem oksüzliği hökümetin yüzündendir, sen de hökümetin adamiysin, al sen bah!” “Ben sadece hükümete değil, halka da hizmet ederim.” “Nessen ne! Ben annamam. Senin patron değel mi, korpiyi yaptır miyen...” “Ne diyorsun kardeşim? Ne köprüsü?” “Sulara gömüliviren korpi.” “Nereden gelirsin?” “Başpınar'dan.” “Haa, şu köprüden söz ediyorsun,” dedi Vali. “Haklısın, oradaki köprü su altında kal dığından beri... ulaşım zorluğu var... evet...” Masanın üzerindeki bebenin çığlıkları dayanılmaz bir hal almıştı. “Baksana, anası nerede bu bebenin? Bu açlıktan bağırıyor herhalde,” dedi Vali. “Anasının cani suyin orda kaldı.” “Hangi suyun?” “Karasuyun.” Vali yaklaştı, çığlıkların geldiği bezleri araladı. Paçavraların arasında çıplaktı bebek. Göbeğ inin taşla kesilmiş olduğu belliydi, kanı yeni kurumuştu göbeğinden sallanan bir parmak boy undaki kordon parçasının ucunda. Sıska buruşuk bedeni açık yeşil, vıcık vıcık bir yağla kapl ıydı. Gözleri bir çift çizgi gibiydi. Yapış yapış, simsiyah saçları vardı. Vali'nin, yüzünde dolaşan işaretparmağını küçücük ağzı, minik bedeninden beklenmeyen bir güçle sımsıkı kavradı ve emmeye başladı. Vali zor kurtardı parmağını. Yine ağlamaya başladı bebe. “Amma da gür sesi varmış!” dedi Vali. “Adı ne bunun?” “Öksüz.” “Anlaşıldı,” dedi Vali, yanındakilere döndü. “Ne dikilip duruyorsunuz karşımda! Bohçada bomba filan yokmuş işte. Hemen haber salın Sağlık Ocağı'na, ya ebeyi ya da baş hemşireyi çabuk yollasınlar buraya. Vali çağırıyor, çok acil deyin. Al bu bebeyi de bizim Semiha Hanım'a ver. ismail, bir emzik memzik bulsun ebe gelene kadar, oyalasın bebeyi. Adın ne hemşerim, senin?” “Bayram.” “Bayram Ağaya da bir demli çay söyle. Haydi durmayın, herkes işinin başına!” Oda boşaldı. Köylü ve Vali karşı karşıya kaldılar. “Otur hele Bayram,” dedi Vali, “otur da anlat bakalım başına gelenleri.” Bayram, Güllü'nün, doğumu köydeki birkaç kadının yardımıyla yapamayacağını anla dığında, taş arabasını öküze koşmuş, suyun kenarına getirmişti karısını. Onları karşı yakaya ulaştırması gereken feribot, aşağıda terk edilmiş, geçkin bir kadın gibi melül melül duruyordu öylece, sahile yaslanmış, yapayalnız. Kaptanı meydanda yoktu. Feribotun çalışamadığı zam anlarda devreye giren kayığın motorcusu da gözükmüyordu ortalarda. Kasılmaları artık dakik ada bire inen kadını, fırtına sonrası ölü dalgaya tutulmuş deniz gibi bir yandan öte yana sür ekli oynaşan kocaman karnıyla arabada çığlık çığlığa bırakıp kaptanın evini aramaya koşm uştu Bayram. Evi bulmuştu ama kaptan yoktu evinde. Malatya'ya gitmişti bozulan motorun onarımı için, kayıkçıyla birlikte. Güllü'yü atar kayığa, kendim geçiririm karşı yakaya, diye dü şünmüştü. Kürek çekmeyi bilmiyordu ama kollarını suya sokar, iteleye iteleye yol alabilirdi. Karşı sahile ulaşabilirse, kolaylar- di işi. Gelen-geçen arabalardan birini durdurur, 8 Kemaliye'ye veya Elazığ tarafına giderlerdi. Orada sağlık ocağı, ebe, doktor bulurlardı. Kurtar ırlardı Güllü'yü yükünden, öyle demişlerdi, Avcı'daki köylü kadınlar. Bebe ters geliyor sanki, bizim becereceğimiz iş değil, hem bebeyi rahim içinde döndüremeyiz, hem kanama olursa durduramayız, demişlerdi. Başpınar'daki yazlıkçılar gitmişlerdi Eylül sonunda. Köyde bir-iki bekçinin dışında kimseler kalmamıştı. Aküsü çıkartılmış bir otomobilden başka hiç araç yoktu etrafta. Her kapıyı çalm ıştı teker teker. Pancurları sımsıkı örtülü olan evlerin bile kapılarını yumruklamıştı can havl iyle. Bir kamyonet olsun bulamamıştı. Geri dönmüştü kaptanın evine, ne zaman geleceğini sormak için. “Motor bozuh,” demişti evdeki kocakarı, “Tamir olmayınca gelmez gayrı. Bekliyem işte. Belkim ahşama belkim de yarın geli... gimbilir?” Bayram, gerisin geriye Güllü'nün yanına koşmuştu. Arabadan inmiş, yerde kıvranıp duran kadına bakmıştı gözlerini kısarak. Öküze koşulu arabayla hiçbir yere yetişemezlerdi. Fırat'ın bu yakası sarp dağlara dayamıştı sırtını, öküz arabasıyla aşılamaz dağlara. Anasını bellediğinin köprüsü... Ağzına sıçtığının köprüsü... Bok vardı yıkılıp gidecek! Bok vardı sulara gömülecek! İndi su kenarına Bayram. Bir zamanlar asma köprünün bulunduğu yerde şimdi cılız bir halat vardı, bu kıyıdan ötekine uzanan. “Ula biz ip cambazı mıyık?” dedi içinden. “Ne işe yarar bu ip? Üstünde mi yürük, ne idek?” Varsın işlemesindi feribot. Kayığa binecekti. Güllü'yü de alacaktı kayığa. Kollarını kürek gibi kullanamazsa, ipe tutuna tutuna geçecekti öbür yakaya. Yarısı kayaların üstüne çekilmiş tekneyi ite kaka suya indirmeye çalıştı. Sırsıklam oldu üstü başı. Bir ara dizlerine kadar girdi suya. Aceleden paçalarını bile sıvayamamıştı. Ayağı kaydı yosunlu kayaların üzerinde. Zor tu tundu teknenin kıçından sarkan ipe. Karasu aldı mıydı geri vermezdi insanı. Hele kış aylar ında azgın boğa gibi kızgın, masal canavarı gibi acımasız olurdu. Yutar giderdi kurbanını. Sımsıkı yakaladığı ipe tutuna tutuna çekti kendini yukarı. Güllünün aralıksız çığlıklarını duy uyordu rüzgâra rağmen. O kadar çabalıyordu ki, bacaklarında taşlara, kayalara sürtünmekten açılan sıyrıkların acısını, parmaklarının donduğunu hissetmiyordu bile. Ne kadar zamandır çabaladığının da farkında değildi. Sonunda kaydırdı tekneyi suya. Elleriyle ipe asıla asıla biraz ilerledi suyun üzerinde. Bir ara iyice havada kaldı, ayakları kesildi yerden. Korktu, gerisinger iye döndü, yine elleriyle ipe tutuna tutuna. Bağladı tekneyi tahta iskelenin üzerindeki çengele. Ne tuhaf, bir süredir ses gelmiyordu karıdan. Rüzgâr yön değiştirmiş olmalıydı. Güllü'yü bır aktığı yere koştu. Sırt üstü devrilmiş yatıyordu bıraktığı yerde Güllü. Sessizdi. Kadına yaklaş ınca yavaşladı. Ayaklarının ucuna basa basa yürüdü yanına, uyandırmaktan korkar gibi. Şalv arı dizlerine inmişti Güllü'nün. Yanlara açılmış bacaklarının arasında, pırıltılı kaygan bir balık gibi duruyordu bebe. Başaşağı, kımıldamadan, ağlamadan. Göbeğinden hâlâ bağlı sandı ana sının içine. Yarı yarıya dışarda duran sonu sonra gördü. Yerden kaptığı taş parçasıyla kesti kopardı bebeği sona bağlayan kordonu. Köylü kısmı ineğini, koyununu, köpeğini kendi doğ urturdu. Bayram, hiç hayvan doğurtmamıştı gerçi ama, ne tuhaf, biliyordu ne yapması gerekt iğini. Ve yine aynı içgüdüyle bildi Güllü'nün karası yukarı kaymış gözlerinin artık bir şey görmediğini. Kanı bacaklarının arasından löpür löpür soğuk toprağa akıyordu hâlâ, ama yüzü bembeyazdı, hareketsizdi karısının. Yüreği buz gibi oldu Bayram'ın. Bir saate yakın suda kalmış ayaklarından, buza kesmiş ellerinden daha soğuk oldu yüreği. Hiçbir şey hissetmiy ordu. Ne acı, ne üzüntü, ne kızgınlık. Karısından sıyırdığı şalvarı, eteği, hırkayı ve en sonra da başörtüsünü sarmaladı bebeğe. Taş arabasındaki çuvalı, arabaya taşıdığı Güllü'nün üzerine serdi. Arabaya bindi, bebeyi göğsüne bağladı anasının başörtüsünün uçlarıyla, uzaklaştı oradan... Hiç durmadan gitti, gitti... saatlerce... “Hökümetin adamı Erzincan'da oturur,” demişlerdi birkaç yıl evvel, Cafer'in oğlu suda boğ ulduğunda. “Fırat'ın suyu da ondan sorulur, köprüsüzlüğün sebebi de. Tam tamına dokuz ilç enin başıdır o. En böyüh odur buralarda, hökümetin adamıdır!” Oğlu Karasu'da boğulduğunda, ona gitmişti Cafer. Ona hesap sormuştu. Mademki Bayram da suya kurban vermişti karısını, taa ötelerde kurulan barajdan ötürü azıp köpüren ve köprüleri, yolları, köyleri alaşağı eden suya kurban vermişti ve mademki suyun öte kenarına geçebileceği, doktorlara ebelere ulaşacağı bir başka köprü yaptırmamıştı hükümet, gider hesap sorardı hükümetin adamından. Fırat'ın öte yanında kalan köyler, gerçi yirmi beş yıldır soruyorlardı bu hesabı hükümetin adamlarından. Kış bastırdı mıydı azgınlığından, mayıs sonrasında ise balçığa dönüştüğünden 9 geçit vermeyen Fırat'ın eline bırakılmış yazgılarının hesabını sora sora yorulmuşlardı. Bayram karşısındaydı şimdi Vali'nin; köprüsüzlüğün, geçitsizliğin, ilgisizliğin kurbanı kar ısının hesabını sormak için. Kovulmayı, dövülmeyi göze almıştı. Bezlere sardığı bebeğe bir çare bulunmadan ayrılmayacaktı oradan. Ama ne kovulmuş ne de dövülmüştü. Bana ne senin bebenden, dememişti Vali. Köprüyü sihirli bir değnekle oturtamıyordu Fırat'ın üstüne ama en azından derdini dinliyor, acısını hafifletmek için çırpınıyor, sağa sola telefonlar edip emirler yağdırıyordu. Biraz şaşkınlıkla biraz da endişeyle izledi, Vali'nin, çaputlara sarılı bebeyi içeri giren beyaz önlüklü, beyaz başlıklı karıya teslim etmesini. “Ne gerekiyorsa yapın Ebe Hanım,” dedi Vali, “bu vatandaş uzaktan gelmiş, yeni doğmuş çocukla. Üşümüş baksana, hasta filan olmasın bebe? Doktor Hanım da bir görüversin. Isıtın, doyurun, elinizdekilerle giydirin. Yarın bizim hanımı çarşıya yollatır, aldırtırım gerekenleri. Bu gece misafiriniz olacak bebek.” Sonra Bayram'a döndü: “Adı ne demiştin oğlunun?” “Öksüz.” “Öksüz diye isim mi olurmuş? Hele bir temizlensin etsin, karni doysun... buluruz ona mün asip bir isim.” Zile bastı sonra, gelen hademeye, arabasının hazır edilmesini söyledi. “Birazdan gelirler seni almaya. Aşağıda yemeğini ye de, bizim arabayla dön köyüne, duasını filan okut karının. Bebeyi burada bırak bu gece... Sonra, işlerini yola koyunca, hafta içinde gelir alırsın... Ne var, ne bakıyorsun öyle?” “Bebeyü sana vermişem, beg.” “Benim yeterince çocuğum var, oğlum.” “Memem yoh ki süt verem, beg. Avradim öldi. Abuna ben nasıl bakirem?” “Anan, bacın yok mu? Ailen yok mu?” “Yoh!” Sustu Vali. Sessizlik uzadı. Vali, farkına varmadan yine sol tarafına doğru kaykılmıştı. Elini uzatıp telefonu aldı, omzuyla kulağı arasına sıkıştırdığı ahizeye konuştu: “Bana Sağlık Ocağı'ndan bir yetkiliyi bağla Samimanım,” dedi. “Sonra da Başpınar'ı arayıver. Bakalım oraya bağlı köylerde bir doğum olmuş mu son günlerde?” “Bizimkine iyice oldu olanlar...” Elini başına götürüp terelelli işareti yaptı Samime Hanım etrafındakilere, “Başpınar'a bağlı köylerde yeni doğmuş bebe arıyor.” “Bizim Vali cin,” dedi Hoş Ali, “bebeye süt vereceh em-zühlü garı arıyoh.” Bayram bebeyi bırakıp ayrılmıştı Erzincan'dan. Bir hafta sonra geri döndüğünde, Valilik personelinin müjdesi vardı ona verilecek. Vali'nin istediği yanıt tez gelmişti. Başbağlar köyünde yeni doğum yapmış, emzikli bir genç kadın vardı. Muhtar, Vali'nin ricası üzerine, taa evine kadar gidip kocasına sormuştu, aileye erzak yardımı yapılacak olursa, anası doğumda ölmüş bir bebeyi Allah rızası için emzirir miydi? “Kendine sorun,” demişti kocası. “Emziririm,” demişti genç anne, nasılsa sütü boldu. “Erzak yardımı yapmasalar bile sevab ına emziririm. Can yoldaşı, süt kardaşı olur benim bebeme.” Bu haber üzerine, Vali'nin karısı çarşıya çeyiz düzmeye çıkmıştı çifte bebelere, sevabına. Bayram'a sıkı sıkı tembihlemişlerdi iki ay sonra bebeyi aşıya getirmesi, buraya kadar getirem ese bile kazada aşılatması için. “Öksüze bir ad takmış ol, bir daha geldiğinde,” dedi Vali. Boynunu yana eğdi, yanıtlamadı Bayram. Paçavralar içinde getirdiği oğlunu, mavi çiçekli pazen kundağının üstüne çengellenmiş altın maşallahı, battaniyesiyle geri götürüyordu, ana kucağı yerine, yüzünü görmediği, huyunu bilmediği bir el karısının kucağına, memesine verm eye. “Geşkem çaputlara sarılı kaliydi de anasız kalmiyeydi,” diyordu içinden. Bayram gittikten sonra Vali, oturduğu yerin tam karşısına düşen pencereden taa ötede, tep eleri buz tutmuş yüce dağlara baktı uzun uzun. Sonra, Samime'yi arayarak, Başpınar köprüs ünün dosyalarını istedi. “Bana bir de Kaymakam'ı bağlayıver Samimanım,” dedi, “Kemaliye Kaymakamı'nı.” Az sonra, elleri önüne yığılı dosyalarda kıpır kıpır, telefonu omzuyla kulağının arasında, Kemaliye Kaymakamı ile konuşuyor, köprü yüzünden, daha doğrusu köprüsüzlük yüzünden, geçtiğimiz hafta bir ölüm daha... Ne olacak bu işin sonu, Fırat'ın öte yanındaki köylüler teker teker boğulana kadar bekleyecek miyiz? Ben daha ilk geldiğim günlerde bu işe mim 10
Description: