Ârif Nihat Asya A rAmAk ve S öyleyememek ArIf NIhAt AsyA; 1904 yılında İstanbul’un Çatalca ilçesine bağlı İnceğiz köyünde doğdu. Babası Ziver Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. Yedi gün- lük iken babasını kaybetti. Üç yaşında iken annesi Osmanlı ordusunda görevli Filistinli bir subay ile evlendirildi. Bir erkek kardeşi doğdu. Aile Filistin’e dönerken dedesi, annesinin bütün çırpınmalarına rağmen, tek torunu Arif’in annesi ile gitmesine izin vermedi. Babaannesi vefat edin- ce Arif’in bakımını Çatalca müftüsünün kızı olan halası Gülfem Hanım ile subay olan eniştesi Mehmet Fevzi Efendi üstlendi. Balkan savaşından hemen önce aile İstanbul’a göç etti. Halası aydın bir kadındı ve Arif’in iyi bir eğitim görmesini istiyordu. İlk ve ortaokulu 1920 yılında parasız yatılı olarak okuduğu Bolu Sultanisi’nde bitirdi. Bu okulun ikinci devresi kaldırılınca Kastamonu Sultanisi’ne (Lise) nakledildi. Böylece I. Dünya Savaşı’nı İstanbul, Bolu ve Kastamonu’da, Kurtuluş Savaşı yıllarını ise Kastamonu’da geçirdi. Kastamonu yılları Arif Nihat Asya için çok önemlidir. Kastamonu Kurtuluş Savaşı’nın en önemli merkezlerinden biriydi. İşgale karşı di- renişe ve millî mücadeleye katılmak için İstanbul’dan İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçenlerin uğrak noktasıydı. Arif Nihat burada konaklayan vatanseverlerin toplantılarına katıldı, konuşmalarını dinledi, Mehmet Akif Ersoy, daha sonra Milli Eğitim Bakanı olacak Mustafa Necati Bey ile burada tanıştı. İlk şiirini burada çıkan Gençlik dergisinde yayınladı. 1923 yılında sultaniyi (lise) bitirdi ve yüksek öğrenimini yapmak üzere İstanbul’a döndü. O zamanki adı Darül-Muallimin-i Âliye olan Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’ne kabul edildi. Burada okurken postanede telgraf bölümünde çalıştı. Anadolu Ajansı İstanbul temsilciliğinin muhabirliğini yaptı. Bir süre bu ajansın gece bültenini çı- kardı. İlk şiir kitabı Heykeltraş 1924 yılında yayınlandı. 1926 yılında, son sınıftayken Hatice Semiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğinden iki oğlu oldu. 1928 yılında edebiyat öğretmeni olarak Adana Erkek Lisesi’ne tayin edildi. On dört yıl boyunca Adana’daki Erkek Lisesi’nde, Kız ve Erkek Öğretmen Okulu’nda, Amerikan Kız Koleji’nde edebiyat öğretmenliği ve müdür yardımcılığı yaptı. 1934’te askerlik görevini yapmaya gitti ve Soya- dı Kanunu gereği “ASYA” soyadını aldı. 1940 yılında ilk eşinden ayrıldı ve 1941 yılında Adana Erkek Lisesi’nde Kimya öğretmeni olan Servet Akdo- ğan ile evlendi. Bu evliliğinden de iki çocuğu oldu. 1942 yılında Malatya Lisesi’ne müdür olarak tayin edildi. 1945’te edebiyat öğretmeni olarak Adana Erkek Lisesi’ne geri döndü. 1947 yılında, üç yaşından beri haber alamadığı ve öldü bildiği annesinin Filistin’in Âkka şehrinde yaşadığını öğrendi ve eşi ve kızıyla birlikte Âkka’ya annesiyle buluşmaya gitti. Adana’da kaldığı yıllar boyunca gazete ve dergilerde yayınlanan ve iktidarı eleştiren siyasî yazıları dolayısıyla çeşitli soruşturmalar geçirdi ve 1948’de Edirne’ye sürüldü. Onun nazarında vatanın her yeri kutsaldı ama “Arif Hoca”nın tayini Adanalıları çok üzdü ve 1950 seçimlerinde onu Seyhan’dan (Adana) milletvekili yapmak için binlerce imza topladılar. Böylece 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti milletvekili oldu ve Ankara’ya taşındı, ancak parti politikalarına hiç ısınamadı. Açık sözlü ve doğru bildiğini her şart altında söylemekten çekinmediği için zaman za- man kendi partisini de eleştirmekten geri kalmadı. 1954 seçimlerinde tekrar aday olmadı ve öğretmenliğe geri döndü. Bir yıl kadar Eskişehir Lisesi’nde çalıştıktan sonra Ankara Gazi Lisesi’ne tayin edildi. 1959 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nın gerçekleştirdiği bir kültür programı çerçevesinde eşi ve 30 öğretmenle birlikte Kıbrıs’a gön- derildi. Lefkoşa Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak iki yıl çalış- tı. Vatan ve bayrak sevgisi ve kitleleri etkileme gücü sayesinde özellikle Kıbrıslı gençler üzerinde büyük etkisi oldu. 1961 yılında yurda döndü ve 1962 yılında emekli olarak sanat çalışmalarını hızlandırdı. Yurdu bir baştan bir başa dolaşarak millî konulara dair konferanslar verdi. Millî ve manevî değerlerimizi dile getiren şiir ve nesir kitapları yayınladı. 1975 yılında, Bayrak şiirinin yazıldığı ve çok sevdiği Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak tarihinde Ankara’da vefat etti. Arif Nihat Asya binlerce öğrenci yetiştirmiş, onlara iyi insan olma- yı, vatan ve bayrak sevgisini öğretmiş, vatansever bir öğretmen, şair ve yazardır. En önemli özelliklerinden biri Türkçeyi inanılmaz bir maharet- le kullanmasıdır. O bir “dil kuyumcusudur.” Şiirlerinde ve nesirlerinde temiz, duru ve yaşayan bir Türkçe kullanmıştır. Ama dinî ve bazı tarihî konuları ele aldığı şiirlerinde “eski dil”den kelimeler ve terkipler de yer alır. Kendisi bu tutumunu “Benim yalnız doğacaklardan değil, ölmüşler- den de okuyucularım vardır” diye ifade etmiştir. Arif Nihat Asya tarihine, millî değerlerine, millî kültürüne, vata- nına, bayrağına derin bir aşk ile bağlıdır. Bir tabiat aşığıdır. Vatan top- raklarının dağına, taşına, ırmağına, ovasına, ağacına, çiçeğine, böceği- ne âşıktır. “Sanatçı geçmişten, gelecekten, günden, çevreden, gaipten, canlılardan ve eşyadan telepatiler alıp bunları bir terkiple, bir büyüyle, dinlenir, seyredilir, okunur hale getiren kabiliyettir… Boşluktaki dalga- ları bize hitap eder hale getiren cihazlar gibi…” diyen bir sanat aşığıdır. O bir gönül adamıdır. Yaratılan her şeye âşıktır. Her türlü güzelliğe karşı olan sevgisi onu sonunda mutlak güzel’e, Allah sevgisine ulaştırmıştır. Eserleri: A. Şiir kitapları 1. Heykeltraş 2. Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor 3. Kubbe-i Hadrâ 4. Ru- bâiyyât-ı Ârif 5. Kıbrıs Rubâileri 6. Nisan 7. Kökler ve Dallar 8. Emzikler 9. Kova Burcu 10. Dualar ve Âminler 11. Yürek 12. Köprü 13. Kundak- lar 14. Avrupa’dan Rubâiler 15. Aynalarda Kalan 16. Divançe-i Ârif 17. Basamaklar 18. Büyüyün Kızlar Büyüyün 19. Fatihler Ölmez 20. Yerden Gökten 21. Ses ve Toprak 22. Takvimler B. Nesir Kitapları 23. Yastığımın Rüyası 24. Ayetler (Kanatlarını Arayanlar) 25. Kanat- lar ve Gagalar 26. Enikli Kapı 27. Terazi Kendini Tartamaz 28. Tehdit Mektupları 29. Onlar Bu Dilden Anlar 30. Aramak ve Söyleyememek 31. Ayın Aynasında 32. Kubbeler 33. Sevgi Mektupları S öyleyememek Bağırma yaSağı Sıkı Yönetim Komutanlığının, gazetelerin bağırarak satılma- sı yasağı, iki hatıramı canlandırdı: * * * Galiba evvelsi sene bir akşamüstü Ankara’nın Ulus semtin- deydim. Otobüs duraklarının en kalabalık zamanıydı. Bir çoc uk, kalabalığın uğultusunu, vasıtaların gürültüsünü delen tiz sesiy- le bağırıyordu: «Ahmet Bey’in çocuk düşürdüğünü yaz ı yor... Ahmet Bey’in çocuk düşürdüğünü yazıyoooor!»* Duraklarda yığılmış kadın, kız, çoluk çocuk; gözlerini başka gözlerle karşılaştırmamak için ne yapacağını şaşırmıştı. Satıcı, bacak kadar boyuyla, yığınları zor duruma düşürmenin tadını doyasıya çıkararak, sesini yükselttikçe yükseltiyordu. Okuyunca anladım ki mesele, Ahmet Bey’in, arabasiyle çarp- tığı bir çocuğu devirmesinden ibarettir. * * * Yine yakın yılların birindeydi. İstanbul’da Sirkeci’deydim. İkindi saatleri, ortalık mahşer gibiydi. Büyücek bir çocuk, as- kısında gazete destesi, kelimeleri zor söyleyerek, direk direk haykırıyordu «Ankara’da örfi idare ilân edildiğini yazıyor... An ka ra’da örfi idare ilân edildiğini yazıyooooor!» Gazeteler kapışılmaktaydı. Herkes gibi «başkentte olağa- nüstü bir şey mi oldu acaba?» diye merak ederek ben de aldım. Gördüm ki Ankara’da değil, Akra’da örfi idare ilân edilmiştir. * Aslında tanınmış bir sanatçının adıydı; değiştirdim. Aramak ve Söyleyememek 9 Suç, benim kulağımda olamazdı... İşte meraka düşenler, ha- beri kapışmakta devam ediyordu. İşte satıcı, az ilerde, öteki kelimeleri gevelemesine rağmen, «Ankara’nın «n»sine dikkatle basarak hâlâ bağırıyordu. * * * Birincisinde, kelime oyunundan faydalanılarak hayasızca haykırtılan, saygı ve utanç anlayışımızı, bir kâğıtmış gibi yırtan küçüğün kulağını çekmeye kimse cesaret edememiş... İkinci- sinde yine kelime benzerliğini vesile edip ortalığı karıştırmanın hazziyle ağzı kulaklarına varan büyüceğe kimse, gözdağı vere- memişti. Herkes biliyordu ki gürültüden ibaret olmayan bu suçlar, satıcı çocuklarda değil; satış için nesilleri skandallarla yüzgöz etmek, memleketi paniğe uğratmak pahasına, bu lâfları onların ağzına yerleştirenlerdedir... ve çocukların ceza ehliyetsizliği ar kasında kıskıs gülen arsız yüzler vardır. Arkadaki kurtlara el uzatamıyacak olduktan sonra, küçüğün kulağını çekmek, büyüğe gözdağı vermek neye yarar? Benzeri seslerin kısılması emri, iyi bir tedbirdir. Fakat mem- lekette süresiz devamına imkân olmayan, süresiz devamı te- menni de edilmeyen olağanüstü hâl kalktıktan sonra ne olac ak? Küçük satıcılar, büyüklerinden aldıkları yeraltı dersiyle yine Ahmet Bey’in önemsiz trafik kazasını «Ahmet Bey’in çocuk dü- şürdüğünü yazıyooor!» ve Akra’daki örfi idareyi «Ankara’da örfi idare ilân edildiğini yazıyoooor!» diye bağıra çağıra söylemekte devam edecekler. 1 Haziran 1963 Aramak ve Söyleyememek 10 HarB meclIsI İstanbul’da Yusufpaşa’da Gülşeni Maarif Rüşdiyesi’nde, galiba beşinci sınıftaydım. Bu, şimdiki ilkokulların son sınıfı demektir. O zamanki yaşımı sınıfımdan tahmin edersiniz.. bu günkünü sormayın! Hepimiz memlekette mühim şeyler olduğunu «muharebe» lâfından, ekmek kıtlığından, «rap rap» seslerinden, marşlardan, açılan ve harıl harıl işliyen imaretlerden; babaların, ağabeylerin, eniştelerin eksilmesinden; annelerin, ablaların, halaların, dede- lerin, ninelerin eski sevinçlerini kaybetmesinden anlıyor; fakat her devrin çocukları gibi evde, sokakta, mektepte, sınıfta ço- cukluğumuzu –yaşayabildiğimiz kadar– yaşıyorduk. Bizi uyandıran biri çıkıncaya kadar bu, böyle devam ede- cekti. * * * Hocalarımız içinde ak saçlı, ak sakallı, ak sarıklı, nur yüzlü bir hoca vardı... el’an gözümün önündedir. Dede hâli, güler yüzüyle, kendisini çok sever; dersini sabır- sızlıkla beklerdik. Şimdi şivesini düşünüyorum da Anadolu’nun neresinden geldiğini bulmaya çalışıyorum. Mübarek ihtiyarın bir gün sınıfa çok düşünceli girdiğini hatırlarım... yüzünde her zamanki tebessümünü, boşuna, ara mıştık. Oturdu.. derin derin düşünerek, tek bir kelime söylemeksi- zin, dakikalarca önüne, baktı. Bir derdi olduğunu sezdiğimiz- den, biz de sükûtumuzu derinleştirdik.. Aramak ve Söyleyememek 11 Neden sonra başını kaldırıp mânalı bir iç çekmeyle söze baş- ladı: «Evlâtlarım, dedi, gâvur, Çanakkale Boğazı’nı zorlıy ağı mış... Boğazı geçip İstanbul’a gireceğimiş... ne yapsak da geçm esine engel olsak? gelin, bu ders, bunu konuşalım!» Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, biraz şaşırmıştık: bir memleket meselesiyle, ilk defa, yüz yüze getirilmiş oluyorduk ve büyük işler üzerinde, ilk defa, fikrimiz soruluyordu; müdafaa plânları yapmaya memur ediliyorduk. Ders boyunca, Boğaz’ı tıkamak, düşmanı durdurmak için taş mı yağdırmadık, vaktiyle Halic’e gerilmiş olana benzer zin cirler mi germedik; iki kıyıya muazzam mıknatıslar mı yerleş- tirmedik! Hoca, hiçbirine, hiçbirimize gülmedi. Hepsini ve hepimizi aynı ciddiyetle karşıladı, beğendi, sevindi. Biz hayatımızın en güzel dersini yapmış olduk... belki onun için de öyleydi. Allah, gani gani rahmet eylesin! * * * Şimdi arkamızda kalan 18 Mart’ı ben böyle bir hatırayla ya- şadım. Evet... tarihler ve tarihçiler bilmez ki yazsın... onu biz biliriz. Bir zamanlar bir rüşdiyenin beşinci sınıfında ak saçlı, ak sa- kallı, ak sarıklı bir hocanın başkanlığıyla, yirmi otuz çocuk, bir harb meclisi kurmuştu. Böyle bir harb meclisinde bulunmuş, söz söylemiş, münaka- şaya karışmış küçük erkânı harplerden biri olmanın gururunu el’an duyarım. 21 Mart 1962 Aramak ve Söyleyememek 12 eşkıyalık Haydutlar daima karışık devirlerde türemiş veya çoğalmıştır. Halk, haklı olarak «huzur» deyince herşeyden önce, asayişi anlar. Eşkıyanın, çoğalmasıyla değil, varlığıyla bile huzur, bir a raya gelmez. O halde şöyle bir sorunun ortaya atılması icabed er: «Huzur gelince mi eşkiyalık kalkacak, eşkıyalık kalkınca mı hu- zur gelecek?» * * * Dünyanın neresinde, ne zaman silâh toplandıysa güvenilir insanlar vermiş, şüpheliler vermemiştir, kurnazlar birini vermiş, birini vermemiştir. Silâhlar toplanmasaydı sen tabancanın kısacık namlusuyla haydudun uzun namlusuna karşı mı çıkabilecektin? Çıkamıyacaktım, fakat haydut da kendisini bu kadar serbest hissetmeyecekti. Ordudan, jandarmadan başka ellerde de silâh olabileceğini düşünerek biraz daha çekingen, biraz daha ihtiyat- lı davranacaktı. Pek yakınlara inemeyecek, daha uzaklarda kala- caktı. Bazı babayiğitlerin, küçücük altıpatları ile, soygunculara soygunculuklarını pahalıya mal edeceğini hesaba katacaktı. Ve en önemlisi, otoriteler benim silâhımı alabilmişken haydudun silâhını alamamış durumuna düşmeyecekti. «Seyrek olaylara fazla değer veriyorsun» diyeceksiniz. Ben bu kadarını da çok bulduğumu söyleyeceğim. Çünkü idaremize henüz yüzde yüz sivil idare denemez. Askerî idare- lerin ise, mahzurları ne olursa olsun, bir faydaları inkâr götür- mez: yol kesiciliğe, haydutluğa göz açtırmamak. Başkanı asker, başbakanı asker, senatörlerinden bazıları Aramak ve Söyleyememek 13 asker olan, meclisinde ve partilerinde askerler bulunan, askerî havanın el’ân esmekte olduğu bir memleketteyiz. Valilerin de bazıları askerdir. Böyle bir yerde haydutluk olaylarının varlığını benden önce haysiyet meselesi bilmesi icabeden kimseler vardır. Benim de- mek istediğim budur. 25.1.1962 Aramak ve Söyleyememek 14
Description: