ebook img

MEHMED AKİF'İN EĞİTİM FELSEFESİ PDF

18 Pages·2010·0.34 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview MEHMED AKİF'İN EĞİTİM FELSEFESİ

EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 14 Sayı: 44 (Yaz 2010) 247 MEHMED AKİF’İN EĞİTİM FELSEFESİ: EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ Ahmet ÇOBAN (*) Özet: Mehmed Akif Ersoy, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerini yaşamış, şair kimliğinin yanında bir bilim adamı ve filozoftur. Yaşadığı dönemlerin sosyal yapısını çok iyi gözlemleyerek mevcut durumu ve bu durumdan hareketle toplumun geleceğine ilişkin güçlü tahminlerini şiirleriyle dile getirmiştir. Bu anlamda şiirlerinden hareketle, eğitim ve öğretime ilişkin görüşlerini ortaya koymak; Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin başlarındaki eğitim ve öğretime ilişkin genel durum hakkında ipuçları verecektir. Bu amaçla şairin temel eseri olan “Safahat” baştan sona kadar incelenmiş, günümüz eğitim sorunlarının çözümüne ışık tutan ifadeler değerlendirilerek önerilere yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Mehmed Akif, Eğitim, Felsefe, Eğitim Felsefesi, Mehmed Akif’in Eğitim Felsefesi Mehmed Akif’s Educational Philosophy: His Views on Education and Training Abstract: Mehmed Akif Ersoy who lived in the period before and after the Republic, as well as by the identity of poet, is a philosopher and a scientist. The social structure was living a very good move from this situation by observing the current situation and with very strong predictions about the future of society has expressed his poems. Just poetry with departures from such a figure, the education and training related to the opinions put forth, both in the Ottoman period and the newly established Republic at the beginning of the next era in education and the general condition of the agreement will provide. The aim of the study is to reveal Mehmet Akif's views on education and training. "Safahat", that it is the basic work, examined from beginning to end; statements that shed light on the solution of today's educational problems are evaluated and suggestions are given. Key Words: Mehmed Akif, Education, Philosophy, Educational Philosophy, Mehmed Akif’s Educational Philosophy. * Yrd.Doç.Dr., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi. (e-posta: [email protected]) 248 / Ydr. Doç. Dr. Ahmet ÇOBAN EKEV AKADEMİ DERGİSİ Giriş Felsefe Felsefe, sözcük kökeni olarak Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen "philia" ve bilgi, bilgelik anlamına gelen "sophia" sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelen “Philosophia” terimi, bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, araştırmak ve peşinde koşmak anlamlarına gelmektedir (Akarsu, 1979: 76; http://tr.wikipedia.org/wiki/Felsefe). Felsefe sözcüğü, Arapça’ya, oradan da Türkçe’ye geçmiştir. Mitos, din ve şiirden doğmuştur (Sönmez, 2005: 1). Platon’a göre felsefe, doğruya varmak, var olanı bilmek için düşüncenin yöntemli çalışması olarak görülür. Arisoteles’e göre ise, var olanın ilk temellerini ve ilkelerini araştıran bilimdir (Büyükdüvenci, 1987: 1). Felsefeyi sadece “bilgelik arayışı” olarak tanımlamak yanıltıcı olmaktadır. Pek çok “bilge”, insan, filozof değildir ve birçok iyi filozof ta “bilge” değildir. Filozofları, “bilgeliğe ulaşanlar” olmaktan çok, “bilgeliği sevenler” olarak düşünmek belki de daha uygun olacaktır. Felsefeye ilişkin diğer bazı tanımlar da şöyledir: “Felsefe, hakikat arayışıdır”, “… yaşamın anlamını arayıştır”, “… nihai (sonsuz) gerçekle uğraşır”. Özetle, birkaç cümlelik tanımlar, felsefenin tam anlamını vermemekte, karmaşık bir etkinlik olan felsefeyi tanımlayamamaktadır (Büyükdüvenci, 1991: 12-13). Bunun yerine, felsefenin uğraştığı temel alanlardan söz etmek daha uygun olacaktır. Felsefenin üzerinde çalıştığı alanlar konusunda, bir görüş birliği olmamakla beraber, genel olarak, Ontoloji (Varlık Bilgisi), Epistemoloji (Bilgi Bilgisi), Aksiyoloji (Değerler Bilgisi) ve Logike (Mantık) alanlarından söz edilebilir. Eğitim Felsefesi Eğitim felsefesi ile ilgili birçok tanım yapılmış olmasına rağmen, üzerinde birlikteliğin sağlandığı bir tanıma rastlanmamıştır. Eğitim felsefecilerinden Kingsley Price (1969), “Ben eğitim felsefesi nedir diye sorduğumda, bu soruyla hem bir, hem de üç değişik soru sormaktayım. Bunlardan ilki eğitimin tahlili, eğitimi nasıl tahlil edebiliriz; ikincisi, eğitim metafiziğinin neliği, üçüncüsü de, eğitim ahlakının ne olduğu hakkındadır” (Tozlu, 2003: 31) ifadelerine yer vermektedir. W. H. Kilpatrick, eğitim felsefesini, eğitimin ne yapması gerektiğini belirlemeye çalışan bir çaba olarak görürken; J. Dewey, çağdaş sosyal hayatın güçlüklerini, bunlara uygun zihni ve ahlaki alışkanlıkların kazanılması sorunlarını çözmeye yarayan bir dal olarak görüyor. Ch. J. Brauner ve H. W. Burns ise eğitim felsefesini, bir bakıma felsefi düşüncenin eğitim hareketlerine uyarlanması olarak kabul ediyorlar (Ergün, 1996: 14). Eğitim felsefesi, eğitimi bir bütün olarak ele alan, eğitim politikalarına ve uygulamalarına yön veren bir disiplin veya sistemli fikir ve kavramlar bütünüdür. “Eğitim felsefesi süreç olarak ele alındığında, eğitimi engelleyen sorunlar kadar, eğitime yön veren kavramları, düşünceleri ve ilkeleri açıklama etkinliği olarak belirtilebilir” (Büyükdüvenci, 1987: 53). MEHMED AKİF’İN EĞİTİM FELSEFESİ: EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ 249 İdealist Felsefe Bilindiği gibi, temel felsefi ekoller; idealizm ve realizmdir. İdealizm felsefi bir kuram olduğu kadar en eski bir eğitim kuramıdır da. Aynı zamanda bir öğreti olarak varlığı düşünceye, eşyayı anlayışa göre değerlendirir. Ahlak açısından idealizm, insanın hareket ve gidişatını bir ideal doğrultusunda algılar (Bilhan, 1991: 131). Genel anlamda felsefenin, özel anlamda eğitim felsefesinin en eskisi, idealizmdir (Bayraklı (1999: 17). İdealizm, Batı felsefe tarihinde uzun zaman benimsenmiş, hükümran olmuş ve hürmet görmüş bir felsefe sistemidir (Tozlu (2003: 36). Bu felsefeye göre, gerçek, düşünsel ve ruhsal olandır. Dış dünyadaki varlıklar, aklın ürünüdür. “Hakikat, fikirlerin tutarlılığında saklıdır. İyilik ideal bir durumdur ve ona ulaşmak için çaba harcanır” (Wiles and Bondi, 1993: 44). İdealistlere göre, iyi, doğru ve güzel evrenseldir, bireye yaşayan değerler ve bu değerlerle nasıl yaşanacağı öğretilmelidir. Onlara göre, “eğitimdeki temel anlayış, insan olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi eğitilir” (Bilhan, 1991: 132). Okullar, zihinsel süreçleri kuvvetlendirmeli ve örnek alınacak davranış modelleri sunmalıdır. Öğretmenler ise, ideal davranış modelleridir. İdealizme göre, zihinde tüm mutlak doğrular vardır. Akılla, mutlak doğruya ulaşılabilir. Değerler açısından ise, ideal varlığa ulaşmak için, o taklit edilmelidir. İnsan, bir araç değil, amaçtır. Eğitim, insanı özgür ve bilinçlice Allah’a ulaştırma sürecidir (Sönmez, 2005: 38- 39). İdealist filozofların gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları idealist eğitim felsefesinin üzerinde durduğu yalnız zihin değil, aynı zamanda hakikati arama, kendini bilme ve şahsiyet gelişimi gibi, insan hayatının ayrılmaz unsurlarıdır (Bayraklı, 1999: 34). İdealist eğitimciler, insanın değerini çok yüksek görürler ve eğitimle bunun daha da yükseleceğine inanırlar. Eğitim, uzun vadede insanda yüksek değerler oluşturmalıdır (Ergün, 1996: 76). İdealizme göre, eğitimde derslerin içerikleri, akla dayalı önermelerden ve mutlak doğrulardan oluşmalıdır. Üstelik bunlar, öğrencinin aklını çalıştırıp kullanmasını sağlayacak biçimde verilmelidir (Sönmez, 2005: 45). Kısacası, İdealizme göre eğitim, “Butler’in (1957) belirttiği gibi “insanın bilinçlice ve özgürce Allah’a ulaşmak için sürdürdüğü biteviye çabalardır” (Sönmez, 2005: 36). Akif de “Dur da Ma'bûduna yükselmek için ilme basan” (Ersoy, 1985: 156) ifadesiyle, “ Allah’a ulaşmanın yolu bilgidir” düşüncesini dile getirmiştir. Mehmed Akif Ersoy, 1873-1936 yıllarında yaşamış; Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerini görmüş, bu dönemlerdeki gelişmelerin analizini şiirleriyle dile getirmiş milli bir şairimizdir. O, yaşadıklarını; gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini bir köşeye çekilip yazan sıradan bir şair konumunda değildir. Eğitim ve öğretime son derece önem veren bir aile ortamında dünyaya gelen Mehmed Akif, yaşamında yurtdışı bir üniversitede profesör unvanıyla öğretim üyeliği yapmış, cehaleti en büyük düşman olarak değerlendiren, eğitim ve öğretimi bir toplumun vazgeçilmezleri olarak gören bir Türk aydınıdır. O, bireylerin sadece mevcut duruma göre değil, geleceğe yönelik yetiştirilmesini de vurgulamış, eğitimde başarıyı elde etmiş olan ülkeleri buna örnek göstermiştir. Hem Doğu hem de Batıdaki ülkelerde yaşayarak gözlemlerde bulunmuş, halktan biri gibi yaşamış ve halkını çok iyi tanıyan biri olarak sosyal sorunları şiirleriyle gündeme taşımıştır. Birçok şiiri, günümüzdeki gelişmeleri tasvir etmede, müstesna bir yere sahiptir. Bu doğrultuda şairin, eğitim ve öğretime ilişkin görüşlerini ortaya koymak; hem Osmanlı döneminde hem de yeni kurulan 250 / Ydr. Doç. Dr. Ahmet ÇOBAN EKEV AKADEMİ DERGİSİ Cumhuriyetin başında ve sonraki dönemlerindeki eğitim ve öğretime ilişkin genel durumun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Araştırmanın amacı Mehmed Akif’in özellikle şiirlerinden hareketle, eğitim ve öğretime ilişkin görüşlerini ortaya koymaktır. Bu temel amaç çerçevesinde alt amaçlar da şunlardır: 1. Mehmed Akif Ersoy’un eğitim ve öğretimle ilgili görüşlerinin eğitim felsefesi açısından değerlendirilmesi, 2. Mehmed Akif Ersoy’un eğitim-öğretime ilişkin ortaya koyduğu sorunlar ve çözüm yollarının incelenmesi. Araştırmanın yöntemi “Tarama modeli”nden hareketle, temel eser alan “Safahat” baştan sona kadar incelenmiş, eğitim ve öğretime ilişkin kavramlar analiz edilmiş, şiirlerde eğitim-öğretimle ilgili dile getirilen sorunlar ve çözümlerin neler olduğu “Mehmed Akif’in ifadeleri”yle ortaya konulmuştur. Eğitim-Öğretime İlişkin Dile Getirilen Sorunlar ve Çözüm Yolları Cehalet, Cehaletimiz, Cehaletin Çaresi Cehalet bir hastalıktır. Milletlerin alçalmalarının sebebi, cehalet hastalığıdır. Cehalet, millette din ve namus bırakmamış, İslam’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüş, bize düşmanları üstün kılmıştır. Cehalet hakiki düşmandır, öncelikle öldürülmelidir (Ersoy, 1985: 218). Milletimizin düştüğü felaketin başı cehalettir. Okul (eğitim-öğretim ) olmadan, cehalet hasalığına çare bulunmaz. Çünkü ülkede Kürt, Türk, Arap, Çerkez ve Lazların hiçbiri alfabeyi bilmiyor ve kitap okumuyorlar. Milletin fertleri bilgiden mahrum durumdadırlar. Çağımızın bilgi çağı olduğu unutulmamalıdır (Ersoy, 1985: 281). Ama “Öyle bir milletiz ki, Âşık Ömer'i ezberleriz; sonra Kurân’ı sıkılmaz da yüzünden heceleriz; Köroğlu'na peygamber der; sonra peygambere binlerce hatâ nispet ederiz! Tahsili bid'at (sonradan çıkarılmış adet) tanırız; kara cahilliğe “sünnete” gibi hürmet ederiz! Her saçmalığı bir ilim zanneder, hep tembelliği yumuşak huyluluk olarak değerlendiririz. Toplumun durumunun bu merkezde olduğu düşünülmelidir (Ersoy, 1985: 539). Bizlere yazık olsun, yakın zamandaki ilimlerle bile ilgimiz yok. Çünkü onların cahiliyiz. Ma’rifeti (İlim ve fenlerle tahsil olunan malûmatı, irfan kazanmayı) ihmal etmenin sonucu budur (Ersoy, 1985: 443). Millet artık uyanmalıdır. Yoksa cehaletine kurban gidiyor. İslamı da “batsın” diye cehalete feda ediyor. Allah’tan utan, bari bırak dini elinden de, gireceksen leş gibi topraklara kendin gir. Lakin dini, bilime karşıymış gibi göstererek, bizleri Allah ile susturmak ne anlama geliyor? Allah’tan utanmak gerekiyor, ama utanmak da ancak ilimle olur. Kuran-ı Kerim’deki “Allah’ın kullarından ancak âlim olanları korkar” (Ersoy, 1985: 218) ayeti anlaşılmadığı için, yazıklar olsun. Doğu ve Batının Durumu, Yapılması Gerekenler “Batı” kanlı bir kâbus gibi, İslam dünyasına musallat olmuş durumdadır. Asırlardır, İslam dünyasının beyni ve kuvveti tembel hale gelmiştir. Bana “Şark’ı çok gezdin, neler gördün?” diye soruyorlar. Şunları gördüm: Yıkılmış ülkeler, çoluk-çocuksuz, yersiz-yurtsuz, MEHMED AKİF’İN EĞİTİM FELSEFESİ: EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ 251 idari problemler yaşayan milletler; yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar; buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar; bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar; düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; işgaller, esaretler; tahakkümler, mezelletler (zelillikler); riyalar; türlü iğrenç alışkanlıklar, türlü hastalıklar; örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; cemâatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar; «Gaza» nâmiyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar; ıpıssız evler, kimsesiz köyler, çökük damlar; emek mahrumu günler, yarın diye bir şey bilmez akşamlar!... Tüm bunları gördüm. Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum. Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum. Mezarlar, ahiretler karşımda yükseliyordu, uzaktan uzağa ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr vardı. Derinlerden yüz binlerce elemlerin feryadı geliyordu. Ufuklar İslam’ın bükük boyunda bir kızıl çember gibi duruyordu. Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler gırtlakları daraltmakta; üç yüz elli milyon can, bunalmış kalmış vaziyette gördüm. Allah’ım! Gördüğüm bu âlem mi bir zamanlar insaniyetin beşiği olan! Tarihteki bütün medeniyetler bu çöllerden mi yükselmişti? Şu ziyaretçisi olmayan bucaklar mıydı vahdaniyetin yurdu? Bu kumlardan mı, Allah'ım, nebiler fışkırıp durdu? Henüz tek bir iman şimşeği dünyanın atmosferinde çakmazken, bu göklerden mi, yâ Rab, sağnak sağnak, dinlerin coştu? Serendip'ler (Hazreti Âdem'in indiği ilk yer) şu sahiller mi, Cûdî'ler (Nuh Peygamberin gemisinin üzerinde durduğu dağ) bu dağlar mı? Bu iklimin mi yıldızları İbrahim'e yol gösterdi? Haremler, Beyt-i Makdisler bu topraktan mı yoğruldu? Bu vadiler mi dem tuttukça bihuş etti Davud'u? Hirâ'lar, Tûr-u Sina'lar bu âfâkın mı şehkârı? Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûhullah'ın (Hz. İsa) esrarı? Dünyanın “Batı”sı vahşet içinde iken, “Doğu”sunda Karnak'lar, Haremler, Sedd-i Cinler, Tâk-ı Kisrâlar, Havernaklar (Arap'ların Hiyrâ'da yaptıkları muhteşem bir saray), irem'ler, Sûr-u Bâbil'ler gökyüzünü ölçüyordu? Allah’ım, o maziler, İlâhî, bir yıkık rüya mıdır şimdi? Ne yapsın, “Doğu” bir gün uyanacağından ümidini kessin mi? Perişan ruhumuz, Senin huzurundan mahrum (ümitsiz) mu dönsün? Bu ümitsizlik ve mahrumiyetten usandık, bu hüsran artık yakamızı bıraksın. Allah’ım, nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin; serilmiş sineler, kâbusu artık üstünden kalksın. Tüm dünya, “Doğu”ya “Sana hayat hakkı yok” derken, o «Hayat elbette hakkımdır!» desin (Ersoy, 1985: 449-450). Eğitim Durumu Eğitim sistemi, gençlerimizi uyuşturuyor; gençlerimiz eğitim sürecinde o kadar gereksiz bilgilerle donatılmış ki, öğrendiklerindeki şüpheler yarın hayata atılsa, önlerinde büyük engeller oluşturacaktır. Çünkü eğitim sistemimizde gençler görmüyorlar, (uygulama yerine), sadece okuyorlar. Onun için, büyüseler bile hala gerekli bilgi ve deneyime sahip bulunmamaktadırlar. Eğitim adına boş laf ve hayalden başka bir şey kalmadı. Onun için gençleri okutsak ta okutmasak ta gelecekleri değişmeyecektir (Ersoy, 1985: 346). Birçok yüksek eğitim kurumu açıldı: Mülkiye, Tıbbiye, Bahriye, Baytar, Zirâat, Mühendishâne. Millet buralara milyonlar harcamaktadır. Bunlar bugüne kadar hiçbir şey yetiştirmediler: Tersane veya denizcilikle bir işimiz olduğu zaman, mutlaka âdetimizdir, İngiliz’e koşuyoruz. Bir yıkık köprünün tamiri için Belçika'dan kalfa isteriz. Uzman doktorlar başka yerden getirilir. Meselâ, bütçe hesaplarından anlayan bulunmamaktadır. Maliyemiz için Mösyö Lorana ihtiyaç duyarız. Sanayi ve tezgâhları ya Brüksel ya Berlin ya Mançester'den temin etmeye çalışırız (Ersoy, 1985: 393). 252 / Ydr. Doç. Dr. Ahmet ÇOBAN EKEV AKADEMİ DERGİSİ Günümüzün bilimlerinden menfaat beklenmektedir. Bilimlerin birinci hedefi, hayata fayda sağlamaktır. Bu durumda, eğitim programlarımızda yer alan bilimler, toplumun ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. O halde, fen bilimlerinden yararlanamıyoruz. Bir ülkede eğitim sistemi, sadece tüketici yetiştirirse, okullarda öğretilen bilgi ve beceriler, cehalet kadar helak edici (zararlı) olur (Ersoy, 1985: 346). Ümitsizliğe Yer Yok İmansız olanlar, ancak ümitsizliğe kapılırlar. Allah’a imanla, ümitsizliğin bir arada olması mümkün değildir. Öyleyse, boynunu büküp durmamalısın. Bari evladına merhametin olsun, bak neler söylüyor: Doğar doğmaz “yaşamak yok size!” dediler; dünyayı mezarlık bilerek beşikten eşiğe indik. Bize asla hiçbir ses hayatı telkin etmedi. Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes, bize ümitsizliğin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı. Mel'un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı! Beyinlerde «Devlet batacak!» çığlığı, millette beka hissi ezdi. «Devlet batacak!» çığlıkları gençliği öldürdü; kımıldamaya hal bırakmadı. “Batacaktır” demeseydik, ufuklarına binlerce tehlike yüklenseydi bile bu devlet batmayacaktı. Yeter ki, sen uluyan ye'si (ümitsizliği) gebert, azmi uyandır, batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır. Gençliğe canlandırmaya azıcık bir iman kâfi gelir. Ümitleriniz harekete geçerse, mahrumiyetler olmaz. Geçmişteki acıları, sızıları susturmaya başla; evladına bir ümit gücü aşıla; Allah'a dayan, çalışmaya sarıl, hikmetlere itaat et, tek yol budur, başka çıkar yol yoktur (Ersoy, 1985: 465- 466). Kurtuluş Yolu ve Refaha Ulaşma Terbiyemiz çok bozuk, milletimize insanlığı öğretmeliyiz. Kurtuluş, insanlarımızı uyandırmadadır. Tüm milletler uyanmış durumdadır (Ersoy, 1985: 129). Ancak kurtuluşun çaresi: Elbirliği içinde gayret etmek, çalışmanın bereketine inanmaktır. Milletin yenilgiye uğramış olmasının sonu elbette ölüm değildir, geçmişte aynı durumda olanlar, eskisinden daha iyi yaşıyorlar (Ersoy, 1985: 280). Vatanı kurtarmak için “askeri güce yatırım yapmaya şiddetli ihtiyaç vardır”, diyenler olduğu gibi, “hayır bundan daha gerekli olan ilmin tahsil edilmesine ihtiyaç vardır”, diyenler de olmuştur. “Kimisi sanata teşvik edelim” demiş, kimsi “ekonomiye yönelim” demiş, kısacası her kafadan bir ses çıkınca, ortak karara varılmış: “Asıl gerekli olan mekteptir”, denilmiştir. Çünkü güçlü olmanın yolu, ilerlemenin temeli, eğitimin yaygınlaşmasına bağlıdır. Donanma, ordu zaruri bir ihtiyaçtır ancak bunun yolunu muallimler öğretmektedir. Bu kararın uygulamaları sonucunda bugünkü Almanya ortaya çıkmıştır. Onlar “Alman Devletinde asıl savaşan, muallim ordusudur, zaferi kazananlar da onlardır” derler ve bunun böyle olduğuna inanırlar. Bu sözlerden ders almamız gerekirken, ne çare ki, çoğumuz mevcut durumumuzla dünyaya ibret olmaya devam etmeye hevesli durumdayız. Şu cehaletimizle her musibete uğradık, artık yeter, “bize mektep lazım” demeliyiz. Felakete düşmemizin temel nedeni, cehaletimizdir. Mektep olmadan bunun çaresi asla bulunmaz. Bakın, ne Kürt alfabeyi biliyor ne de Türk, Arap okuyabiliyor. Ne Çerkes’in ne de Lazın elinde kitap var? Kısacası, milletin fertleri bilgiden mahrum bir durumdadırlar. Unutmamalıyız ki, çağımız bilgi çağıdır. Bu böyle olmasaydı bile, din okur-yazar olmayı emrediyor. Çünkü din maarife bağlıdır. Din cehalete yüz vermemektedir. O halde ilme ilk adımı atmalıyız. Bunun en birinci adımı, ilköğretimdir. Ancak, bu aşamaya ilişkin, ilk önce program modelleri hazırlamak gerekmektedir (Ersoy, 1985: 279-282). Milletlerin refahı için iki güç lazımdır: Ma'rifet (İlim ve fenlerle tahsil olunan malûmat, İrfan kazanmak) ve fazilet(irfan itibarı ile olan yüksek derece). Ma'rifet, ilk önce, ahaliye saadet verecek tüm sebepleri getirir sonra fazilet gelerek, o birikmiş duran sebepleri alır, MEHMED AKİF’İN EĞİTİM FELSEFESİ: EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ 253 memleketin hayırlı yükselmesine tahsis etmek üzere harcar. Şayet bir millette ma'rifet kudreti olmazsa, sadece faziletle yükselemez, zayıf düşer. İlkelliğe özgü bir başıboş durgunluk üzerine çöker. Farz edelim, bir millette ma'rifet var, ama fazilet yok olmuşsa, o millet sınırsız felaketlere maruz kalır. İnsanların ruhunu zehirleyen yara işte budur; öyle bir musibettir ki o, vebaya rahmet okutur! Bizler, faziletli, gerçekten parlak devirleri olan bir büyük milletin evlâdıyız. Ancak o fazilet, son üç asrın yürüyen ilmiyle, birleşip gitmedi; millet cehalete battıkça da kuvveti felç oldu. Öyle bir düşüş düştü ki, artık “Batı”nın emriyle yatıp kalkmaya mahkûm oldu. Çünkü toplum, yaşatan fenlerin kudret ve kuvvetinden doğan haşmetten mahrum durumdadır. Evet, biz hasmımızın irfan gücünden nasipsiz olduğumuz için bu şerefsiz hüsrana düştük. Sonra asırlarca süren ümitsizlik ve mahrumiyeti çektiğimiz için bugün, bizde bulunan fazilet bile hissiz, hareketsiz, ölgün kalmaktadır (Ersoy, 1985: 442). Mektep-Medrese O dönemde mektep medrese tartışmalarının sonu hiç gelmemiş (Ersoy, 1985: 417). Mevcut durumda, medresenin de mektebinde bize bir hayrı yoktur (Ersoy, 1985: 397). Medreseler, asrın gerekleri olan ilim ve fendeki gelişmelere uyum sağlamada inat etmişlerdir (Ersoy, 1985: 390). Hadi gösterin bakalım şimdi İbn-ür-Rüşd gibi bir bilgini, ibn-i Sînâ neye yok? Nerde Gazâlî görelim? Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? En büyük bilgininiz, adı belirtilen bilginlerin eserlerine ilişkin yapılan açıklamalı kitaplardan onuna bakıp, belki kuru bir anlam, ancak çıkarabilir (Ersoy, 1985: 417). Akif, yedi yüz yıllık eserlerle, İslam dininin bugünkü ihtiyacını karşılamanın asla mümkün olmadığını belirterek o zamanın en üst düzey eğitim kurumları olan medreselerin günün ihtiyaçlarına cevap veremediğini önemle vurgulamıştır (Ersoy, 1985: 417). O’na göre, dinde yeni görüşler ortaya koymaya çalışmak önemlidir, ama iktisadi hareketler, üretim için son derece önemlidir. Şayet hocalar sonunda bu duruma bir çözüm getirmezlerse, ortaçağ yaklaşımlarıyla sanayide bocalamalar olur, düzelmeler meydana gelmez. İlmin atacağı ilk adım bu alanda olmalıdır. Bu durum da, medreselerin ıslahına bağlıdır (Ersoy, 1985: 391). Öğretmenler Akif, muallimler için (Ersoy, 1985: 395) “O sizin devletiniz, ni'metiniz, her şeyiniz. Hoca hakkıyla beraber gelecek hak var mı?” şeklinde iltifatlarda bulunmuştur. Ancak, O’na göre “Muallimler, çekirge ordusu gibi ortaya çıkmamalıdır. Muallim, öncelikle imanlı, edepli, sonra işin ehli (uzman), vicdanlı olmalıdır. Bu dört özellik yoksa muallim olunmaz, çünkü vazife çok büyüktür. Hoca kılığına girmekle muallim olunur düşüncesinde olmak acemice bir yaklaşım olduğu gibi, yüksek topuklu, eğri burunlu potin giyip de yeni muallim imajı takınmak ta bir “odunluk” yaklaşımdır. Allah rızası için bu her iki grup ta “işin ehliyim” demesin. Muallimler ne zirzop olsun ne de meczup; birisi kocaman bir sığırı bulup ona yer küreyi yükletir (“dünya öküzün sırtındadır” hurafesi), diğeri ise, attığı çiftelerle arşı-ferşi yıkar. Bizim çocuklara, ne öyle çifte giden, ne de öyle göğe kadar çifte atan fayda sağlar. Evet, çağın ilimleri gençlere öğretilmelidir, ancak kutsal değerlere fazlaca hürmet edilmelidir (Ersoy, 1985: 281-282). Akif, o dönemdeki muallim imajını şu ifadelerle tasvir etmektedir: Muallim denilen maskaranın özellikleri: Namaz, oruç yok, gusül abdestini duymuştur belki, ancak almasını bilmez, onun bulunduğu ortamda çiş kokusunda geçilmez. Pis adam, ömründe su olarak 254 / Ydr. Doç. Dr. Ahmet ÇOBAN EKEV AKADEMİ DERGİSİ ebenin teknesini görmüştür. Çifte kazan kaynasa, bol bol su olsa da onu yıkamaya hiçbir imam yanaşmaz. Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama. Şehrin soysuzunun yola gelmesi kolay değildir. Yanlışlıkla ona hoşbeş edeni, tınmaz. Uyuz manda gibi, insana yan yan bakıp durur. Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda. Ne selam vermeyi bilir, ne de selam almayı bilir. Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz; hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz. Kafa orman gibi, lâkin o bıyık hep budanır. Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır. Tertemiz yerlere kipkirli potinlerle dalar; kaldırımdan daha berbat olur artık odalar; örtü, minder ne varsa çamura bulanır (Ersoy, 1985: 396). Bilim Adamı, Bilim Adamlarımız ve Özellikleri Cahille âlimin karşılaştırılması kabul edilemez. Çünkü cahil kördür, âlim ise tam tersi doğru yoldan ayrılmaz. Kuran-ı Kerim’de “Bilenler bilmeyenlerle bir değil; karanlıkla ışık, ölü ile diri bir olur mu? Buyrulmaktadır (Ersoy, 1985: 146). Akif, o dönemdeki bilim adamlarına yönelik “Hele ilmiye bayağıdan da aşağ bir turşu” (Ersoy, 1985: 163) ifadesini kullanarak; o dönem ilim adamlarının, ilmi niteliklerini kaybettiklerini vurgulamıştır. Bu durumun böyle olduğunu ispatlamak için, “Âsım” şirinde aşağıdaki ifadelere (Ersoy, 1985: 417) yer vererek, geçmişteki bilim adamlarımıza benzer bilim adamlarının yetişmediğini önemle vurgulamıştır: Ibn-i Sînâ neye yok? Nerde Gazâlî görelim? Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? En büyük fâzılınız: bunların asarından, Belki on şerhe bakıp, bir kuru mânâ çıkaran. Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, Îhtiyâcâtını kaabil mi telâfi? Asla. Akif, “O, benim en ebedî hasmım olan Rusya bile, Hakkı teslim edelim! Hiç de değildir böyle. Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor” ifadeleriyle (Ersoy, 1985: 184) bizdeki bilim adamları ile ilgili çok önemli bir karşılaştırmada bulunmuştur. Akif’e göre, mütefekkirlerle halkın arası çok açık, vücudun yarası budur. Mütefekkir kısmı milletin beyni, halk ise vücududur. Bir dimağdaki duygular vücudun damarlarına ulaşmadığı takdirde hayatın ahengi durur. Vücudun azaları (organları) felç olur. Böyle bir bünye için artık her şeye rıza göstermek gerekmektedir. Mütefekkir geçinenler şunları söylüyorlar: Doğunun medeniyette yükselmesi, yalnız bir tek yolu takip etmekle mümkündür. Başka yollarla kurtuluş beklemek gaflettir. Bu yol şudur: Avrupa’nın hangi zeminde yürüdüğüne bakılmalı; sağa veya sola hiç sapmadan Avrupa’nın izinden gidilmelidir. Doğu, Batının fikirlerini beynine mal etmeli (benimsemeli), içtimai, edebi kısacası her konuda Batıyla aynı duygular içinde olunmalıdır. Batı taklit edilmezse ne söylense boşunadır. Bir de dini kayıtlardan kurtulmalıyız. Çünkü din, bütün ilerleme sebeplerine hala engel bir bela konumundadır. Halkın duyguları ise, mütefekkirlerin fikirlerinin aksi yöndedir (Ersoy, 1985: 182). Halk, göreneklerin hükmüne boyun eğmiş durumdadır. Batının fikirlerini, eserlerini düşman görüyorlar. Dışarıdan yenilikler şöyle dursun, ülkesinde kendi milliyetinden olan haklı yeniliklere de düşmanlık ediyorlar. İşte halkın ortak duyguları bunlardır (Ersoy, 1985: 183). MEHMED AKİF’İN EĞİTİM FELSEFESİ: EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ 255 Mütefekkirler kimseye aldırmadan, dönüp arkalarına bakmada yanlış yola sapıyorlar. Halkın fikri ise –ki bu genelin fikridir- hiç dikkate alınmamaktadır. Bu durumda, giderek iki grubun arası açılmaktadır. Halkın beyni hükmünde olan mütefekkirler düşünceleriyle şiddete yönelince, halkın yüreğinde bir yanardağ gibi nefretin fışkırmasına sebep oldular. Öyle bir düşmanlık meydana geldi ki, mütefekkirlerin söylediği her ne varsa halk tarafından kötü değerlendirildi ve onların zıddına hareket etmeyi halk alışkanlık haline getirdi. İşin kötü tarafı, bu gidişat bir felakete yol açtı: Halkın genelinde mütefekkir geçinenlerin olumsuz tutumlarından kaynaklanan, şöyle öldürücü, fesatçı bir kanaat oluştu: “Bütün bu kötülükler, bozukluklar fen bilimlerini okumaktan kaynaklanmaktadır” dediler. Bunun üzerine, halk fen bilimlerine karşı cephe aldı. Umumun fikri aleyhte olunca, millette ilim adına bir şey kalmadı. Çünkü fen bilimleri, ilgi ve saygı gördüğü toplumlarda gelişir ve ilerler. Bu durumda, çağın fen bilimlerine sahip nitelikte yetişmiş bir tek kimse bulunmamaktadır. Fen bilimcisi olarak geçinen kimseler ise, anlamadan, dinlemeden taklit etme düzeyindedirler (Ersoy, 1985: 183). Çalışmalarını bir hedefe yönelik gerçekleştirip, bir ilme hâkim olduktan sonra ilme yeni ufuklar açacak olgunluğa varan kimse bulunmamaktadır. İlimde teoride boğulmamalı, pratiğe önem verilmelidir (Ersoy, 1985: 184). Mütefekkirlerimiz ilerleme yolunda atılan adımların, milletlere göre değişebileceğini anlamıyorlar. Başka bir milletin izinden yürümek çok defa helakete yol açabilir. Ayrıca, her milletin tekâmül sürecinde ayrı bir yol izlemesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Mütefekkirler, insanların hedefe ulaşmakta izledikleri sürecin aynı olmak zorunda olmadığını bilmiyorlar. Asıl olan bir milletin umumi ruhundan kaynaklanan, esastır. Bir milletin içinde mütefekkir geçinenler, öncelikle o esası kabul etmeli, aşamalarını aydınlatmalıdırlar. Mütefekkirler ilahi fenerin ışığı doğrultusunda hareket ettikleri takdirde, arkalarından millet yürür (Ersoy, 1985: 185). Hâlbuki bilgin olarak geçinenlerin hepsi beş on söz öğrenmiş; “bildiklerimizle dini nasıl yıkarız” düşüncesindedirler. Bu düşünce için, ilim tahsil edip bilim adama olmaya gerek yoktur; lise tahsiline sahip olmak bile çok gelebilir (Ersoy, 1985: 184). Bilginlerin dine karşı çıkma tutumlarının gerekçeleri; güya, milletteki duyguları din öldürüyormuş. Vatanı kurtarmak için dini kurban etmek gerekiyormuş. İşte bu düşüncelerle, bilgin geçiniyorlar. Şunu bilmiyorlar ki, “her toplulukta beş on dinsizin çıkmış olması normal karşılanacak bir durumdur. Ancak, bütün milletin tamamıyla dinsiz olması mümkün görülmemektedir. Yeryüzünde dini duyguları olmayan hiçbir millet bulunmamaktadır. En büyük milletlere bakıldığında, din her şeyden daha güçlü görülmektedir (Ersoy, 1985: 226). Bu durumun nedeni, mütefekkirlerimiz dini hiç anlamamış, İslam’ın ruhunu algılamamış olmalarıdır: Dinin ilerlemeye tahammül edip, çağın güzel eserleriyle olgunlaşacağını benimsediğini zannetmiyorlar. Mütefekkirlerimiz dinin, ilimlerin ezeli anası olduğunu, insanların yükselme derecesi olduğunu bilmiyorlar. Hâlbuki dinin içinde bütün insanlığın yer aldığını, azıcık insafı olanlar kabul ederler (Ersoy, 1985: 185). Müslüman milletlerin geri olması doğru, ancak bu durum dinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü “Müslümanlık” denilen ilahi ruh, “Müslümanız” diyen insan yığınından çok uzaktadır. Dini inceleyeceksek, geçmişe bakıp İslam’ın doğuşuna yakın bir döneme bakmalıyız: O zamanda müthiş bir ilerleme kaydedilmiş, insaniyet harika bir durum göstermiş, fetret devrinde asırlarca kalan, vahşetin derinliklerine dalan, evlatlarını dipdiri kumlara gömerken pişmanlık yerine haz duyan, dağdan getirip yonttuğu taş parçasını ilah tanıyan bir sürü vahşi milletler, otuz yılda otuz bin senelik yükselme gerçekleştirmiştir. Böyle milletlerin içinde, faziletli bir medeniyet ve kemalatın kısa sürede doğmuş olması takdir edilecek bir durumdur. O devirde, Ebu Bekir- i Sıddık’ın çıkmış olması, irfan derinliğine sahip olan Hz Ali’nin gelmiş olması, müslüman 256 / Ydr. Doç. Dr. Ahmet ÇOBAN EKEV AKADEMİ DERGİSİ olmadan ve olduktan sonraki Hz. Ömer’in durumu ve onun harika adaleti takdir edilecek hususlardır. Din ilerlemeye engel olsaydı, mutluluk devri olan o saadet asrı, en büyük bir medeniyet olarak ortaya çıkmazdı. Dinin ruhunda sayısız kemalat olmasaydı, bu kadar harikalar nereden doğacaktı? O halde, mütefekkirlerimiz ya çok korkak ya da çok ahmaktır. Çünkü onlar, Avrupa’nın tümüyle kâfir olduğunu, dindar görünürlerse, kendilerine barbar denileceğini; “hür düşünceli” geçinirlerse, Avrupa’nın bakış açısının belki değişeceğini zannediyorlar (Ersoy, 1985: 186). Toplumdaki bu kötü “bilim adamı” imajının oluşmasında, Akif’in ifadesiyle “Şebâb-ı Münevver” (Genç Aydınlar)ın rolü olmuştur. “Genç aydınlar, sefih bir nesildir. Fakat temiz olanlarını müstesna tutmak borcumdur. Bu züppeler acaba hangi türün fertleridirler. Onlara “kadın” desen, isimleri “erkek”; hayır “kadın” değil, “erkek” desen, kılıkları erkeğe benzemiyor; saçları demet demet, ancak bıyıkları kısa, sesleri baykuşa benzer, salına salına yürümeleri saksağana benzer. Kısacası onlara niçin “züppe” dediğim herhalde anlaşılmıştır. Fakat bu kukla herifler büyük bir özellik taşıyorlar ki, haddim olmayarak, “Aferin!” desem yaraşır. Nedir mi? Anlatayım: Fikirlerinde öyle ısrarcıdırlar ki, en savulmayacak ümitsizliği tek birayla savarlar. Sinirlerinde üzüntü, keder denen fenalık yok, tabiatları utanma hissiyle hiç tanışmamış. Bilirsiniz, hani, insanda bir damar var ya, yüzsüz olmak için mutlaka onun çatlaması gerekiyormuş. Nasıl olmuşsa “Rabbim utandırmasın!” duasını aldıkları için, bu arsızların alınlarında o damar zaten eksiktir. Dolandırmayla ceplerinde üç kuruş paraları olursa, Tokatlıyan'da çalım atarak harcamaya bakarlar (Ersoy, 1985: 287). Millet, bu maskaraları karnavallarda görmektedir. Beyoğlu'nun o pis fahişe muhitinde sefil kadın ve kızların peşlerine takılıp giderler. Onlar “Hayâ”, “edep” gibi sözler asla geçerli değildir; “vatan”, “aile” gibi mefhumlar ise anlamsız şeylerdir, diyerek kuduz köpekler gibi kutsal değerlere saldırıyorlar. “Ayıp değil mi?” sözüne hiç aldırmazlar. Namaz, oruç gibi şeylerle alış verişleri asla olmaz, ama mukaddesat ile eğlenmeyi en birinci iş bilirler. Onlara Kuran’dan anlatılacak olsa, “Geçmiş çağdaki cansız sözlerin, 20.yy’ın evlatlarına ne yararlı olabilir” diye itiraz ederler. Bu şaklaban heriflerin, 20. yy irfan asrıyla alakaları olabilir mi? Ellerinde, geçerli bir faziletleri mi var? Nedir özellikleri bari öğrensek. Hayır, “Batı”nın iyiliklerinden tek birinde bile hevesleri yok, ama rezilliklere gelince, “rezillik” belirgin özellikleridir. Bütün günahların tiryakisi olan, onlardan birini tanıyorum; -ona ne oldu bilmiyorum şimdi, sanırım hayatta değil- kumar, irtikâp, içki ve benzeri günahların her türlüsüyle amel defteri o kadar kapkara idi ki, yanında cehennemin karanlığı, cennetin sabahı gibi dururdu. “Yaptığın rezaletlerden utanmıyor musun?” denildiğinde, hemen büyük milletlerin kötülüklerini saymaya başlardı: “Filân millet içer... Filân millet fuhşa düşkün...” diye, pislikleri için geçmişteki milletleri örnek gösterirdi. Ona, “Peki! O milletlerin faziletleri yok muydu?” diyen olursa, o zaman da, «tarihçilik yapmadım!» derdi. İşte şu züppeler de, bugün aynı ruhu gösteriyorlar (Ersoy, 1985: 288). “Yirminci asrın evlâdı”, Fransız'ın Alman’ın fuhşunu, dinsizliğini, birasını vs. kapıştı. Hâlbuki öte yandan, heriflerin, hani dünya kadar yeni icatları var; ilimleri, edebiyatları, sanayileri var. Oralara gidenler, memlekete birer avuç olsun getirselerdi, memleketimiz ma’rifet (ilim ve fen’le) dolardı. Kucak kucak kötü huyları getiriyorlar, beğenmediğimizi ifade ettiğimizde de, bunlara “medeniyyet!” diyorlar ve bizden bu söze inanmamızı bekliyorlar. “Ne var, biraz da maârif (ilim, fen, teknoloji) getirmiş olsaydınız” deseniz, emin olun size «hamallık etmedim?» diyeceklerdir (Ersoy, 1985: 289). Sonuç olarak, millet, ihtiyaç vaktinde yardımda bulunmayarak, kendilerini perişanlık içinde bırakıp kaçma huyunda olan bilginlerin peşine düşmemelidir. Hepimiz bu bilginlerin,

Description:
Özet: Mehmed Akif Ersoy, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerini yaşamış, şair kimliğinin yanında bir bilim adamı ve filozoftur. Yaşadığı dönemlerin sosyal yapısını çok iyi gözlemleyerek mevcut durumu ve bu durumdan hareketle toplumun geleceğine ilişkin güçlü tahminlerini
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.